Yonca Tokbaş - Kelebek

Bir Annannem vardı...

4 Nisan 2011
Düşündükçe “Ne kadındı!” diyorum. Gözleri ile laf anlatırdı. Attığı bakışı anlamayan hapı yutardı. Herkesi anında hizaya sokmayı bilirdi.

Bir bakardı susardın, bir bakardı ayağa kalkardın. Az laf ile çok iş yapardı. Hiç oturmazdı. Hiç boş durmazdı. Tembelliğe dayanamazdı. Müsrifliğe çok kızardı. 93 yaşında aramızdan ayrıldı. Bakışları aklımda kaldı. Hiç çıkmadı...
Annanem, komik bir kadındı. Akıllı bir kadındı. Okuma yazmayı ta 65 yaşında, sırf kafasına koyduğu için öğrenecek kadar azimliydi. Ne istediğini iyi bilirdi. İnanılmaz bir inadı, olağanüstü anıları ve roman gibi bir hayatı vardı. Bugün hayatta olsa, “Azimle inat ettim, taşı deldim!” adında bir kitabı kesin benim Annanem yazardı. Bizi o büyüttü. Onu kaybedeli yıllar oldu.
Annanem aklıma gelince hatırladığım ilk görüntü; tatlı/sert kül grisi bakışları ve tülbent beyazı başörtüsü ile, artık dizlerinden dolayı eğilemediğinden, sandalyede oturarak namaz kılışı. Zaten, namazı yerde kıldığı zamanlarda, ben pür dikkat “o” anı kollar, her yere eğilişinde hop üstüne atlar: “Deeeh dıgıdık” derdim. Annanem çıldırıp beni sırtından tek hamlede atar, ben de bizim evin kıble yönünde bulunan karşı duvarına tossss toslardım. O da fırlayıp, bir hışım ayağa kalkıp: “Tövbeler olsun, Süphan Allah! Bak günaha sokuyor sıpa beni!” derdi. Bense duvara toslamış olan kafamın acıyor olmasına rağmen çok çok gülerdim. Annanem de benimle gülerdi. Namazı unutup “Kazasını kılarım sonra” der, başımı ovup “Acıdı mı kızım başın?” diye sorarak koşup bana dolaptan buz getirirdi. Bazen de ekmek çiğnerdi..
Bana bildiğim tüm duaları Annanem öğretti. Çünkü benim bildiğim, yani zannetiğim; bu bir aile geleneği idi. Öyle olunca da “Din” zorunlu ders olmadığından yani, çok eğlenceli, sevgi dolu, korku üzerine değil de, sevgi üzerine kurulu, günahların yerine sevapların bol örnek teşkil ettiği gönülden seçmeli bir ders idi.
Tıpkı okuldaki zorunlu dersler ve seçmeli dersler arasındaki farklar gibi. Ben zorunlu derslerde zorlandım. Seçmeli derslerden de çok keyif aldım. Zorunlu derslerde ya hep kopya çekmek istedim ya da bir türlü tam öğrenemedim. Seçmelileri ise hala hatırlarım. Onlar benim seçimlerimdi. Annanem zamanlarında, dinimiz bu şekilde bir “gündem maddesi” değildi. Uluorta herkesin altından girip üzerinden çıktığı, ayağa düşürdüğü, kendine göre sağa sola çektiği, herkesin bir yerinden tutup koparıp elinde kalasıya kadar rezil ettiği bir mesele hiç değildi. Dinimiz kişiye özel ve aitti. Mahremdi. Yuvamızın sınırlarının içinde geleneğimizdi. Ailemizin diniydi. Ticari veya politik simgeler olacak bir konu değildi. Politikanın dini hiç değildi.
Sonra bu değişti. Sanırım - sanırım diyorum çünkü içimden geçen his bu – bir şeyler sevgiden ve istekten çok, zorunlu derse benzeyip, dayatılıp; sevaplardan çok günahlara, aşktan çok korkuyla bağlanılmış bir ilişkiye benzetildi. Birileri bizi bu yöne, kötülük olsun diye mi niyet etti de itti, iletişim mi eksildi, sevgi ve aşkın yerini nefret ve korku mu aldı... ne oldu da her şey böyle kötü oldu bunların kesin ve doğru cevaplarını bilmiyorum. Ama bugüne baktığımda, Annanemden bana yadigar görüntülerden eser kalmadı, bunu biliyorum. İç çekip, üzülüyorum.
Annanemi çok özlüyorum.

Yazının Devamını Oku

Yonca@Yolda

1 Nisan 2011
Bir büyük kadın, bir küçük kadın, bir büyük erkek, bir küçük erkek, dört kişi yola çıkmışlar.

Önlerinde upuzun bir yol varmış ama işin o uzun saatler sürecek, saat farkları ile kafaları allak bullak edecek kısmına kafayı hiç takmamışlar.
Yanlarına sadece bir bavul almış-lar. Önemli olan hafifçecik seyahat etmek, sürekli dağılan bavulu toplamakla vakit kaybetmemek; ıvır zıvır bir sürü saçma sapan göstermelik kıyafetle ağırlaşmak yerine hafifçecik ve en doğal halle tatilde olmanın keyfine varmakmış. Öyle yapmışlar. Bavula kışlık birkaç şey koymuşlar, sıkı giyinmişler ve hooop uçağa atlamışlar. Yedek eşyasız. Kuş gibi...
Aman Allah ne bitmek bilmez bir yolmuş. Aktarmalar, alanda beklemeler, koltuklarda sızmalar, gülme krizine girmeler, aç kalıp sonra deli gibi yemeğe gömülmeler, uykusuzluklar ve tam uyku saatiyken cin kesilmeler derken New York Manhattan’daki The Marmara Oteli’ne varmışlar.
Yonca@The Marmara Manhattan
İnsanın kendini sanki çok uzun zamandır New York’ta bu evde yaşı-
yormuş gibi hissettiği ve aslında bir anda her şeyden vazgeçip “Buradan
bir yere gitmiyorum, kalıyo-rum!” demek istediği bir ev-otel.

Yazının Devamını Oku

Tarzan' ın DONu Sendromu (TDS)

27 Mart 2011
İlgilenenlere itinayla anlatılır. Bu sendrom, 3-7 yaş arası erkek çocuklarda görülür.

Sendrom; annenin bu olaya anlam vermek ve çare bulmak için çeşitli yöntemlere “baş”vurmasına, çözüm bulamayınca da başını, bir o duvaraaa bir bu duvaraaa vurmak istemesine neden olabilir NOKTA.

***

Değerli Kelebekokurugiller,

Siz bu satırları okurken, bendeniz “sabrıçatlak” Yonca; Tarzan' ın DONu Sendromu' nun keşifine ve aynı zamanda sendromun “isim çocuğu” olan oğluma, en uygun “Ceyn” adaylarını bulup bize oynamaya davet etmeye gitmiş olacağım. Sesim çıkmazsa bilin ki;

ilk gördüğüm ağacın dallarında kafamı kaşıyıp: “Ugh Ugh Ugh!” diyerek “sek sek” oynuyorumdur. Bu sefer kesin nokta! Şimdi, aç kızım Yonca bir noktalı virgül sonrası görünmez iki tırnağı tam da burada..

Saat: Sabahın çocuklar için normal, ebeveynler için “körü”.

Yer: Ev

Baş karakterler:

Yazının Devamını Oku

Yonca@siyah bantlı ART Dubai

25 Mart 2011
Geçtiğimiz hafta Art Dubai vardı. Dubai Sanat Festivali yani.

Dubai’de damardan sanat ortamı yaşamaya öylesine hasretiz ki, çölde su bulmuş gibi koştura koştura gittik. Nitekim, herkes hasretmiş, inanılmaz kalabalıktı.
Gerçi biz çok dar bir zamanda ve çocuklarla gidince aslında tam da istediğim gibi ince detay bakamadım her galeriye, ama yine de göreceğimi gördüm.
Hatta sinirlendim bile! Dünyanın her yerinden galeri ve sanat eseri vardı; İran, Lübnan, İtalya, Türkiye, Almanya, Fransa, İtalya, Çin...
Aklınıza neresi geliyorsa.
Çok çok güzel bir ortam yaratılmıştı, orası kesin. Hani bir İstanbul, Cenevre, Paris, havası yoktu belki ama yine de bence gayet iyiydi.
Koleksiyonerler de bu durumdan çok memnun olduklarını dile getirdiler; çünkü fiyatlar Avrupa, Asya, Amerika’ya nazaran çok daha iyiymiş burada.
Aslında bu durumda ne düşüneceğimi de şaşırdım.

Yazının Devamını Oku

Saçı uzun olanın aklı kısa olur

21 Mart 2011
Anneannem erkek kardeşimin saçı azıcık uzadı mı hemen “Kestirmek lazım, saçı uzun olanın aklı kısa olur!” derdi.

Ben sürekli uzun saçlı olmaya mahkum edilmiş bir çocuk olarak “Ama benimkiler uzuuun!” deyince de “O erkeklere mahsus, kadının uzun saçlısı akıllı olur!” diye terslerdi.
Alem kadındı anneannem. Her şeye verilecek bir cevabı vardı, sanırım bizim ailenin kadınlarının her şeye verecek bir cevaplarının olması huyu da, bize ondan geçti. Bir türlü susmayı bilemedik. Konu her neyse kıran kırana, sonuna kadar tartışırız.
Bak yine konu saptı. Hemen topluyorum. Nedendir bilinmez, annem benim hep uzun saçlı olmamı tercih etti. Uzun saç hastasıdır benim annem. Hani bıraksam da 1 km. olsalar, anca mutlu olur, öylesine uzun saçcı. Küçükken sarı saçlarımdan fenalık geçirip kökünden doğramamın travmasını atlatamadığı içindir belki de.
Gerçi annecağızımın benim yüzümden atlatamadığı öyle çok travma var ki, kızamıyorum. Zaten anneyim ya, anneme yaptıklarımın cezasını bir bir ödeyeceğimi anladığımdan beri, kafamı duvarlara vurasım var! Neyse, yine ucu kaçtı saç konusunun, geri dönüyorum.
Saçlarımı ucundan 1 milim aldırıp gelsem, fark etmemiş olsa, ama kalkıp “Anne bak uçlarından aldırdım” desem mesela, annem hemen “Ben zaten anladım, çok kötü olmuş!” der. Ölürüz biz de gülmekten.
Oysa ben nasıl seviyorum kısacık saçları. Bayılıyorum. Aslında uzunca bir süre kısacık saçlı da oldum. Depresyona girdiğimde en hoşuma giden şeydi, saçımı bir güzel kısacık kestirivermiştim. Nasıl olsa kafayı kazıtsam kimse bir şey diyemiyordu ya o zaman, süperdi. Şimdi depresyon bitti, herkesin saç konusunda bir fikri var.
Sex and The City’de Samantha meme kanseri olduğunda öyle üzülmüştüm ki, onunla bir saçlarımı dibinden kestirip gelmiştim. Eşim, ince kısık bir sesle “Güzelim sen naaptın yaaa!” demişti yutkunarak. “Samantha meme kanseri oldu, ondan” deyince, susakalmıştı, ne desin işte. Onun cefası da benle.

Yazının Devamını Oku

Kadınlıktan yoruldum erkek olasım var

18 Mart 2011
Ay gerçekten de bazen iki memeli, sürekli sağılmaya hazır bir makine gibi hissediyorum kendimi.

Ama öyle bir makineyim ki, aynı zamanda milyarlarca şeyi aynı anda yapıp, üzerine her türlü hissiyatını da ennn derininden yaşamak zorundayım sanki.
Amma çok his var kardeşim! Hissede hissede mahvoldum. Hem bedenen, hem ruhen koşturgan bir makine cinsi olunca böyle oluyor belki de.
Bazen “Neden şöööyle köşe yastığı gibi bir kadın olamadım ki?” diye düşünürken buluyorum kendimi. Köşe yastığı gibi kadın var mıdır tabii, o da ayrı bir soru. Ben daha öylesine rastlamadım. En rahatı diye baktığım kadının bile kendine göre işi, derdi çok fazla...
Yooo sakın, bu bir “kadınlar çok hoş, erkekler çok boş” yazısıdır filan sanmayın, asla değil. Olay öyle de değil zaten. Sadece doğuştan gelen yapısal bir farklılığın doğal sonucu bunlar (gibi gibi...). Zaten işte sırf o yüzden erkek olasım var!
Oğlum olunca anladım ki, erkek çocuğunu ancak 5 yaşına kadar olgunlaştırabiliyorsun -ki burada bahsettiğim olgunluk, bir kız çocuğunun 5 yaşına kıyasla gayet “gayriolgun” bir durum- sonrası hikaye.
Erkek çocuk 5 yaşına gelince olgunluk açısından donuyor sanki. Yani 5 yaşına kadar ne verirsen verdin verdin, sonrası “koca bebek” dediğin modda devam ediyor gibi. Buna “bebek koca” da denilebilir aslında (Uyy sözüm meclisten dışarı valla)...
“Koca bebek” iyi bir partner edinip yeniden büyütülmek için sevilme, anlayış gösterilme, alttan alınma, hoşgörüyle idare edilme çatısı altına girene kadar “ana kuzusu” olarak kalıyor. Bazısı hep kuzu kalıyor, bazısı kurda dönüşüyor o ayrı.

Yazının Devamını Oku

40 yaş ve Parıltı

14 Mart 2011
Elif Altınbaşak 40 yaşına giriyor. Arkadaşlarına bir mektup gönderiyor: “40 yaşıma giriyorum diye illa bana bir ‘şey’ yapmak isterseniz, Parıltı Derneği’ne bağış yapın. Sizden 40. yaşım için tek ricam budur.” diye.

Mektup elden ele, e-postadan e-postaya derken bana kadar geldi. Fikir çok hoşuma gitti çünkü; Türkiye’de ilk defa bu kadar çok bireysel anlamda bağış olgusu yeşerip gelişiyor. Sürekli kocaman kurumlardan bağış-yardım bekleyen bir yapımız varken, oturduğumuz yerden bir şeylerin gelişmesini beklerken bizler eskiden, şimdi giderek daha sorumlu hissediyoruz kendimizi çevremize karşı. Elif görme engelli çocuklara masal okumak istemiş aslında. Altı Nokta Körler Derneği’ne sorunca onlar da onu Parıltı Derneği’ne yönlendirmişler. Dernekte sadece görme engelli değil, aynı zamanda zihinsel engelli ve otistik çocuklar da varmış. Görme engelli çocuklar için kitap da basıyorlar. Dernek kendi çabalarıyla, sağduyulu insanların gönüllü çabalarıyla ayakta durmaya çalışıyor. Web sitelerinin güncellenmesi lazım mesela. Word ortamında yazılmış çocuk kitaplarına ihtiyaçları var mesela. Gramajı yüksek kağıda ihtiyaçları var mesela. Görme engelliler için özel daktiloya ihtiyaçları var ki, çocuklar daktilo öğrenebilirlerse üniversiteye gitme şansları artıyor. Bu daktilo özel ve markası da şu: PERKINS BRAILLERS DAKTILO–ST PETERSBURG LIONS AUXILIARY. Oyuncak ihtiyaçları da var ayrıca. Maddi yardımın dışında 3-6 yaş gruplarına haftada 1 saat eğitmenlik yapacak gönüllü insanlara da ihtiyarçları var. Elif diyor ki: “Kalbiniz hazırsa, o annelere 1 saat hediye etmek bile çok güzel bir mutluluk...”. Dernekle ilgili tüm bilgilere web sitesinden ulaşabilirsiniz: www.parilti.org.tr

40. yaşın kutlu olsun Elif! Umarım bu güzel 40 yaş dileklerin güzel okurlarımın da yardımıyla gerçekleşir!

Yonca
"elçi”

 Hipnoz

Sevgili Sabırlı Okurcuğum,

Haklısınız. Tamam. Hala bu konuya dair geri dönüp yazmadım. Yazacaktım evet. Ama yazamıyorum. Hala daha bana bu işi kimin en iyi yaptığını yazıyorsunuz. Tavsiyelerde bulunuyorsunuz. Hala daha bana benim yaşadığım tecrübeden sonra sizler de bunu denemek istediğinizi ve kim yapıyorsa size tavsiye etmemi istiyorsunuz. İyi ama, ben korkuyorum. Evet, korkuyorum. İnsan nasıl kendisi denemediği birini tavsiye eder böylesi hassas bir konuda bir türlü bilemiyorum. Emin olamıyorum. Üstüne üstlük bu konuda istediğim gibi bir araştırma yapma şansım da hala olmadı. Aldığım e-postalardaki tavsiye edilen yer ve kişilerden bazılarının diğerlerine nazaran çok daha ciddi ve profesyonel olduğunu az-çok hissedebiliyorum. Ama yine de bu köşede bunu yazmanın büyük bir sorumluluğu var. İçimdeki hisse istinaden yazılacak kadar basite indirgeyebildiğim bir konu değil bu. Lütfen beni de anlayın. Zaman verin. Peşini bırakmadım. Emin olduğum zaman doğru olduğunu düşündüğüm bilgiyi paylaşacağım.

Yonca

Yazının Devamını Oku

Adım Adım doğum

11 Mart 2011
2 çocuğum var. Bir kız, bir erkek. İkisini de normal doğumla göğsüme aldım.

İnsan bedeni, hamilelikte dokuz ay boyunca inanılmaz bir değişim yaşıyor. Hamile kalmadan önceki halinizle, sonraki haliniz arasında büyük fark oluyor. Hem bedenen hem ruhen.

O insan gidiyor, başka bir insan geliyor yerine. Deli kuvveti gibi de bir kuvvet çöküyor üzerinize. Ne uykusuzluk, ne yorgunluk görmüyorsunuz. Yeni korkularınız olsa da, korkusuzlaşıyorsunuz. Cesaretiniz artıyor hayata karşı. Yaşama başka türlü bağlanıyorsunuz. Çocuğunuz için, içinizden çıkan bu can için yapmayacağınız şey yok, buna ölmek de dahil.

 

Doğuma yaklaşınca sancılar öyle inanılmaz oluyor ki, kaçsanız kaçamaz, susayım deseniz susamaz, durayım deseniz duramazsınız. Kemiklerim takırdamıştı sanki içimde. Ter, acı, ağrı, gözyaşı içinde, çığlıklarla ıkına ıkına nefes nefese içinizden can çıkarıyorsunuz. Hayata hayat katıp yeni bir hayata doğru yol alıyorsunuz. O bebek, zar zor açtığı gözlerini, göğsünüzde tekrar yumup, upuzun bir yolculuğa başlıyor. O an siz artık hayatın mucizesisiniz. İnsan bedeninin ne inanılmaz bir derya olduğunu moleküllerinizde hissetmiş halde, gözlerinize çökmüş garip bir huzurla başka bir boyuttasınız.

 

Normal doğumdan aldığım o muhteşem zevki başka neyden alırım diye çok düşündüm. Hayatımda çektiğim en güzel ağrıydı kasılma ağrısı. Hayatımda döktüğüm en güzel pul pul terlerdi alnımdakiler. Hayatımda akıttığım en değerli göz yaşlarımdı yanağımdan süzülenler. Hayatımda en zevkle aldığım nefeslerdi ıkınırken aldığım nefesler. Hayatımda gördüğüm en güçlü kasılmaydı pelvisimdekiler. Sonra koşmaya başladım işte. Hayatımda ilk defa yeniden kaslarımla başbaşa kaldım. Onları yeniden keşfedip onlara güvenmeyi öğrendim. Uzadıkça mesafeler, kaslarım tatlı tatlı ağrımaya, döktüğüm terler pul pul olmaya başladı. İşin ucuna ADIM ADIM Oluşumu sayesinde bir de amaç eklenip de Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı adına, çocukların eğitimi adına koşmaya başlayınca; gözyaşlarım da giderek daha değerli ve huzurlu oldu finişe her yaklaştığımda. Her attığım adımda sanki içimden bir can çıkacak gibi hissettim. Yolun sonunda çocuklar olduğunu düşündükçe, koşuyla doğumun aslında nasıl da birbirine benzediğine hayret ettim.

 

Yazının Devamını Oku