Paylaş
Hani sözüm ona büyüyor, koca kadın oluyor, çoluğa çocuğa karışmış oluyor, arada babasına bi dolu isyan bayrağı açıyor filan ama, özünde hep küçücük bir kız olarak bakıyor babasına ve hatta hayata.
Hayata, babasının ona baktığı gözlerle yaklaşıyor. Babasının gözdesi, prensesi, aşkı olmak; onu güvencesi, korkularıyla baş edecek kahramanı, yaslanacak omzu, yaramazlık yaptığında kulağından hafifçecik çektiği gibi hemen yine bağrına basacak bir ‘güç’ olarak görüyor.
Yani görmek istiyor ve buna çok ihtiyacı var. Hele de büyürken bu ihtiyaç dağlar kadar kocaman. Babası onu onaylasın, onu her şart altında sevsin, saysın, güzel bulsun, hayranlık duysun, her daim el üstünde tutsun istiyor kız çocuğu.
Ancak o zaman kendine ve hayata güvenerek bakabiliyor.
Mantık vesaire yok baba-kız ilişkisinde. Hangi ilişkide var ki, bunda olsun zaten. Baba bazen doğru veya yanlış ‘hayır’ desin, son sözü o söylesin, hoşuna gitse de gitmese de, senin adına kararı o versin geçsin, seni o anlamsız yüklerden kurtarıversin istiyorsun.
Baba bir çeşit karar mekanizması gibi hayatında. Emniyet kemeri o. Her daim sarsın seni istiyorsun. Sonsuzca yanında olsun istiyorsun. Kısa süreli bile olsa, yanından ayrılmasın istiyorsun.
Ne kadar cesur olsan da, korkuyorsun yokluğunda. Var olduğunu bilirken olmadığı zaman hele, eksikliği çok daha fazla koyuyor insana. Tabii bunu asla çaktırmıyorsun ne küçükken ne de büyükken.
Onun senin adına verdiği-aldığı kararlar çoğu zaman seni ileriye dönük güvende hissettiriyor.
O sevmediğin, hoşlanmadığın ‘hayır!’ cevabı mesela gün geliyor, senin de bir şeylere, birilerine ‘hayır!’ diyebilme gücün oluyor.
İnsan, çocukken doya doya babasının prensesi oldu mu, büyüyebiliyor. Arayışlarında eksiklik tamamlama çabası olmuyor. Daha az yorgun başlıyor hayata belki de.
Yediği kazıklardan, acımasızlıklardan da daha kolay sıyrılıyor sanki. Devam etmek daha kolay oluyor yola.
Ayşe Özyılmazel’in evliliği üzerine söylenenlere yazdıklarını okuduğumda aklımdan bunlar geçti işte. İçim burkuldu. Biz sürekli birileri adına birilerini yargılıyoruz. Asıyoruz, kesiyoruz. Kızıyoruz.
Oysa doğrudur yanlıştır, ama o insanın ne yaşadığı, neden o güne geldiği, neden bu hisler içinde olduğunu asla bilemeyiz ki.
Asla, bir gün bizim veya bizim bir yakınımızın, kızımızın aynı şeyleri yaşayıp yaşayamayacağını da bilemeyiz.
Ben elimde olmadan ürkerim kesin yargılardan. Vardır bu evliliğin yanlışları belki. Doğruları da vardır kendi içinde.
Hikayeyi kim tarafından dinlediğine bağlı.
Vardır herkesin haklı veya haksız olduğu düşünceleri, bildikleri, önsezileri; ama sorun bizim bunları yansıtış şeklimiz belki. Eleştirilerimizi ortaya koyuş şeklimiz yanlış.
Birinin canının yandığını anlatırken, biz de aynı şekilde can acıtıyoruz. Birine “Ahkam kesme!” derken, biz de ahkam kesiyoruz. Anlamı kalmıyor işte o zaman anlatılan lafın.
Kanserli bir kadın ve onun eski eşi üzerinden de çok ağır konuşuyoruz. Bilmiyorum ama ben, kanserli veya kansersiz, yanımda olan kişinin benim için, beni sevdiği için yanımda olmasını isterdim. Bana acıdığı için yanımda olarak bana iyi gelemezdi asla.
Yanımda olmak istemediğini bilerek yanımda olmasına içim oyulurdu galiba. Ben hayatla savaşırken, bir başkasının hayatına ket vurduğum, engel yarattığım hissiyle hayata bağlanma savaşı veremezdim.
Üstelik eğer canım yandıysa da, bırakmaktan başka çarem de olmazdı ki!
Kimse de benim acım üzerinden başka canlar yakarak konuşsun istemezdim o ruh halinde, çünkü bu beni daha da fena yapardı. Ama tabii bu da benim hissim. O noktada olmadım ki bileyim.
Yine de her türlü söze, düşünceye, davranışa bir şekilde temkinliyim. Biz bunca lafı ederken o insanın acaba bunlardan nasıl etkilendiğini düşündük mü mesela?
Susmak asaletini neden gösteremiyoruz diye düşünüyorum şu anda. Varsa da yanlışlar, zaten zaman göstermez mi? Biz illa, “Biz demiştik!” demek yarışındayken, zaman bizi de haksızlığa düşüremez mi? İnsanların, bu hayatı yaşayarak öğrenmekten başka seçeneği var mı? Benim yok.
Olmadı, olmuyor da.
“Ben kimim ki yargılayayım...” diyorum o yüzden, her defasında.
Yonca
“yargılama”
Paylaş