Yonca Tokbaş - Kelebek

Kırık parmak(lar)

2 Mayıs 2011
Geçtiğimiz Çarşamba sabahı, alarm çaldığında zaten 2 saat önce daha yatağa yeni girmiştim.

Gözümden uyku aka aka çocukları uyandırmak için yataktan fırladığım gibi tüm gücümle ayağımı kanepenin kenarındaki demire öyle bir çarptım ki, içim çekildi. Kendimi ağzım açık ama ses çıkaramaz bir şekilde yere attım, dövünmeye başladım. “Yine kırdım, yine, yine, yine!” diye diye. Canımın acısından çok, çok yanlış bir zamanda kırdığıma kızdım parmaklarımı. Her sene mutlaka bir tanesini kırarım. Artık iyice profesyonelleşmişim ki, bu sefer ikisini birden kırmayı başarmışım. Ayak parmaklarını kırdın mı yapılabilecek hiçbir şey yok. Alçıya filan da alınamıyor. Bekliyorsun ki iyileşsin. De benim bekleyecek vaktim yok. Tu. Çünkü 23 Nisan'da Dubai Autism Center'a bağış için Sultans of Dubai olarak “1 Dirhem için 10km” koşumuz vardı. Koşmaya söz vermişsin bi kere, bağışlar başlamış gelmeye, nasıl koşmazsın! Hem ADIM ADIM sayesinde tanıştığım hiçbir engeli engel olarak görmeyen onca arkadaşımdan sonra, iki küçük kırığı bahane etmek bile ayıp geldi bana. “En kötü ne olabilir ki, olmadı yürürüm.” dedim, çorapları geçirdim ayağıma, yavaş yavaş, koşabildiğim kadar koştum. Çoluk çocuk koştuk hem. Otistik çocuklar için koştuk. Bahane kelimesi sözlüklerimden çıkarılmıştır kardeşim. Ardından geçtiğimiz Cuma, 23 Nisan kutlamalarımızı 2. Kez Dubai’deki Amerikan Üniversitesi’nin 900 kişilik oditoryumunda gerçekleştirdik. Dubai gerçekten Birleşmiş Milletler’in Başkenti gibi. Salonda öyle çok farklı milletten seyirci vardı ki, gözlerim doldu. Tek boş koltuk yoktu! Sahnede deseniz, en az 20 farklı milletten rengarenk çocuklar. Koreliler kungfuyla karışık bir dans yaptılar bayıldık, Ruslar geleneksel danslarıyla coşturdular, Cello Müzik’den yaşları 4 ile 12 arasında Türk Çocuklarından oluşan şepşeker koroyu dinlerken çok duygulandık. Dubai’de yaşayan Türk çocuklarına azimle folklor öğretmeyi başaran Hande Çalgara’nın muhteşem ekibi Trakya oynadılar, alkışlamaktan ellerim şişti. Ankara’dan sırf bu gösteriler için gelen ve Dubai’deki Türk aileler tarafından misafir edilen Anadolu Folklor Turizm Dayanışma (AFTUD) Vakfı’nın salonu coşturan olağanüstü folklor potpori gösterisini yapan çocuklar,  İrlandalı bir kızın tüylerimizi diken diken eden geleneksel dansı, Bora ve Kerem Edis kardeşlerin çello ve keman çalmaları, Alara Sümerler’in tek başına dimdik İstiklal Marşımızı tüm salona söylemesinin tüylerimizi diken diken etmesi...Hey Allah’ım hangi birini yazsamki size ortamı anlatmak için. Dubai’de gerçekleştirdiğimiz bu 23 Nisan kutlamalarıyla, bunca ülkenin çocuğunu tek bir sahnede, onlarca milleten seyirciyi aynı çatı altında toplayarak, Dubai Otizm Merkezi’ne inanılmaz güzel bağış topladık biliyor musunuz! Türk Hava Yolları, Pınar ve MNG 3 büyük Türk Şirketi Ana Sponsorlarımız olarak bize inanılmaz büyük destek verdiler. Dubai Başkonsolosumuz Ümit Yalçın ve eşi Gül Hanım, inanılmaz bir çift. Sayelerinde bize tüm kapılar sonuna kadar açılıyor. Dışişleri onları bizden çok erken alıyor, çok üzgünüz. Ne yapsak da gitmeseler diye kara kara düşünüyoruz. İmza toplamayı düşünüyorum ben şahsen! Bambaşka bir diyarda yaşayan Türkler olarak Dubai’deki otistik çocuklara bir fayda sağlayabildiğimiz için, gerçekten çok mutluyum. Şu Dubai’de öyle inanılmaz Türk kadınlar tanıyorum ki, her gün; her biri özveri kelimesinin kitabını yazacak kadar kocaman gönüllü. Hiçbir engeli tanımıyorlar, inanılmaz yaratıcılar. Canla başla çalışmak derler ya, öyle çalışıyorlar. Öyle mutlu, huzurlu ve gururluyum ki şu an, anlatsam sayfalar dolar.
Yonca
“gülen surat”

Yazının Devamını Oku

Nisan yağmuru

28 Nisan 2011
Annemle babamın çok güzel bir tanışma ve aşık olma hikayesi var. Gerçi kimin yok ki! Neyse, o ancak bir “Temmuz hikayesi” olabilir belki de...

Bir gün evlenmeye karar veriyorlar. Babamlar da, klasik işte, annemi istemeye gidecekler. Annem, evin en açık ara küçüğü olup babasını da küçük yaşta kaybettiğinden, enişte evinde... Enişteleri babası yerinde, ablalar deseniz hepsi birer anne yarısı, anneannem deseniz o zaten tek başına ömre bedel bir kadın. Yani ne annemin ne de babamın işi kolay bu kocaman aile içinde.
Annem; üç enişte, bir ağabey, üç kız kardeş ve bir anneden isteniyor. Olay uygun bulunuyor; gençlerin zaten anlaştığı, e birbirlerini de sevdikleri, evlenmelerine de kimsenin itirazı olmadığına karar veriliyor.
Haydaaa mutluluk gözyaşları, sarılmalar öpüşmeler, gelsin güzel yemekler, kalkılıp güzelce dans etmeler, çekilsin siyah beyaz muhteşem kareler. Nişan elbisesini Beyhan teyzem dikmiş annemin. Fıstık yeşili. ?u anda bende. Hayatta vermem kimselere. Konuyu bölmemeli, devam hikayeye.
Evlilik tarihi temmuz olsun deniyor. Zaman ilerliyor, oluyor aylardan nisan, sıra geliyor gelinlik olayına. Annemin ablası, işte o müthiş nişan elbisesini ve her türlü harika kıyafeti yaratan Beyhan teyzem, Olgunlaşma Enstitüsü mezunu, gördüğüm en zevkli, en güzel tasarımcı kadındı, “Gelinlik için Olgunlaşma’ya gidelim” diye öneriyor.
Dedem çok tatlı bir adam, hâlâ dün gibi hatırlıyorum ben dedemi. Pamuk gibiydi yanakları, “düm düm tek” ses çıkarırdı vurdum mu göbeği. Nazilli’deki o masal evinin tavukları da olan kümesli bahçesinde, limon ağacının sol çapraz köşesinde erik ağacım vardı. Ona tırmanırdı benim için benimle, hiç üşenmeden, her erik mevsiminde.
Hatta bir kere düşmüştü de beli incinmişti. Hâlâ unutmam, hafızama kazınmış çıkmamak üzere. Durup durup aklıma geliyor her seferinde, yazmadan edemiyorum işte.
Neyse, benim şeker dedem, eşi, annem ve teyzem soluğu böylece alırlar Ankara Olgunlaşma Kız Enstitüsü’nde. Onlarca gelinlik içerisinde, annemin gözü başka bir askıda duran pembe-mavi tonlarda, üzeri pul işli, su gibi ışıl ışıl bir elbiseye takılır kalır.

Yazının Devamını Oku

Yanlış yaptık üzgünüm

25 Nisan 2011
20 Nisan Çarşamba günü, Hürriyet.com.tr’deki köşemde, ta Nazillili doktor dedemden anlatmaya başlayarak, doktorlarımızın geçen hafta yaptığı 48 saatlik G(ö)REV’e destek verdiğimi yazdım.

Koskoca profesörlerden tutun, taze tıp öğrencilerine uzanan kocaman bir aileden inanılmaz düşündürücü e-postalar aldım. Yüzüme gerçek tokat gibi çarptı. Bana yazdıklarından onları anlamayı hiç denemediğimizi ve onları çok yalnız bıraktığımızı, şu hayatta -Allah düşürmesin- en çok ihtiyacımız olan doktorlarımızı ne kadar çok kırdığımızı farkettim. Utandım biliyor musunuz! Her meslekten insanın iyisi kötüsü, dürüstü şaklabanı dolandırıcısı var. Tüm dünyada bu böyle. Herkes maaş için, para için çalışıyor hem, yalan mı? Siz de, ben de. Hiçkimseye böyle davranmıyoruz ama. Tüm nazımız hep doktorlara. Çok büyük haksızlık bu. 3 tane şarlatan yüzünden koskocaman bir aileyi mimlemek, silmek, cezalandırmak nasıl bir saçmalıktır? Sanırım doktorlarımız hiçbir dönemde bu kadar hakarete maruz kalmadılar, bu kadar yalnız bırakılmadılar ve bu kadar gönül verdikleri insan hayatından soğutulmadılar. Bir tanesi: “Eskiden en iyi öğrenciler gelirdi tıp okumaya, şimdi kimsenin tıp okuyası bile gelmiyor..” yazmış. Doğru. Bir tanesi “Neden bizden bu kadar nefret ediyor herkes, biz insanları hayata döndürmek için buradayız..” demiş. Yüzüm kızardı. Bir başka profesör: “Çok uzun zamandır bu sistem dahilinde çalışmasam da, meslek onurum adına g(ö)revdeyim, ama neden bize en çok ihtiyaç duyanlar bizi bu kadar yalnız bıraktı anlamıyorum. Çok kırgınım ve bu mesleğe devam edecek gücüm artık kalmadı.” yazmış. Kahroldum. İzmir’de bir Devlet Hastanesi’nde Asistan olan bir doktordan gelen e-posta hele, beni çok etkiledi. Bu genç kadın doktorumuzun yazdıklarını olduğu gibi köşeme aldım. Buyrun okuyun. Biz bir yerde yanlış yaptık, bence. Üzgünüm sadece...
Yonca“doktor torunu ve gelini”

Kukla

Bir devlet hastanesinde nöroloji asistanıyım. 2 dil bilen, fen lisesi mezunu, Hacettepe’de tıp okumuş ama elinde bir tıp fakültesi diploması bile olmayan, yıllarca bir sürü insanın üzerine emek harcadığı, Atatürk’ün hitap ettiği genç nesilim ben. Bilim adamı yetiştirmek amacıyla kurulmuş bir lisede okuyup, bilimle ilgisi olmayan bir üniversite sınavıyla tıp fakültesini kazandım. Mezun olmadan hemen önce çıkan bir yasayla mecburi hizmete tabi oldum ve diplomamı alamadım. İlkokul mezunlarının bile 6 yıl okumuş pratisyen hekimleri horgördüğü bir ülkede uzman hekim olmayı seçtim. Asistan olarak ayda 7-8 nöbet yanında son 7 aydır haftanın 5 günü aynı poliklinik odasında günde 70 ila 80 hasta bakıyorum. MR çektirmek için gelenler, yazdığım ilacı daha kullanmadan beğenmeyenler, sırası gelmeden içeri girmeye çalışanlar, yaşlı ya da engelli olduğu için öncelik tanınanlardan dolayı kızanlar, internetten okuduğu ya da sabah programında dinlediği hastalığın tanısını kendi kendine koymuş olup bunda ısrar edenler…Hepsini anlayışla karşılamaya hazırım. Anlamadığım neden benim veya meslektaşlarımın anlayışla karşılanamadığı. Bu yazıyı bir nöbette yazıyorum. Bu gece sabaha karşı 2:30’da 11 gündür yoğun bakımda olan bir hastam benim nöbetimde öldü. Ölümünü ben belgeledim. Yakınlarına ben haber verdim. Bir yakını gelip hastanın nabzının morgda attığını, kendisine öyle geldiğini söyledi. Öldüğünü kesin olarak bildiğim bir hastanın öldüğünü tekrar doğrulamak durumunda kaldım. Sanki hastayı ben öldürmüşüm bakışlarına maruz kalarak. Daha önce dayak da yedim ben. Bir hastayı 1 saatlik kalp masajına rağmen kurtaramadık. Ölüm haberini verdiğimde hasta yakınını üzerimden zor ayırdılar. Müdahaleyi birlikte yaptığımız hemşire arkadaş hamileydi ve ertesi gün kanaması oldu. Ama kimsenin bunlardan haberi olmaz. Bunların bu ülkede haber olması için, ölümün hep doktor hatası olması lazım! Hasta haklarının olduğu; ama sağlık çalışanı hakkının olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Hastalar bize küfrettiğinde arayacak yerimiz yoktur bizim. En fazla tutanak tutabiliriz ki onu da ya “hastadır..” der yapmayız veya “Tutanak yazacağıma iki hasta daha bakarım” deriz. Ama asılsız yere siz SABİM’i arayıp “Falanca doktor bana gerekli ilgiyi göstermedi vs..” dediğiniz anda Sağlık Bakanlığı o doktoru bulur hesap sorar. Denemesi bedava. Ne tuvalete gitme hakkı vardır doktorun, ne iki hasta arasında durma, ne de bir hastaya diğerinden daha fazla vakit ayırma, haşa! Tüm sağlık çalışanları birer kuklayız bu ülkede; siyasetçilerin elinde, basının elinde, hastaların elinde ve hatta meslektaşlarımızın elinde. Bir kukla olarak benim görevim: her gün 80 hasta görüp hastalara onların istedikleri tetkikleri istemek, onların istedikleri ilaçları yazmak, bilgisayara kodlama yapmak, basında çıkan “tu kaka doktorlar” haberlerine “bi tu kaka da benden” demek, siyasetçilerimizin olur olmaz kışkırtıcı açıklamalarını da görmezden gelmek…midir acaba? Artık hiçbirimizin içinden bu işi yapmak gelmiyor. Konuştuğum tüm diğer kuklalar gibi, ben de, tıp fakültesine ilk girerkenki hevesimle yeniden girmek, gerçek bir çocuk olmayı istiyorum. Ya da bırakmak istiyorum bu mesleği daha yolun başındayken. Ailemin ve hocalarımın harcadığı bunca emek, benim verdiğim bunca yıl hatırına hiç değilse şu tıp fakültesi diplomamı verselerdi de evimin duvarına olsun asabilseydim... (Dr. K.Ö.)

Yazının Devamını Oku

Çılgın proje mi istiyorsunuz buyrun!

22 Nisan 2011
Çok güzel ve çılgın projeler var. Bir tanesi, çarşamba günü Sultanahmet’den start aldı bile.

İçlerinde ülkemizin ilk ve tek kadın ultramaratoncusu atom karınca Bakiye Duran’ın da yer aldığı çılgın ultramaratoncular, günde ortalama 70km koşarak ülkemizi 26 günde bir ucundan öbür ucuna adım adım aşıp oradan İpek Yolu’na uzayıp 10bin km’den fazla mesafeyi katedip Çin’e varacaklar. Zorları ne mi? Az gelişmiş veya zor koşulları olan coğrafi bölgeler ve insanlar için sorumluluk bilinci ve kamuoyu oluşturmak. Koşu, hava ve yol durumuna göre yaklaşık150 gün sürecek. Çılgın ultramaratoncuların ne zaman nereden geçecek olduklarına dair bilgilere verdiğim linkten ulaşabilir, hatta gözünüzü karartıp yanlarında asfalt tepip onlara destek olabilirsiniz. İpek Yolu koşusu proje olarak http://www.thehomeexpedition.org e ait. The Home Expedition sürdürülebilir bir dünya yaratmak için, muhtaç insanlar ve bölgelere uzun vadeli çözümler üreterek seçkin topluluklarda sorumluluk bilincini yükseltmek için dünyanın her tarafında seferler düzenlemeye kendini adamış bir enstitü. Bana da “Gel sen de katıl, ucundan acık koş!” dediler. İşten izin alamadığım için katılamadım iyi mi!... Ağlamaklıyım.

Yonca
“İpek böceği”

Kolon Kanseri
24 Nisan’da, yani bu Pazar, Türkiye’nin en yüksek binası olan İstanbul Sapphire’de merdiven koşusu düzenleniyor. Bu tür “towerrunning” yani gökdelen koşuları dünyada çok sık yapılsa da Türkiye’de ilk defa, o da kolon kanseri hakkında bilinçlendirme amaçlı yapılacak. Koşuya S.B. Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer, ve kolon kanseri tedavisi gören Bogdan Tanjevic de katılıyor. Bu Pazar, kolon kanseri konusunda toplumu harekete geçirmek için bir sürü güzel insan, koşarak 236 metre, 56 kat ve 1344 basamak çıkmayı deneyecekler. Bunlara yarış gözüyle bakmayın sakın. Sporcuların yanında halktan bir sürü insan da katılabiliyor. Amaç kolon kanseri hakkında toplumdaki önyargıyı, korkuyu, bilinçsizliği yenmeye karşı  bir sosyal sorumluğun parçası olmak. Bizim Adım Adım Oluşumu’ndan ve www.yaristakvimi.com ’dan arkadaşlarım da orada destek vermek için hazır olacaklar. Kolon kanseri en sık rastlanan kanserler arasında 3. sırada bulunuyor. Türkiye’de her yıl 6000 kişi kolon kanserine yakalanıyor ve bunların yarısı hayatını kaybediyor. Bu kadar yaygın ve ciddi bir hastalık olmasına rağmen kolon kanseri erken tanı ile önlenebilen bir hastalık. Kanserle savaşmak mı, 1344 basamağı koşarak çıkmak mı zor sizce?

Yazının Devamını Oku

Müslüman Hintli Katolik Filipinli

18 Nisan 2011
9,5 yıldır çok uluslu bir şirkette, çok çeşitli milletten, dinden, dilden, ırktan insanın olduğu bir ortamda çalışıyorum. İnsan böyle bir ortamda çalışınca, ister istemez, bambaşka bir insana dönüşüyor. Gelişiyor da diyebiliriz.

İnsan, eskiden o çok önemsediği bazı “kriterlerin” milletler, dinler, ırklar, ve kültürler arası farklılıklara göre kimisi için anlamsız, kimisi için terbiyesiz, kimisi içinse dalga geçilesi şeyler olduğunu görünce hele, hoşgörüsü boyut değiştiriyor. Gönlü genişliyor. Hepimizin beden dili farklı. Yaptığım bir hareket başkasına hakaret gibi dururken, öbürü kahkahalar atabiliyor. Mesela ilk zamanlar Hintli arkadaşların tüm ayak tırnaklarının 5 santim uzun olmasına ve hep çok acayip renk ojeler sürüp ofise cam topuklu parmak arası terliklerle şıkır şıkır gelmelerine, kaşlarının arasına yapıştırdıkları “bindi” denen şeyleri evde bırakmadıklarına; ofise biz Türklerin o kıyafetle onları işe “asla” almayacağı şekilde giyinip gelmelerine hayret ederdim. Öte yandan hayret ettiğim bir başka şey de, kimsenin bu durumda bir anormallik görmemesi, hatta bu konuyu fark etmemesi ve bunu mevzu bahis etmemesi olurdu. Oysa bizde bunlar büyük dedikodu, küçümseme, beğenmeme, görüşmeme haline kadar gidebilen şeylerdi. Bir bendim koca ofiste bunları gören. Bir bendim bunlara hayret eden. Bir bendim her sabah işe “gri-siyah takım elbiseyle” gelen ve bunun böyle olması gerektiğini düşünen. Bir bendim bunları bir şey sandığım için esas yadırganması gereken. Ama beni de kimse yadırgamadı. Nasılsam öyle oldum. Kimse beni takım elbiseli iş kadını görüntüm için işe almadı. Hintli arkadaşlarımın çoğu geleneksel kıyafetleriyle işe geliyorlar. Pakistanlı ve Hintliler iyi anlaşıyor. Almanlar ve Fransızlar da herkesle gayet iyi arkadaş. Mısırlılarla Lübnanlılar hep inceden bir çekişme ve rekabet içinde. Bangladeşli çok alem, sabahları mutlaka soğanlı bir şey yer. Bir kere burnuma mandal taktım, o günden beri mutfağa gidiyor, sağolsun. Ganalı mühendisimize tapıyoruz. Eritreli de var, Kanadalı da. Bir Türk benim. Hiçkimseyle tek bir sorunum yok.

Müslüman Hintli iki genç kadın arkadaşımın ikisini de aileleri, kendi geleneklerine göre, görücü usulü evlendirdi. Bir tanesi kocasını daha önce hiç görmeden evlendi. Bir tanesi azıcık tanıma şansı elde etti. Kızlar bu durumdan hiç memnun olmadılar. Çok üzüldüm. Çok zor günler geçirdiler. Katolik Filipinli bir başka arkadaşım Hintli Hindu bir adamla evlenmeye kalkınca iki aile birbirine girdi. Çok üzüntü yaşadılar. Aileler onları reddetti. Ama evlendiler. Bir bebekleri olacak. Çok mutlular ama çok üzgünler. Aileleri hala onlarla konuşmuyor. Moral veriyoruz. Müslüman Hintli ve kocasını görmeden evlenen kızlardan biri, kocasından eziyet görüyormuş. Boşanmak istiyor. Başta anne babası boşanma ardından kendinden yaşça çok büyük, yaşlı bir adamla evlendirilmeye hazır olması şartıyla kabul ediyordu. “Vazgeçme!” dedik, “İşin var, ayaklarının üzerinde durabilirsin” dedik. Ailesi de yumuşamaya başladı. Bugün ruj sürüp işe gelmiş. Mutlu olduk. Dubai’nin yerlisi kadın arkadaşım ise işe başladığından beri 5 çocuk doğurdu, 6. ya hamile. Kocası hiç çalışmıyor. Kadın sürekli Türk dizilerini seyredip bir gün kocasının ona Behlül gibi davranmasının hayalini kuruyor. Pakistanlı ve çok iyi bir mühendis olan iş arkadaşımın karısı üniversiteyi birincilikle bitirmiş bir kadın. Ama bizimki karısının çalışmasına asla izin vermemiş ve bunu övünerek anlatır. Arada bir toplandığımızda, karısına “Nasılsın?” derim, karısının yerine bizimki atlar cevap verir: “Evde çocukla meşgul işte. Çok mutlu. Çocuğun büyüdüğünü göremeyecekti yoksa. İyi ki çalışmıyor.” der. Ama mesela benim çalışmama saygısı var. Tipik çifte standart. Anlaşamayız çok, ama uzatmayız konuyu. Alman’ın ağzı bazen beş karış açık kalıyor olanlar karşısında, İngiliz şoka filan giriyor arada. Fransız sürekli anlamak istiyor, bin tane soru soruyor. Yine de çok anlayamıyor. Malezyalı arkadaşımızın babası daha yeni vefat etti. Apar topar ülkesine gitti. 40 gün yas tuttular. Gelenekleri gereği tüm saçlarını kazıdı. Saçlarının çıkmasını bekliyor şimdi. Kızı ilk defa aşık olmuş. Azıcık bozulmuş. “Kıskanma sakin ol...” dedik. Geçen hafta Hindistan krikette dünya şampiyonu oldu, ofise kendi tatlılarından getirdiler, elle yedik afiyetle. Yalnız Ganalı bir yemek getirdi, acısından hastanelik olmadığımıza şükrettik. Diğer Hintli arkadaş hani kafasında sarığı ile dolaşan hintlilerden. Onlar asla tüylerini saçlarını kesmezler. Arada bunun esprisi oluyor, en çok o gülüyor. Mısır'da olaylar çıktığında, Mısırlı arkadaşımızın ailesi orada tatildeydi, çocuğu sakinleştirmek için ne yapacağımızı şaşırdık. Fransızın tepesi en çok Sarkozy’e atık. Her gün ona kızıyor. “Boşver!” diyoruz. Bizim hep atık. Fransız bu ortamda şaşkına döndü zaten. Bir başka arkadaşım Müslüman Lübnanlı ama kocası Hristiyan Lübnanlı. 3. çocukları oldu. Sorun yok. Herkes iyi. Aile hiç karışmamış onlara. Şanslı olduklarının farkındalar.

Anlayacağınız, dünyanın bir köşesinde, başka başka hayatları benzer şekilde yaşıyoruz. Kiminin sorunu çok. Kiminin hiç yok. Keşke bütün bu hayatları dünya genelinde de şirket bünyesindeki gibi; “kurallara uymazsan asayiş bozulur, birine yanlış davranırsan, saygısızlık yaparsan, itham da bulunup rahatsızlık verirsen işine son verilir” gibi kurallar koyarak barış içinde yaşatabildiğimiz gibi birarada yaşatabilsek. Keşke kıyafete, saça başa, tırnağa, ojeye, takım elbiseye etikete takılmadan birbirimizle geçinebilsek. Keşke tüm çifte standartlara bir son verebilsek. Keşke kadınlar üzerindeki şu baskıyı dünyanın her yerinden kaldırıp atabilsek...Tarihe gömebilsek.
Keşke... Keşke diyeceğimize, bir an önce birbirimizle arkadaş olabilsek. Sen, ben, o, şu, bu kavgasına acilen son versek...
Ne güzel olur değil mi?

Yazının Devamını Oku

Asker yüzünden edebiyatçı oldum

15 Nisan 2011
Haftalardır şifrelerin deşifre edildiği sınav olayını tartışıyoruz ya, ben sakin sakin tüm olanları okuyorum, dinliyorum, izliyorum.

Gıkım çıkmıyor. Acaba ben neden hiç tepki veremedim ki? Oysa az mı kafayı yemiştim bu sınav yüzünden? Hayır. Çok kafayı yemiştim. Yedi sülalem perişan oldu bu sınav yüzünden. Hala daha yeğenlerim, kuzenlerim perişan olmaya devam ediyor. En büyük kabusum çocuklarıma kadar uzaması bu cezanın. Allah düşman başına vermesin, amin. Ben bir de çifte sınav travması yaşadım. Çünkü Fransız okullarının o meşhur “bakalorea” sınavı vardır, onu da halletmem lazımdı. O zamanki adıyla ÖYS’de Türkiye birincisi olsam, bakaloreayı geçemedim mi, liseden mezun olamazdım. Ben ÖYS sabahı sınava her yerim kaşınarak giderken hala daha, ertesi gün bakaloream için girmem gereken 4 saatlik matematik ve hemen ardından gelen 4 saatlik felsefe sınavıma daha ne kadar çalışabilirim hesabındaydım. Yazarken mideme bulantı girdi valla bak yine. Bir şey insana bunca sene sonra bile yazarken tüy dikenletip mide bulandırıyorsa, kötüdür. Bu sınav sistemi o zaman da kötüydü, hala kötü. “Yuh!” demek istiyor, diyorum işte. Yuh!

 

Olaya Fransızım

 

Ben aslında tıp okuyacaktım. Doktor olasım vardı. Lisemde beni ölçen biçen Fransız öğretmenlerim bunu yapabilecek seviyem olduğuna kanaat getirmişti. Fransızlar eğitim konusunda şaka yapmazlar, vardı eminim bir bildikleri. Ama Türkiye’deki dersane sisteminin ölçümlerine göre Türkçe bilgim berbat, matematikte çoktan seçmeli test çözme yeteneğim sıfır; onun yerine sürekli kanıtlamaya dayalı cevabı sayfalarca döşemeye yatkın olduğumdan, durumum içler acısıydı. Ama, ayıptır söylemesi, Fransızcam ve İngilizcem anadilim gibiydi. Bana zombiymişim gibi bakıp: “Sen bari sözelden gir, anca gidersin...” dediler. Bak bak bak ne alaka, daha oradan başlıyoruz saçmalığa. Efendime söyleyeyim stresten babamla bir takışma ve sırf ona inat olsun derken (kendisi mütercim-tercüman olduğu ve bana hep aman kızım bu işten uzak dur dediği için) “Mütercim-Tercümanlık okuyup Simültane Tercüman olacağım!” diye beyan verdim. Nuh dedim, Peygamber demedim. Hedefi Boğaziçi Üniversitesi olarak belirledim ve kitlendim. Evde deliler gibi televizyon karşısında İngilize-Fransızca simültane çeviri yapacağım diye şaşı bakar oldum. Anama babama “ögh” geldi benim son sürat konuşmamdan ve sürekli her şeyi anında çevirmemden. Babam yemek sofrasında “Kalpten gidiyorum sus Allah aşkına!” diye naralar atarken, ben aynı anda bu dediklerini iki dilde anneme çevirmekle meşguldüm.

 

Milli Güvenlik Meselesi

Yazının Devamını Oku

Therapy

11 Nisan 2011
Kerem Görsev, gerçekten gurur duymamyz gereken bir noktaya geldi.

En son Londra Filarmoni Orkestrası yönetiminde, Londra Abbey Road Stüdyosu’nda kaydedilen ve RecBySaatchi’den çıkan son albümü “Therapy”yi dinlediniz mi mesela?

Londra Filarmoni Orkestrası ve Kerem Görsev beraber diyorum ve gayet net anlatabildiğimi düşünüyorum.

Lütfen acilen koşa koşa gidip bir adet “Therapy” alın. Dinleyin ve kendinizi terapiye alın. Bir saatliğine nefeslenin. Kendinize iyilik yapmış olacaksınız inanın.
Albümü alır almaz hemen “Simple Life”ı tıklayın, koltuğunuzda arkanıza yaslanıp gözlerinizi kapayın ve kendinizi müziğe bırakın.

Yazının Devamını Oku

Mükemmel kadın olamadım gitti

8 Nisan 2011
Çok uzun süre mükemmel bir kadın olmak için uğraştım. Uğraştım da ne demek, kafayı yedim.

Ev mis gibi olacak, işte çok başarılı olunacak, annelik dedin mi hele “Mükemmel anneliğin kitabını ben yazdım!” diyeceğim cinsten bir anne olunacak... Cak cak cak dedim durdum. Ay ne zor günlerdi Allah’ım o günler. Her gün bir kabus gibi başlar, kabus gibi biterdi. Çünkü ne yaparsam yapayım hiçbir şey asla mükemmel olmazdı.
Benim mükemmellik anlayışımda mı hata vardı, yoksa her şey bu kadar mı yanlış olurdu bi türlü çözemedim.
Ha o kadar çalıştım, didindim, uğraştım da ne oldu? Hadi ben kafayı yedim onu geçin, ayol ailem de az kaldı benimle birlikte kafayı yiyordu.
Her şeyi en iyi ben bilmek zorundaymışım gibi hissettim. Herrr sorunu çözemediğimde dünyanın sonu gelmiş gibi hissettim. Hayatı mükemmel yapamadıkça herkese kızdım, kendimi sevemedim.
Ben bu kadar uğraşıyordum ama aferin diyen yoktu, e zaten aferin densin diye yapmıyordum ama görmezden gelinmek de içimde sorun oluyordu. Zaten her şey sorundu.

Sorun bendim

Vıyyy okurken sıkılmadınız mı siz bu Yonca’dan? Ben çok sıkıldımdı valla. Sorun bendim. İnsan cam gibi olunca olmuyor. Muş. Acık çizik çizik olması, ne bileyim yağmur damlalarının bıraktığı izler olması lazım(mış) üzerinde.

Yazının Devamını Oku