“Yonca, biz 9 genciz. İyi okuduk, Amerika’da iyi işlere girdik, üstelik sporcuyuz. Şimdi Klimanjaro’ya tırmanmaya gidiyoruz. Ama amacımız bu tırmanışımızı bizim yaptıklarımızı yapabilecek başka gençlere adamak. Türkiye’deki gençlere bir fayda sağlamak, ellerinden tutabilmek” diyordu.
TOG’un, yani Toplum Gönüllüleri’nin “Gençlere Değer” diye bir projesi var. Müthiş bir proje. Gençlerin akademik ortam dışında, sosyal sorumluluk projelerinde diğer gençlere de faydalı olmalarını amaçlıyor. Yani bir genç okumak için destek almak istiyorsa, kendisi gibi bir başka gence kendilerine yapıldığı gibi destek sağlamak için çalışmak durumunda.
Adım Adım’da TOG sorumlumuz Şener Kurtuluş var, onla iletişime geçirdim bu 9 mucizeyi. Şu ana kadar onları desteklemek isteyen çevreleri tarafından TOG’a tam 20 bin TL lik bağış topladılar. Hedefleri 30 bin TL. Yani sayelerinde bir sürü gencimiz üniversitede okuyabilecek. Görüyor musunuz nasıl gençlerimiz var! Ne olur görün, bilin onları.
Var mı onlara destek atmak isteyen birileri peki? Hemen şu verdiğim linkten bilgi alınsın ve TOG’a onları desteklemek için el uzatılsın lütfen: http://hakunamatatakili.tumblr.com/
Twitter hesapları: @HakunaMatata_9
Kim bu alınlarından öpülesi gençler peki derseniz eğer, buyrun okumaya devam...
Yonca
Geçen sene ilk defa bizden Emre Tok ve iki arkadaşı katılmayı başarmıştı. Katılabilmek bile büyük başarı çünkü.
Bu perşembe, ayın 25’inde bu sefer tam 8 çılgın Türk olarak dünyanın bu en zorlu dağ maratonuna gidiyorlar.
İki parkur var.
Emre Tok, Caner Odabaşoğlu, Faruk Kar, Bakiye Duran ve Fırat Kara TDS parkurunda 112 km’yi 31 saat hiç durmadan koşup yürüyerek 7 bin metre tırmanacak.
Sertan-Serkan Girgin, Devrim Celal ise 166 km`yi 46 saatte durmaksızın bitirmeye çalışırken 9 bin 500 metre tırmanacaklar.
Tüm ihtiyaçlarını da kendileri sırtlarında taşıyorlar bu arada. Yani aynı zamanda bu arkadaşlar halterci gibiler.
Emre ve Caner bizim Adım Adım Oluşumu üyesi aynı zamanda. Bakiye Duran’ı hâlâ tanımıyorsanız ayıp valla. Kaç kere yazdım. Bir zahmet Google’dan bakın. Bakiye bu ülkenin ilk tek kadın ultramaratoncusu efsane bir kadın!
Oğlum “YalıkaVak” diyemediği zamanlar “YalıkaBak” derdi biliyor musunuz... Kendimi artık giderek daha da fazla Yalıkavaklı hissediyorum. Yani ben artık YalıkAngarabaklıyım.
Çocuklarımla huzurla vakit geçirdikçe, anneliği sevdiğimi de fark ettim.
Burada mis gibi bir havada yüzüp koşuyorum. Sporla, doğayla iç içeyim çok şükür.
Veee, 16 Ekim’de Avrasya Maratonu’nda Adım Adım Oluşumu ile yine TEGV için koşmaya hazırlanıyorum. Yani siz de hazırlanın ufak ufak, bağış ve koşu sezonumuz geliyor yine. Okutacak çok çocuğumuz var bu ülkede. ışimiz çok daha.
Yalıkavak’la aklımı bozdum dedim ya, Yalıkavak’da olan biten her şeyi de deli gibi takip ediyorum.
Yollarını, tabelalarını, doğasını, sitelerini, yapılan yapılmayan her şeyi.
Toz konsun istemiyorum Yalıkavak doğasına... Burada garip bir büyü var. Adını koyamıyorum...
Cikleyerek pike yapıp durdular daireler halinde. Çocukları çağırdım. Onları seyrettik.
İnsanın dili tutuluyor güzellikleri karşısında. Ne azim kardeşim, onca saat dört döndüler. Kesin bir bildikleri var. Kışa hazırlık filan sanırım. Ya da göç öncesi kanatlarını güçlendiriyorlar.
Öyle inanılmaz ki, neredeyse her türlü hayvan ve ağaç ve insan ve canlı mutlu bahçemde. Yani bana öyle geliyor. Bana öyle geldiği için mi mutlular yoksa mutlu oldukları için mi bahçemdeler bilmiyorum, ama bu durumdan acayip zevk alıyorum.
Ben de gittim çimlerde, tam pike yaptıkları yerin ortasına oturdum. Ama yavaşçacık. İlk başta bir tanesi yan siteye kaçtı.
Öbürleri o kaçınca azıcık daha yüksekten uçmaya başladı. Hiç kıpırdamadan seyretmeye devam ettim.
Beş dakika sonra bir baktım o giden kırlangıç geri geldi, yüksekten uçanlar da iyice alçalmaya başladı. Derken ben hiç kıpırdamadan durunca öylece, gitgide daha yakına geldiler. Neredeyse kafama konacaklar ya da kanatları yüzüme çarpacak, o kadar dibimde uçmaya başladılar. Gözlerimi kapadım.
Kanat seslerini dinledim.
Kafama, birbirimize ha deyince değiverecek olduğumuz kadar bir alanda olma fikrini koydum. Doğanın içinde kaybolmayı, ailecek birbirimize yıllar sonra yeniden kavuşmayı, silbaştan tanışmayı, kilometreleri sıfırlamayı istedim.
13 yıldır elimizden dizüstü bilgisayarlarımızı hiç bırakmadık. Birbirimizin gözlerinin içine dibine kadar bakarak zaman geçirmedik kaç senedir.
Çocuklarımız öyle hasretti ki bir ekran karşısında veya telefonda olmayan anne-baba görmeye; ben öyle hasrettim ki kocamın gevşemiş yüz hatlarına, kocam öyle hasretti ki olduğu yerde kalakalmaya ve ben öyle hasrettim ki uzaklara dalmaya...
Ardı arkası kesilmeyen anlamsız koşturma hırs ve sidik yarışlarından uzaklaşmaya öyle ihtiyacımız vardı ki en küçüğümüzden en büyüğümüze, mavi yolculuk yapalım istedim.
Hiçbir şey yapamayalım, sadece ve mecburen derin mavinin içinde kaybolalım, balık tutalım, uyuyakalalım durduk yerde istedim.
Korkularımızı, endişelerimizi, tüm suni yüklerimizi doğa alsın üzerimizden götürsün atsın uzaklara istedim. Ağaçlarla denizin öpüştüğü yerde, birbirimize sarılalım istedim. Hak ettik bunu biz. Çok istedim.
Yonca “oldu”
Kaptan Hasan Arslanseren
Bugünün çocuklarının sorduğu sorular başka.
Baştan savma cevaplarla, anlamsız açıklamalarla tatmin olmuyorlar.
Verdiğimiz cevaplarla biz de tatmin olmadığımıza göre, tıkanmış konu. Çözüm isteği varmış gibi konuşuluyor ama, belli ki çözüm filan yok ufukta. Her şey “gibi gibi”.
Bir yerde hata olduğu kesin. Kesin ki hâlâ bir sürü insan ölüyor. Bir sürü insan içeride, bir sürü insan panik halinde, bir sürü insan intikam duyguları içinde.
Bir sürü insan istifa halinde. Bir sürü insan azınlık, bir sürü insan çoğunluk psikolojisinde.
Bakın YNSAN diyorum, bile bile. Dil üzerinden, din üzerinden, kimlik üzerinden, ırk üzerinden, mezhep üzerinden bin bir çeşit politika üretiliyor. Birbirimizi olduğumuz gibi kabul edeceğimiz yere, sürekli düşman kesiliyoruz.
Neden her konuda ilerleme kaydettiğimizi düşünür ve söylerken bu kadar geriledik gibi hissediyorum ki ben? Tıkanık sorunlara takılı kalma olayını bir kenara bıraktım. Çocuklara verdim kendimi. Topraklarımızda doğan çocuklara.