İzmir deyince akan sular durur içimde. İzmir’de evlendim. Kızım doğdu İzmir’de. Oğlum İzmir’de sünnet oldu. İzmir, benim için mutluluklarımın şehri oldu.
Ben rakı içmeyi de İzmir’de öğrendim sanırım. Daha doğrusu; cibesi, arapsaçını, turp otunu, radikayı, deniz börülcesini ilk defa İzmir’de rakının yanında tanıdım.
Yıllar yıllar evvel, ilk defa İzmir’de yaşamaya başladığımda, işe başlayacağım ilk gün Karşıyaka’dan vapura binip Konak’ta inince kalabalığı bir anda kaybettim.
İçimden “Sanki yer yarıldı yerin dibine girdi bütün insanlar” dedim. Bana yolu tarif ederken “İn vapurdan, geç karşıya, bin dolmuşa” demişlerdi; karşıdan karşıya geçecek tek yer yoktu oysa.
Az sağa gittim, çok sola gittim, mümkün değil karşıya geçiş yok.
Baktım çarem de yok, işe gecikeceğim daha ilk günden; o vızır vızır araba geçen yolun ortasındaki demirlerin üzerinden ecel terleri döke döke, korkudan titreye titreye, küfür ede ede, takım elbiselerimle atlayarak karşıya geçtim.
Meğer altgeçit varmış orada iyi mi!
Johnny Depp’in: “Çocuklarımın beğeneceği şeyleri yapıyor olmak hoşuma gidiyor...” lafı kulaklarımda çınlıyor devamlı. Hayranım ona. Kendimi küçük bir kız gibi hissedip idolüm gibi görüyorum onu bir bakıma.
© Bir çocuğun çaktırmama derdi bile olmadan burnunu karıştırmasını, yaptığı derin sondaj sonrası bulduğu ganimeti masa altına veya yan duvara yapıştırmasını çok seviyorum. Bunu bilmeyen yeğen ve kuzenlerime de bir güzel öğretiyorum. Ayol burnunu karıştırmayan çocuk olur mu hiç yahu! Bırakınız karıştırsınlar, bırakınız yapıştırsınlar J.
© Masamın üzerinde bir sürü okuyamadığım kitabın, dinleyemediğim cd’nin, seyredemediğim film dvd’sinin birikmesini çok seviyorum. Bana hep yakalamam gereken bir şeyler var hissi veriyorlar.
© Tonlarca çeşit baykuş, nar, 4 yapraklı yonca figürleri biriktirmeyi çok seviyorum. Sanat şaheserleri filan olmaları da gerekmiyor. Oradan buradan... nasıl olurlarsa.
Erik mi yedim, “Erik yedim...” yazar, varsa imkanım fotoğrafını çeker, yoksa imkanım resmini çizer olayı kendimce görsel de kılardım.
Sayfalarca yazardım, sayfalarca!
O günlükler hala Ankara’da, annemin himayesinde.
Bütün sırlarım, hayallerim, rüyalarım, notlarım, arkadaşlarımla paylaştıklarım, rezili rüsvalıklarım, yalan ve dolanlarım, aptallıklarım, pişmanlıklarım hepsi saklı o günlüklerde.
Mektup yazmayı da çok severdim.
Eşim, o zamanki çıktığım çocuk yani, Amerika’ya gitmişti de aman Tanrım, defterler dolusu mektup yazmıştım. Postacı pes demişti, ben dememiştim. İçtiğim suyu yazardım ona. Komikti, trajikti. Tutkuydu. Zevkti. Hala öyle. Kızarım yazarım, severim yazarım içimden ne geçerse yazarım.
Bazen konuşmak zor gelir nedense.
Twitter ve Facebook
Bu 3G’ nin açılımı çok zor çünkü. Ben terbiyeli bir anneyim durumu var ama, bir de siniri bozuk kadın olma halim var tabi. Ne yapsam da bu siniri bozuk kadın ruh halimi hafif hasarla atlatarak yazımı dile alsam, onu düşünüyorum şu an.
Şöyle deneyeyim...
Bu 3 adet G harfi, bir kadının vücudunun sinirlerini bozan bir takım bölgelerinin bazılarının argo hallerinin baş harfleridir.
Bunlardan ikisi yukarı vücut, üçüncüsü ise alt, yani esas vurucu noktada konuşlanmaktadır. Herhalde Göğüs ve Göbek herkes tarafından açıklıkla algılanmıştır ve böylece üçüncü G' yi artık anlatmama, söylememe, betimlememe gerek kalmamıştır. Anlayan anladı bence beni. Anlayamamışlar için yine de, kendisi p harfi ile başlayan opo ile biten bölgemizin argosunun baş harfi olan G’dir. E artık nokta yani. Bu aralar, kendisi ile aram pek iyi değil de, sinirim ondan bozuk.
Ama işte şu “zaman” dediğimiz kavram aslında pek ciddi. Şakası yok. Çabucak geçse bile, çaktırmadan her şeyi kaydede kaydede geçiyor. Hiçbir şey, o hızla geçen zaman zarfında unufak olup silinmiyor, kaybolmuyor. Sen kaydetmesen, kaydeden birileri tarafından sıcak sıcak önüne sürülebiliyor.
Bazen görmek istemene rağmen zamansızlık veya bilmem ne bahanelerin yüzünden olan biteni göremediysen, birilerinin kayda almış olması da çok iyi oluyor.
Ama işte birileri, kasten veya değil o kaçırdıklarını senin yüzüne vurunca, midene de feci bir kramp giriyor.
Bazen boğazına bir yumru gibi oturuyor duymak istemediklerin. Bazen içinde isyan duygusunu körüklüyor, bazen inadına gücünü toplatıyor sana, bazen de tam tersine kafanı iyice diplere doğru bastıra bastıra kuma gömme hissi veriyor. Kıvranıyorsun.
Bazen de, garipçe, iyice vurdumduymaz, her şeyi yadsımış, duygusuz bir insan olup çıkıyorsun. Derin kalınlaşmışlardan sayılıyorsun o anda.
Bence, eğer vurdumduy-mazlaşmışsan, bunun bir nedeni de; o duymak, görmek, yüzleşmek istemediğin şeylerin sana sunuluş biçimi. Yani eğer kafana vura vura anlatılırsa “sen sen sen” diye diye, sürekli kafana kakılırsa gerçekler, sıkılıp duyamaz oluyorsun artık. Ya da haklı haksız bir savunmaya geçiyorsun. Ne olup ne bittiğini tam olarak anlamadan, sormadan, araştırmadan bir kere de sen çakmak istiyorsun hırsla. Kaybediyorsun, başlamadan o zaman da. Ama eğer, “ben” merkezli bir anlatım şekliyle, örneklerle, kendi fikrin ve düşüncen yalın bir dille anlatılıp sunulursa önüne sade sade; ister üzerine tuz eker yersin, ister pul biber, ister en sade haliyle... Ama bir şekilde anlamak ve öğrenmek için tadına bakar ve üzerine yorum yapmak ister, tartışır, benim gibi bayağı bir düşünürsün böyle işte.
Oray Eğin’in yeni kitabı “İmha Planı: Medya Nasıl Çökertildi” yüzünden düşündüm, yazdım bunları. Adı kadar/gibi açık ve net bir kitap. Anlatımı da öyle; çok net ve açık.
Beş Kıtada 5 Uluslararası maraton koşmuş bir insan. Asya'da Ağrı, Avrupa'da Mont Blanc ve Afrika'da Kilimanjaro tırmanışları var. İnanılmaz güzel hayalleri, muhteşem bir azmi, insana ilham veren bir devam edişi, durmayışı, yılmayışı var.
Beş kıta projesini tamamlayabilemesi için Avusturalya ve Amerika'da yapması gereken tırmanışlara sponsor bulması lazım.
Neden bu ülkede böylesi inanılmaz eşi benzeri bulunmaz sporcularına sahip çıkacak yiğit sporsever şirketler yok anlamıyorum ki!
Ben Necdet Turhan’ı Runtalya’da koşarken tanıdım.
Necdet Turhan görmüyor ama inanılmaz koşuyor.
Görmüyor ama takır takır tırmanıyor.
Kralın aklı fikri, zenginlikle ve kendini herkesten daha önemli ve güçlü hissetmekle meşgulmuş.
Kralın bu konuda zaafı olduğunu bilen iki terzi, “sadece akıllı insanların görebileceği” bir kumaştan elbise tasarladıklarını söyleyerek, kendi ceplerini doldurmak üzere işe koyulmuşlar.
Uzunca uyduruk uğraş,
bolca uyduruk prova ve cebe indirilen onca helal(!) para sonunda, krala aslında ortada olmayan elbiseyi sunmuşlar.
Kral elbiseyi görememesine rağmen, aptal durumuna düşmemek için,
elbiseyi göremediğini söyleyememiş.
Terzileri cömertçe ödüllendirip aklınca akıllı olduğunu da tescil etmiş.
Kralın etrafı da maalesef kendi gibi insanlardan ibaretmiş. Kral bu insanları özene bezene seçermiş. Kralın üzerinde elbise melbise olmadığını hepsi görse de, kimse sesini çıkarıp da söylememiş.
Bir hikayesi vardır. Ama kimin eseridir bilmeyiz. Salonumuzun baş köşesinde, duvarda tek başına asılı duran, kocaman bir evlilik fotoğrafı vardır annemle babamın. Bakakalırız bir süre önünde sessizce. Bir güler bir ağlarız eski günleri yad ettikçe. İkisi de uzaklara bakarak tatlı tatlı gülümserler. Siyah beyazdır o fotoğraf. Cam gibidir, nettir. Sevgi akar insanın içine. Annemin o kocaman sihirli pırıl pırıl şapkası altında dünyanın güvenli bir yer olduğu duygusunu uyandıran, babamın tüm karizmasına rağmen içinde aslında çok narin kırılgan ve hiç büyüyememiş bir çocuk barındırdığını insanın yüzüne her daim çarpan bir fotoğraftır o fotoğraf. O gelinlik, Nisan yağmurudur ailemizin. İçimize güzel duygular yağdırır. Arındırır, huzur verir, içimize taze toprak kokusu yayılır. Umutlandırır, efkarlandırır. Gelinlik sade ve şıktır. Hikayesi de bizim ailenin tüm nesillerine ışıl ışıl, tıpkı Tinkerbell’in elindeki sihirli değnekten dökülen tozlar gibi serpilip akmıştır. Hepimizin gözü o gelinlikte kalmıştır. Evlenirken giymeyi çok istedim. Kocaman şapkasını kafama takıp bir elimle uçmasın diye şapkayı, diğer elimle aşık olduğum adamın elini tutacağım diye toz pembe kareler hayal ettim. Olmadı. Nasıl iştir bilmem, ben annemden zayıfken, içine sığmadım. Totom kenarlarından taştı. Kolları az kaldı patlayacaktı. Boyun kısmı omuzlarımdan sığmadı. Üstüme oturmadı. Bana uyarlamak istedik, bu sefer zedelenecek korkusu, o gelinliğe dokunup hikayesini bozma duygusu içimi sardı. Yapamadım. Olmadı. Aslen ne yazacaktım, konu yine nerelere vardı! Diyeceğim o ki, yazımı okuyan Yümniye Akbulut’dan bir e-posta aldım. Meğer annemin Ankara Olgunlaşma Enstitüsü’nde onca gelinlik dururken seçip beğenip gelinliğe çevirdikleri o tuvaleti tasarlayan kendisiymiş! Hatta hatta, Şıklığın Resmi Tarihçesi adlı bir kitapta tüm o günlerin eserlerini, tarihçelerini derlemiş. Kitabı da Doğan Kitap’tan geçen sene çıkmış. Anneciğimin gelinliği Nisan Yağmuru da kitabın 70.sayfasında salınmaktaymış. Tam 40 yıl sonra, anneler gününden önce, Nisan Yağmuru’ nun yaratıcı annesiyle buluştuk böylece. Yümniye Akbulut’dan gelen iletiyi okurken, gözümden Nisan Yağmuru damlaları aktı... bir süre silmedim onları. Yanaklarımda izi kaldı.
Yonca
“hayat bir mucize”
Savaş ve Çocuk
Sözümona çok düşünen bir anneyim ama, ne kadar düşünsem de hata yapıyorum. Annelik bitmek bilmeyen hayat okulum. Bazen geçiyorum derslerden, bazen feci çakıyorum. Forrest Gump’ı seyrettirmeyi düşünürken çocuklarıma, Vietnam savaşı görüntülerinden oğlumun bu kadar etkilenebileceğini hiç düşünemedim. Hata yaptım. Her şeyin doğru bir zamanı var gerçekten. Ne çok erken, ne çok geç. Dikkat etmek lazım kesin. Bir de üzerine haberlerde gördükleri, bir arkadaşının evinde seyrettiği aksiyon filmindeki savaş sahneleri derken, sorduğu sorular yüzünden, savaş üzerine ömrü hayatımda hiç düşünmediğim kadar düşünmek zorunda kaldım. Her gün dünyadaki tüm savaşlar üzerine, onlarca soru soruyor. Hem ürküyor hem de öğrenmek ve anlamak istiyor. Çocuk, dünyanın insan eliyle bu kadar kötü olabilmesine anlam veremiyor. Büyümek istemiyor. Resmen “Ben hep çocuk olmak istiyorum, anne!” diyor kocaman gözleri dolu dolu. “Büyürsem de, iki kedi ve bir papağanımla güvenli bir yerde yaşamak istiyorum...” diyor. Neden savaş, neden silah, neden ve ne için insanlar öldürülür, ne anlaması, ne kabul etmesi, ne ikna olması, ne de rahatlaması mümkün değil şu ara. Zaten verdiğim hiçbir cevap beni de tatmin edemiyor aslında. Bir çocuğun olaylara bakış açısıyla görebilsek bazı şeyleri, hiçbir büyük, hayatta hiçbir politika uğruna asla hiçbir savaşa izin vermezdi. Oğlumdan bunu öğrendim. Utançla...
Yonca
“hatalı”