Yonca Tokbaş - Kelebek

Benim için bir ilk

30 Temmuz 2011
Hayatımda ilk defa bir şeyi gerçekten hakkını vererek yaptığım için başıma bir şey geldi. Öyle mutlu ve gururluyum ki anlatamam.

İzmir Emot’ta imdadıma yetişen doktor Yusuf Gürbüz’e de söyledim; bundan evvel hep abidik gubidik şeyler yüzünden hasta olurdum.
Yok efendim saçım ıslak kalır, cırt sinüzit. Rüzgar eser, ciğerime çarpar (sanki çarpacak başka yerim yokmuş gibi), zırt zatürre. Pilav yerim, pirinç boğazıma takılır, oradan bilmem nereme kaçar, haydaaa enfeksiyon olur, uğraş dur.
Havadan nem kapar üşütürüm, millet ayakta atlatır, ben yatak döşek...
Damarlarımda kan değil antibiyotik dolaştı senelerce. Her türlü atipik şeyi geçirdim. Meğer kafamdaymış her şey. (Başka neremde olacaksa!) Sporsuzluktan o haldeymişim. Doğru düzgün spor yapınca düzgün besleniyorsun, düzgün beslenince hasta olmuyorsun gibi bir şey varmış. Onu yaşıyorum şu an.
Ondan önce ayol bir insan her iki senede bir zatürre olabilir mi? Ben oldum.
Meşhur bel fıtığı hikayelerim de vardır. Üç tane diskim zaten kayık ve sanki bunu bilmiyormuşum gibi, geçen yaz çocukların gazına gelip iskeleden balıklama atladım, iki diskimi daha kaydırdım.
Pes bana değil mi?

Yazının Devamını Oku

Amy Winehouse kaydı...

25 Temmuz 2011
Neyi nasıl yazacağımı bilmiyorum. “Amy evinde ölü bulunmuş Yoncam” diye eşim mesaj atınca olduğum yerde kalakaldım.

Kendime kızgınım. İnsanlığımıza kızgınım.

Hayatımda hiç başıma böylesi gelmedi, belki de ondan. Hiç bu kadar berbat bir “Ben demiştim...” cümlesi sarf etmemişim belki de. İçim kötü oldu.

14 Şubat 2011’de yazmıştım aşağıdaki satırları. Yeniden paylaşıyorum. Olduğu gibi.

Çünkü Amy pıt diye gitti...

* * *

Yazının Devamını Oku

Bu kadının selüliti yok

23 Temmuz 2011
Üstelik kendisi çok tanıdık. Taş gibi maşallah! Boş boş oturuyordum, birden çıktı karşıma.

Şoke oldum ona bu gözle bakınca. Siz yine de, ben söylemeden, bu odur demeden, bu “kadın” kimdir diye bir tahmin etmeyi deneyin.  
Öyle bir kadın ki bu; uyurken bile uyanık. Her haliyle güzel ve her şeye rağmen bakımlı da... Ne olursa olsun, her yeni güne gülümseyerek başlamayı çok istiyor aslında. Ah bir de rahat bırakılsa. Ah azıcık huzur bulsa....
Saçları çok dalgalı. Yanakları güneyde sıcaktan al al. Kuzeyde ise yemyeşil yağan bereketli yağmurlardan.



Hele bir de sağa sola başkalarına bakmayı bırakıp da kendi güzelliğinin, endamının ve gücünün farkına varsa; yalan yanlış akıl verenleri umursamasa. Kimse tutamaz onu asla.

Yazının Devamını Oku

Yazlıkta çocuk gürültüsü

18 Temmuz 2011
Ya çok canım sıkkın. Dı. Hem de çok. Çok şükür şu anda daha iyiyim de yazabiliyorum.

Yurtdışında yaşayan Türk çocukları, burada yaşayan Türk çocuklarından çok farklı.
Bunu hiçbir yargılama yapmak için söylemiyorum. Bu çok doğal bir durum. Esprilere uzaklar, dil sorunu yaşıyorlar, uyum sağlamaları en az iki hafta alıyor.
Ortamlarda verilen tepkilerden çok farklı etkileniyorlar. Mesela trafikte sinirlenip kornaya basmak bana hiçbir şey ifade etmezken, benim çocuğumu inanılmaz geriyor. Çocuklarım hayatında sollama yapana zaaart diye korna basıldığını hiç görmedi ki! Sokakta laf dalaşı da görmedi...
“Arka Sokaklar” dizisini izlediklerinde sanırsın korku filmi seyretmişler. Dilleri tutuluyor. Hatta hatta Dubai’nin koşullarından dolayı hiç bakkala gidip gazete ekmek almadılar mesela.
Bizim gibi, sokakta bilmem kim amca tarafından azarlanmadılar veya ne bileyim komşu teyze “Oy ben seni yerim kuzuuu” diye yanaklarına yapışıp makas almadı. Oğlum “Anne kadın beni yiyecek miii?” diye fenalık geçirmişti ilk sefer.
Pazardaki amca “Amaaan ne de çirkin kız bu böyle, tü maşallah!” demedi daha önce hiç. E doğal olarak bunu duyan kızım ağlamaya başladıydı geçen yaz “Anne ben çirkin miyim gerçekten?” diye! “Ya kızım saf mısın, nazar değmesin diye öyle dedi amca” diyorum anlatamıyorum hiçbir şekilde.
Neyse yani diyeceğim o ki, uyum sorunu oluyor. Ben ne yaparsam yapayım oluyor.

Yazının Devamını Oku

Ruha paralel bir proje

15 Temmuz 2011
Turkcell beni kalbimden vurdu! İkidir arıyorlar.

“Bir projemiz var, sizi de yanımıza alıp gitmek istiyoruz. Tam sizin seveceğiniz, desteklediğiniz şeylere, ruha paralel bir proje bu” diyorlar.
Nedendir bilinmez, içimde bir ürkeklik.
En son telefonda “Öyle inanılmaz bir çocuğumuz var ki sponsor olup destek verdiğimiz, Avrupa Gençler Şampiyonu olacak yüzmede. Ediz Yıldırımer’i tanımanız lazım. ‘Geleceğe Koşanlar’ projemizi size anlatmamız için bize bir şans vermeniz lazım. Şampiyona Belgrad’da, bir gelin görün, anlayın, pişman olmayacaksınız” dediler.
Nedir o an beni tam olarak kalbimden vuran emin olamıyorum. Belki o çocuğun hak ettiği desteği vermek, belki “nasıl olur da böyle başarılı bir çocuğumuzu hiç duymayız” sorusunun içime düşmesi ve belki de Belgrad’a gitme fikri... Anneannemin vatanı, toprakları, hikayeleri... Neyse ne işte. Hayatımda ilk defa kalktım, “basın gezisi” denen bir olaya katıldım. Nasıl doğru bir kararmış meğer verdiğim! Oysa daha önce de başlayabilirdim size Turkcell’in Geleceğe Koşanlar projesini anlatmaya.
Kardelenler’in spor versiyonu gibi düşünün. İmkanı olsun olmasın, yeteneği olan, bireysel ve yalnızlığa mahkum ettiğimiz dallarda dünya çapında sporcu olmaya aday gençlerimizi bulup çıkarıp, arkasında durmak yaptıkları... Ekipmandan antrenöre, yarışa gidip alkışlamaya kadar...
Turkcell’in yaptığı aslında, bu memlekete futbol dışındaki spor dallarında alabilecek olduğumuz madalyaları getirmek. Geleceğe güzel sporcular yetiştirmek. Olimpiyatlarda bayrağımızı dalgalandırmak!
Sıkı durun ve beni iyi dinleyin şimdi. Bireysel dallarda ellerinden tutulursa Türkiye’yi dünyada temsil edecek, adımızı gümbür gümbür duyuracak çocukları buluyorlar. Atletizmde, teniste, yüzmede, halterde, kayakta ve ve ve görme engelli bisiklette! Evet, yanlış duymadınız görme engelli bisiklet!

Yazının Devamını Oku

Kız çocuğu olmak

9 Temmuz 2011
Bir kız çocuğu, babası hayatta olduğu sürece babasının küçük kız çocuğu olarak kalıyor, kalmak da istiyor zaten. Yaşı kaç olursa olsun hem de.

Hani sözüm ona büyüyor, koca kadın oluyor, çoluğa çocuğa karışmış oluyor, arada babasına bi dolu isyan bayrağı açıyor filan ama, özünde hep küçücük bir kız olarak bakıyor babasına ve hatta hayata.
Hayata, babasının ona baktığı gözlerle yaklaşıyor. Babasının gözdesi, prensesi, aşkı olmak; onu güvencesi, korkularıyla baş edecek kahramanı, yaslanacak omzu, yaramazlık yaptığında kulağından hafifçecik çektiği gibi hemen yine bağrına basacak bir ‘güç’ olarak görüyor.
Yani görmek istiyor ve buna çok ihtiyacı var. Hele de büyürken bu ihtiyaç dağlar kadar kocaman. Babası onu onaylasın, onu her şart altında sevsin, saysın, güzel bulsun, hayranlık duysun, her daim el üstünde tutsun istiyor kız çocuğu.
Ancak o zaman kendine ve hayata güvenerek bakabiliyor.
Mantık vesaire yok baba-kız ilişkisinde. Hangi ilişkide var ki, bunda olsun zaten. Baba bazen doğru veya yanlış ‘hayır’ desin, son sözü o söylesin, hoşuna gitse de gitmese de, senin adına kararı o versin geçsin, seni o anlamsız yüklerden kurtarıversin istiyorsun.
Baba bir çeşit karar mekanizması gibi hayatında. Emniyet kemeri o. Her daim sarsın seni istiyorsun. Sonsuzca yanında olsun istiyorsun. Kısa süreli bile olsa, yanından ayrılmasın istiyorsun.
Ne kadar cesur olsan da, korkuyorsun yokluğunda. Var olduğunu bilirken olmadığı zaman hele, eksikliği çok daha fazla koyuyor insana. Tabii bunu asla çaktırmıyorsun ne küçükken ne de büyükken.

Yazının Devamını Oku

Çok şükür

4 Temmuz 2011
Geldim. Yalıkavak’tayım. Evimdeyim. Mutluyum. Sakinim. Nispeten yavaşım.

Zamanla akıyorum, evet. Eş zamanlı oldum hayatla.
Di’li geçmiş de değilim artık, gelecek zaman da değilim. Şimdiyim. Şu anım.
Çocuklarım, doğa, spor, müzik ve yazılar. Öyle çok şükrediyorum ki şu an, içimde sakladığım sesi yüksek sesle çıkarsam kulaklarınız sağır olur. “Yonca suuus!” diye bağırırsınız bana. İskelede komşularımı bunaltıyorum konuşa konuşa.
Nar ağacım nar dolu. Kayısı dört tane meyve vermiş, olgunlaşıyorlar yavaş yavaş. Dut öyle büyümüş ki şoke oldum. Çamlardan biri resmen yarım metre boy atmış.
Hele zeytinlerim, ah zeytinlerimi görmeniz lazım, dallarından zeytinler taşıyor bile. O korkunç kışa azimle meydan okumuşlar.
Kalbim bunları yazarken bile yerinden fırlayacak gibi oluyor. Çocuklarım açık havada yalın ayak koşturup ayaklarını toprakla kirletiyorlar. Dünyanın en güzel havasını içlerine çekiyorlar.
Sabahları koşmak için deliriyordum ama Yalıkavak rampalarında nerede koşarım diye endişeden de tırnaklarımı kemiriyordum.

Yazının Devamını Oku

Süper olmuş!

1 Temmuz 2011
Tam bir sene sonra, bir sene boyunca her gece hayalini kurarak uykuya daldığımız evimize, Yalıkavak’taki cennetimize varmak için çıkmışız yola.

Gecenin bir köründe alana gitmişiz çoluk çocuk, bavul vesaire; hepimiz dut yemiş bülbül gibiyiz.

Tek isteğimiz, bir an önce evimize varıp içimize sonsuz oksijeni çekmek.

Çocuklar, binlerce kere aynı şeyleri soruyorlar, binlerce kere aynı cevapları veriyoruz biz de. “Kaç saat uçucaz, kaçta varıcaz, denize girebilir miyiz hemen, dondurma da alabilir miyiz...” “Dört saat çocuuum, bir saat çocuuum, evet çocuuum, olur çocuuum, tamam çocuum, e demin tamam dedim ya çocuuum!” şeklindeyiz son kalan sabrımızla.

Türk Hava Yolları ile aktarmalıyız, hemen Bodrum uçağına koştuk.

Yazının Devamını Oku