New York Post paylaşmış kurtarılma videosunu, Facebook’ta herkes beğeniyordu.
Bizden nihayet dünyaya bir umut haberi yayıldı!
Can kurtarma haberinin bu kadar güzeli yayılabilirdi ancak dedim...
Dünyaya bir şeyin ihracatını yapıp marka olacaksan, böyle haberlerle olacaksın diye iç geçirdim...
Her gün eminim kıyıda köşede bir dolu umut veren şey de oluyor...
Manşetlere, ana haberlere, sosyal medyada milyon tıklara ulaşsınlar diliyorum.
Kötülüğün sesini iyi şeylerin sesi bastırana kadar bu böyle olsun diye sayıklıyorum.
1- Kendinde en çok takdir ettiğin yön, beceri, yetenek nedir?
2- Bunlar sana neler kazandırıyor?
Zorluklarla mücadele edebilmem, güler yüzlü olmam, sabrım, pratik olmam, çabuk karar verebilmem, güvenilir olmam yazmış bazılarınız.
“İnsanlara, bana davranışlarına göre değil de, kendi değer yargılarıma göre davranıyorum. Bu kendime saygı duymayı ve de güven kazandırıyor” yazmış bir başkası.
Cevapları okurken, kendi güçlü yönlerimi de hatırladım.
Gülümsediğimi fark ettim.
Bu tanımdaki en kilit kelime bence “peşin”.
Yani sen peşin peşin ödemişsin o şeyin hakkında verdiğin kararın bedelini.
Ben bunu kesin yapamam demişsin ve eminsin öyle olacağından. O peşin fikir artık değişmez olmuş, bitmiş gibi.
Oysa türlü çeşit durum, koşul var. Hava değişiyor, sen değişiyorsun, hayat değişiyor.
O gün o saatte, o koşulda yapamadın evet. Ama bunu başka bir gün, saat ve durumda yapamayacaksın diye bir şey yok. Onu bilmiyoruz bile. Olabilecek olasılığını vermiyoruz yine de.
Kimi zaman kadınlara gelin koşalım diyorum; “ben koşamam” diyorlar.
Sonra bir şekilde bir araya geldiğimizde 100 metre tıngır mıngır koşuyoruz diyelim... O mesafe, o zaman 1 metre, bir saniye uzayacak mı, uzarsa yaparım yapamam filan diye ne çok kaygı, endişe ve tartışma.
İnsan kalbi nasıl da bu kadar dayanıklı?
Acıdan trilyon parça oluyor bir anda, o halde bile yaşamaya devam edebiliyor.
Allak bullak duygular, düşünceler, pişmanlıklar, utançlar ne istersen hepsi bir arada, aynı yürekte, tek insanda, bir hayatta barınabiliyor.
Canın yandığında anlaşılmak ömre bedel.
Gerçekten öyle.
İnsan canı yanarken anlaşılmazsa çıldırabilir.
İnsanlığa bedel olan en güzel şeylerden biri de, acının seni acıttığı kadar başka insanlar tarafından da anlaşılması.
Evlat edinelim diye gittik barınağa.
İçerisi yavru kedi ve çocuk doluydu. Herkes sürekli yavru kediciklere bakıyordu.
Aslan Cem kimsenin gitmediği kutunun oraya gitti. İçinde irice, upuzun tüyleri olan, bembeyaz ama kar beyaz, süt beyaz bir kedi. Gözleri yemyeşil. Işık gibi bir yeşil.
Nehir gibi, su gibi, ırmak gibi, zeytin gibi bir yeşil...
Neden kimse ona bakmıyor diye sorduk.
“Herkes yavru kedi istiyor. Luna 1 yaşında. Ailesi ülke dışına çıkarmak pahalı diye terk etmiş. Daha önceki evinde köpeklerle yaşıyormuş, sokağa da çıkıyormuş. Ama kimse büyümüş kedi evlat edinmek istemediğinden Luna aylardır bekliyor” deyince adam, Aslan Cem “Anne biz alalım” dedi.
Kucakladık geldik.
Çok net, çok dürüst bir yazı. Hani tam “doğru söyleyeni 9 köyden kovarlar” tadında.
Gidip gelip okuyorum.
Kafam bir kere daha, bir kere daha alsın istiyorum anlattıklarını.
Paylaştığı gerçekleri iyice sindireyim istiyorum.
O diyetten öbürüne, akımlardan trendlere sürüklenirken kendimize uzun vadede ne yaptığımızı yüzüme çarptığı gibi gül bitiren bir yazı yazmış.
Bir keresinde Nurhayat’a, “Sen sağlık adına, sağlıklı beslenme adına öyle
ömürlük şeyler anlatıp öğretiyorsun ki, senden bunları öğrenen hastanın bir daha sana ihtiyacı kalmaz, bu nasıl iş?” demiştim. O da bana, “Yonca keşke herkesin sağlığı tam olsa, bana hiç ihtiyaç kalmasa” demişti.
Pusette bebesi olan tüm anneler bilir, şu anlatacağım sahneyi.
Hani bir an gelir, çocuk artık ne yapsan pusette oturmak istemez ya, işte öyle bir sahne var karşımda.
Çocuk yerinde durmaz, geri döner, ayağa kalkmaya çalışır, ağlar, tepinir.
Rahatsızdır yani. Sıkılmıştır. İlla bir şey olmuştur işte...
Kemerini açmaya kalkar...
Çocuk bıkmıştır artık o şeyde bağlı ve sabit kalmaktan.
Kötü hava koşulu yoktur da, yanlış giyim vardır diye bir şey de var.
Yani ne olursa olsun, o koltuktan kalkıp dışarı çıkıp yürüyebilmelisindir değil mi?
Canın çektiğinde, o dışarıdaki banka oturup nefes alacağın, sağında solunda dolaşan birilerini görüp sessizce hayatındaki stresten mola alırken, kendine nefes al ver yaptıracağın bir yerler olmalıdır değil mi?
Vardır öyle bir yer değil mi?
Mesela ben bunları yazarken aklına bir yer geliyor mu hemen?
Evinin az ilerisinde, veya birkaç durak sonra ulaşabileceğini düşündüğün bir yer var mı hâlâ?
Veya orada olduğunu bilmenin sana yettiği, gitmesen de, istersen gidebileceğin bir yer olduğunu bilmek mesela, ne muazzam bir lüks ve özgürlüktür bunu hiç düşündün mü acaba?