Yonca Tokbaş - Kelebek

Yanına ne aldın

26 Eylül 2011
Bu hafta sonu bir promosyon yakaladık, “Aman kaçırmayalım çocuklarla yapalım” şeklinde ailece bir otele gittik.

Sadece bir gece kalıp döneceğiz ve otel eve 10 dakikalık mesafede. İşte maksat çocuklara hoşluk olsun filan falan. Neyse.
Tüm bir akşam boyunca evde fırtınalar estirdim “Herkes kendi eşyasını toplayacak, kimse bir şey unutmayacak, gereksiz hiçbir şey alınmayacak ve şu minicik el çantasına hep beraber sığılacak!” diye.
Malum biz ailece her yere tek bavul gidebiliyoruz diye övünen bir tipim. Neyse. Gittik otele.
İlk olayım su parkında bikinimin askısının kopması ve uzunca zaman fark etmeden korsan meme şeklinde gezmemle başladı.
Yonca “Teki açıkta”
İkinci olayım; “Ben burada deniz dururken havuza girmem abi!” naralarım sonucunda, kendimi hâlâ soğumamış ve yaklaşık 37 derece olan Körfez Denizi’ne atmamla devam etti.
Avrasya koşusu yaklaştıkça kafamda sürekli antrenman fikri olduğundan her anımı sporize etme çabasındayım ya, uzun mesafe yüzerim hayalleriyle başladım açılmaya.

Yazının Devamını Oku

12 haftadır mememi ellemedim!

23 Eylül 2011
Facebook’ta birkaç yıldır bir akım var. Eylül ortası gibi kadınlar kendi aralarında, sözümona, meme kanseri için farkındalık olsun diye, profillerine ilginç kodlamalar yazıyor.

Bir sene herkes sutyen rengini yazdı; pembe, mor, dantelli vs. gibi, bir sene herkes ayakkabı numarasını yazdı filan falan.
Bu sene de herkesin doğum yılı için verilmiş bir rakam, doğum günü için de verilmiş bir besin maddesi var ve herkesin profilinde şöyle bir cümle yazıyor mesela: 12 haftadır baklava yemedim, 6 haftadır süt içmedim, 9 haftadır simit yemedim gibi.
Ben bu uygulamaya biraz gıcığım. Bu kodlamanın neresi kadınlara meme kanseri hakkında farkındalık hissi veriyor anlamadım.
Ne uyarı var kodun içinde, ne bir önlem fikri. Erkekler de dalga geçip duruyorlar. Hatta bir arkadaşım “20 yıldır dayak yemedim” yazmış, karısı da altına “E belli kaşınıyorsun” demiş mesela. Gülsem gülemem, ağlasam ağlayamam.
Keşke bu kodlar yerine kadınlar açıkça “En son dün mememi elledim, kitle yok!” yazsa da meme kontrolünü yapmayanların aklına gelip kontrol yapsalar mesela! Bir başkası da “mamogram çektirdim, erken teşhisle iyiyim!” yazsa bari de başka birileri de ayılsa.
Açık ve direkt olsak ya!
Bu arada, meme kanseri olup tedavi gören veya bu süreci yaşamış kadınlardan ve yakınlarından bir mail aldım: www.umitliyiz.com Kanser Hastaları Platformu.

Yazının Devamını Oku

Okul mokul

19 Eylül 2011
Çok uzun zamandır okullar ve eğitim sistemleri üzerine büyük soru(n)larım var.

Etrafımdaki Fransızlar çocuklarını İngiliz okullarına, İngilizler Amerikan okullarına, Amerikalılar Fransız okullarına, Türkler de kendi eğitim sistemimiz dışındaki her türlü okula vermek için yırtınıyorlar. Belli ki kimse kendi çıktığı yerden memnun değil.
Sonuçta herkes karar vermek zorunda kaldığı şeyden memnun olmak zorunda kalıyor.
Ayıptır söylemesi ama, hani o şemsiyeli küfürlü bir deyimimiz var ya, halimiz öyle işte.
Hislerimi ve kafamdakileri bir türlü tam istediğim gibi anlatamıyorum bu konuda.
Okullara veya sistemlere kızmıyorum ben; sadece onlarla anlaşamıyorum.
Ben okul ve sistemlerden çok, çocuklarımızı tanımaya ve aile içi eğitime inanıyorum.
Kızımız dans ve sanata yatkın. Oğlumuzsa futbol ve mekaniğe. Kızım kendini bedeniyle ifade ediyor, oğlum felsefeyle.

Yazının Devamını Oku

Kim bunlar?

16 Eylül 2011
Her biri gayet “normal” insanlar. Yani sizin benim gibi tipler işte. Hepsi kendi işinde gücünde.

Tek ortak noktaları spor yapıyor olmaları.
İlginç hikayeleri var. Yani nasıl ve neden durduk yerde koşmaya başlamışlar mesela, ilginç olan o. İlginç olan, herkesin aslında onları okudukça kendinden bir şeyler bulacak olması veya hiçbir ortak yön bulamayacak olması.
Ya da ilginç olan esas şu mesela; yaptıkları ne olursa olsun, sadece kendileri için yapmak yerine, birilerine de fayda sağlamak için yapıyorlar. Koşmak da değil mesele, kimisi yürüyor mesela. Hareketsiz durmuyorlar yani.
Ben de, her katılacağım koşu öncesi -ki Avrasya’ya bir ay kaldı şimdi- köşemde “bu çeşit” insanların hikayelerine yer veriyorum.
Yer veriyorum, çünkü istiyorum ki sizler de harekete geçebileceğinizi görün. Yani bir gün elbet siz de bir yerden başlayabilirsiniz. Birilerinin hayatlarına fayda sağlayabilirsiniz.
Asla geç olmaz. Asla geç olmuyor.
Denemek, yolun yarısı.

Yazının Devamını Oku

Kıvanç Leonardo Di Tatlıtuğ Caprio

12 Eylül 2011
Kuzey Güney başladı o akşam. İlk başta temkinle oturdum ekran karşısına. Zaten ciddi bir dizikoliğim. Her sene başıma yeni bir bağımlılık çıkmasın diye kendimle savaşıyorum içten içe ve hep ben yeniliyorum nedense! Dubai’de geceleri yapayalnızken, çocuklar da yattıktan sonra accayip iyi geliyor diziler bana.
Bavul dolusu getirdiğim ay çekirdeklerim ve demlenmiş ince belli çayım, önümde bilgisayarım yazı yazarken, en sevdiğim şey dizi izlemek ve twit’lemek.
Neyse, içimden “Zaten perşembelerim Fatmagül’e feda, bir de Kuzey Güney çıkmasa başıma” diyerek oturdum ekran karşısına.
Ama merak da var tabii, bakalım Kıvanç Tatlıtuğ yine yeniden oturabilecek mi yeni rolüyle yeni bir tahta...
Bu arada Güney rolündeki Buğra Gülsoy’a haksızlık yapmak istemem. Fatmagül’den beri hastasıyım. Diziden gidince içim kan ağladı. Vural rolüyle beni benden almıştı! O da bir başka efsane benim gönlümde.
Kuzey Güney’e dönüyorum yine...
Dizi başladı, dakka bir gol bir!
Kıvanç Tatlıtuğ bomba!
İnanılmaz bürünmüş karaktere. Hem tipiyle hem oyunculuğuyla. Güzel adam seviyorum evet. Güzel vücut da seviyorum evet. Ama olay bir tek bu değil ki!
Sonra Kıvanç Tatlıtuğ ile ilk yüz yüze tanışmamız geldi aklıma.
Dubai’ye gelmişti. Gümüş dizisindeki popülerliği yüzünden Arap dünyası kendini onun için yerden yere atıyordu hayranlıktan.
Ofisimdeki Birleşik Arap Emirlikli iş arkadaşım, kocasına “Bana Kıvanç gibi davran!” diye yalvardığını anlatıyordu ha bire.
Onun geldiğini duyan 13 bin Arap kadın uçaktan inince alanda fenalık geçirmiş, ilk karşılaştıkları yerde Kıvanç’a saldırmışlar ve çocuğu resmen baygınlık geçirecek noktaya getirmişlerdi.
Hangi Lübnanlı arkadaşımla konuşsam, Kıvanç için iş çıkış saatlerini değiştirdiklerini anlatıyordu. Arap kadını üstünde akıllara zarar bir pozitif etki yaratmıştı.
Kıvanç şaşkındı.
Biz de.
Akşam Büyükelçi ve Başkonsolos, Gümüş ekibi ile yemek yenecekti, biz de davetliydik.
Bi heyecan gittim.
Tam karşımda oturuyordu Kıvanç. Evet yakışıklıydı. Evet çoook hoştu. Ama başka bir hali vardı. Dingin. Sakin. Şımarık olmayan. Ne dediğini bilen. Ayakları yere basan. Havalanmayan. Burnu havada asla olmayan. Saygılı. Farklı.
Bir ara: “Hayatımda aklıma gelmezdi bu kadar ilgi göreceğim. Çok şaşırdım. Hiç haberim yoktu bu kadar ünlü olduğumuzdan. Utandım. Biraz da ürktüm... Buna layık olmak için, bu durumu devam ettirebilmek için daha çok çalışmak lazım. Bunu fark ettim. İşim şimdi daha zor...” gibi cümleler kurdu.
Dinledim. İzledim gece boyunca.
O gece boyunca tek bir kapris, hava basma ya da ne bileyim işte insanı gıcık edecek tek bir davranışta bulunmadı. Etrafındaki herkesle aynı mesafede ve aynı sevecenlikteydi ilişkileri. Ki gayet gıcık da olabilirdi. Havalanadabilirdi. İlgi öylesine deliceydi.
Neyse. Döneyim yine Kuzey Güney’e.
Bir ara replikleri dinleyemedim. Düşünmeye dalmışım.
Kıvanç Tatlıtuğ’un kendi hikayesini düşünmeye dalmışım. Oynadığı dizileri, Grease müzikalini, filmleri vesaire. Nereden nereye geldi adam dedim.
Sonra Leonardo DiCaprio geldi aklıma. İlk başta “Patates suratlı, nesini beğendiler ki?” demiştim ben onun için. Yakışıklı diye gözde oldu bir anda filan demiştik aramızda. Bu adamda ne buldular da bu kadar iyi rolleri veriyorlar filan da demiştik, boş boş, bilmeden.
Derken adam git gide coştu. İnanılmaz bir aktör oldu. Her şekle giren, hangi karaktere büründüyse kendini ona uyduran. Tipiyle değil de oyunculuğuyla yer eden.
Her yeni tipte başka bir şöhret basamağını hakkıyla kateden. Tipinden git gide daha az söz edilen... Filmlerin adından sanından önce, “Leonardo oynuyormuş...” denmeye başlandı.
Kıvanç bana Leonardo DiCaprio’yu hatırlattı birden.
Mehmet’ten Behlül’e, oradan Sekiz’e, Sekiz’den Kuzey’e...
Birini sildi, yenisini çizdi. Tipini bırakın, bu çocuk iyi bir oyuncu olarak ilerliyor.
Çalışıyor belli. Doğru akıllara, yeteneklere, hocalara kulak veriyor.
Şımarmadan hem de.
Başarının sırrı bu bence.
Yonca “Batı”
Yazının Devamını Oku

Özden Saygün

9 Eylül 2011
TOFAŞ grubunda yıllarca personel müdürlüğü yaptıktan sonra emekli oluyor.

İstanbul’u bırakıp eşiyle beraber Bodrum Bitez’e yerleşiyor.
Çalışmaya alışmış insan boş durabilir mi hiç?
Asla!
Bakıyor etrafta bir sürü atılmış plastik çizme, eskimiş kotlar ve bir dolu peynir tenekeleri filan var. Hepsi de güzelim doğaya gereksiz bir yük. Bütün bu eskileri ve atıkları değerlendirmeye karar veriyor. İnanılmaz yaratıcı, zihni sinir postmodern dizaynlar yapıyor.
Sizin begonvilinizin evi var mı mesela?
Benim var!
Saksıdaki begonvilime peynir tenekesinden Bodrum evi yaptı mesela. Nasıl güzel inanamazsınız! Gördüğüm en akıllı ve anlamlı saksı. Saksı demek ayıp bence. Evimde bir karakter artık kendisi.

Yazının Devamını Oku

Görgüsüz para

5 Eylül 2011
Size korka korka yazıyorum bu satırları. Aslında herkesten daha önce ve ilk olarak bu yazacaklarımın âlâsını, yine korka korka yazmış bir başkası var: Figen Batur...
Figen, geçen sene yazdı onu. Aman nazar olmasın, aman işin cılkını çıkaran olmasın diye sakına sakına yazmıştı o da. Ondan evvel de, arkadaşım yüz kere demişti “Gidin mutlaka!” diye de biz geç dinlemiştik onların tavsiyesini.
Amma uzattım girişi; Havva Ana var Gökçebel köyünde. Yalıkavak Migros’un oralarda sorun Cömert Çiçekçilik’teki şeker amcaya, tarif eder size.
Havva Ana harbi oraların köylüsü tepeden tırnağa tipik ana. Kendi evinin bahçesinde kahvaltı servisi veriyor eşi Salih Amca ile. Oğlu, çok şükür, üniversite öğrencisi şu anda. Onu okutuyor alnının teri ile.
Kendi tabiriyle, kabak çiçekleri güneş yüzü görmeden toplayıp dolduruyor, pişiriyor sabahın köründe. Dolmaların dumanı tüterken elleriyle servis yapıyor.
Ağzınızda dağılıyor o kabak çiçekleri. Sabah onun elinden yedikten sonra, bir daha balıkçılarda akşam yiyesiniz gelmez. Öyle bir lezzet! Şu an ağzımın suları yine akıyor bak...
Elleriyle açtığı ekmeğin hamurunu gözünüzün dibinde odun fırınına verip pişiriyor. Ekmek orada şiştikçe siz bayılacak gibi oluyorsunuz açlıktan.
Elleri yana yana sofranıza getiriyor, siz de elleriniz yana yana sofrada ailecek sıcacık ekmeğin ellerinizi yakmasından duyduğunuz çocukluktan kalma sevinçle, mutlu gülücükler saçıyorsunuz sağa sola.
Hatta biraz da utangaç çığlık atıyorsunuz eller yanınca. Başta elle yemeğe çekinirken, beş dakika sonra ellerinizi de yiyecek hale geliyorsunuz.
Kendi yaptığı reçelleri, kahvaltıdan artan o yediğiniz doğal besinlerle, karpuzlarla beslenmiş tavukların yumurtaları geliyor tereyağında pişip önünüze. Suni yem filan yok ki orada... Doğa var doğa!
Koku çocukluğumun kokusu. His çocukluğumun hissi. Ve Havva Anamın o muhteşem Muğla şivesi (Dondurmam Gaymak filmini hatırlayın).
Babam gittiğinden beri duymaya hasret kaldığım, taaa zamanında çocukken Muğla’daki eski evde Mecbure yengemiz konuşurken tek kelimesini anlamadığım ama “gulu gulu gulu” gibi sesler şeklinde kulağıma çalan Muğla şivesiyle Havva Ana, hayat dersi gibi aslında evinin bahçesinde kahvaltıya gidenlere. /images/100/0x0/55eaff35f018fbb8f8a44152
“Bir porsiyon börek daha alabilir miyim lütfen?” gibi gayet a la franga sorunuza karşılık, “Ne aceleeeyn, edip durum acık bekle gariii..!” gibi bir azar attırıveriyor, muzip hazır cevap gülücüğüyle. Arada eşine “gızı gızı vereyooo elini çabuk tutuveseneeee...” diye.
İnanılmaz akıllı, çalışkan bir kadın! Yazları çalışarak biriktirdiği paralarla, onu erkenden evlendirmek isteyen annesine kafa tutup liseyi bitirmiş.
Oysa bazı masalar hor görüyor onun zekasını. İnceden inceden alay ederek bakıyor onlara. Sözünü hiç sakınmıyor ama. Niye sakınsın ki?
Rezervasyonla gitmek lazım mesela. Az masası var. İki kişi emek veriyorlar her şeyi çekip çevirmek için. Anam babam usulü, gösterişsiz, harbi köyde neyse o usul.
Derken bir kokoş kadın giriyor bahçesinden içeri. Kadın mı demeliyim, para mı yoksa?
Zengin... “Para bok” dediğimiz cinsten. Bazı para gerçekten boktan para biliyor musunuz... Affedin dilimin bozukluğunu bu defa. Kırgınım o kokoş paraya!
“Cipini” şoförü park ediyor paranın.
Endam eda, fora. Çanta dirsekte takılı hani... Kadın bir hışım Salih Amca’dan masa istiyor. Meğer rezervasyon yapmamışmış. Her yer onun parasının malı nasıl olsa.
“Masalar dolu maalesef abla...” cevabını alınca, çok alınıyor, geçip oturuyor bir masaya. “Beni buradan kimse kaldıramaz” diyor ve Havva Ana’nın tabaklarını kırıveriyor yere atarak o “para” iyi mi!
Şımarık. Tatminsiz. Mutsuz.
Her daim doyumsuz!
Kalbini kırıyor görgüsüz para Havva Ana’nın. Gözünden yaş geliyor, ekmeklerin hamurunu ateşe verirken. Ayıplıyor zengin olup da insan olamamış parayı.
Görgüsüz para...
Çok fena.
Yonca “acıklı”
Yazının Devamını Oku

Çok laf boş laf

2 Eylül 2011
Yarın artık Dubai’ye dönüyoruz.

Çocuklarımızla, ailemizle çok, çok çok güzel bir yaz geçirdik Yalıkavak’ta. Yıllardır ilk defa çocuklarıma doydum sanki. Öyle iyi geldi ki. Hatta fazla iyi geldi, şu an acilen okul açılsın da nefes alayım diye bakıyorum. Hayat tezatlıklarla dolu. Dip dibe olursun için bayılır, ayrı kalırsın özlemden ölürsün.
Dönüş zamanı gelince feci bir hüzün basıyor içimi. Çocuklar da çok fena oluyor.
Zor oluyor işte... Neyse.
Bu kadar lak lak yeter. Size şu ara aklıma takılan ve aslında daha önce de yazmak istediğim bir şeyi yazasım var aslında.
Bugüne kadar bunca mülteci kampı ziyaret eden, mesela Etiyopya’daki çocukları evlat edinen onca “yabancı” sanatçı mesela, neden asla bir politikacının yanında gölgesi veya uydusu olarak gitmedi buralara da, ya hep elçisi oldukları organizasyonlarla veya kendi imkanları ile “insanlığa” el uzattı da, bizim sanatçılarımız bunu o şekilde yapmadı konusu gibi.
Bunu ben de gerçekten merak ettim.
Sonra birden bundan 1,5 yıl kadar önce benden yaşça küçük akılca hayli büyük bir arkadaşımla aramda geçen yazışmayı hatırladım.

Yazının Devamını Oku