Yine cuma günüydü. 22 yıl önce, 9 Aralık... 10 Aralık da cumartesiydi.
Finallerimiz vardı onlara çalışacaktık ama biz, ev arkadaşım Elif’le müzik dinliyorduk. Sertab Erener’in kaseti yeni çıkmıştı.
“Lâ’l”.
Durduk yerde efkarlı, duygusal bir geceydi. Hava da soğuktu.
“Rüya” çalıyordu
Hadi yüreğim ha gayret!
Hele sıkı dur hele sabret
Bayılarak, heyecanlanarak, duygulanarak izliyorum.
Halit Ergenç saygı uyandırıyor bende.
Müthiş bir gücü var oynadığı her rolde.
Sesi, bakışları... Neyse o duygu; o duyguyu yansıtış şeklini izlemeyi seviyorum.
Bergüzar Korel’le dizide de karı-koca olmaları da o kadar hoşuma gitti ki.
Ama en çok da dizinin savaşın ne bela bir şey olduğunu ve buna rağmen savaşların insan bazında kardeşliği öldüremeyebileceğini, mahalle arasındaki arkadaşlıkların o savaşın vahşeti içinde bile yaşanabildiğini gösterişini sevdim dizide...
Nefret ekmiyor içime bu dizi...
Gelip ilk defa 8 km koştuğumda yıl 2009’du.
Çıldırmıştım üzüntümden.
Dünyaya nasıl bas bas duyurmadığımızı, dünya markalarının neden sahiplenmediğini, bu kadar önemli bir spor olayının nasıl bu kadar yalnız bırakılabildiğini yazdığımda tarih 18 Ekim 2009’du.
Eğer arama motoruna “Dünya markaları uyuyorlar mı - Yonca Tokbaş” yazarsanız, yazımı okuyabilirsiniz. Bence okuyun da.
Bugün bu yazıyı yazmadan açtım okudum, hoşuma gitti.
Tüm hayal ettiklerim gerçek oldu çünkü.
O zamanlar bana “Ne koşuyorsun, madalya mı veriyorlar?” diyenler koşmaya başladı.
“Gelişi dün gibi” dediğim koca yılın geçmek bilmeyen günleri varken, bir baktım gitmesine 1 ay kalmış.
Bu sene şu ana kadar sürekli: “Vay be amma sarsıldık/dalgalandık durulduk/duvara çarptık/topladık/düştük/kalktık/yara sardık/acıdı/geçti/geçmedi/deşti/olan oldu bir kere/çok şükür yine de yaşıyoruz/ölüyoruz” gibi milyar fiili art arda sıralayabileceğimiz bir yıl oldu.
Şu an hatırlamıyorum neredeydi ama yakın zamanda bana “Sen işten ayrıldıktan sonra mı dünya olaylarını kendine dert edindin de yollara düştün” dedi.
“Yok” dedim, “Cümle öyle değil”!
“Ben, kara kutunun içinden çıkınca bu dünyanın hangi derdine umut olurum, ne işe yararım, neler yapabilirim onu gördüm. Dert edinmedim, umutlandım!” dedim. Sonra kendi cümlemden kendim etkilendim. Bir hoşuma gitti o pat diye verdiğim cevap, çünkü tam da öyle. Kalktım bu cümle üzerine kadının harekete geçme ve geçirme gücüne dair 10 milyar cümle daha ekledim, düşündüm notlar aldım, yazdım.
O da yetmedi, bu konuyu herkese her ortamda sürekli söylenen “anda kalmanın önemi” olayına bağladım.
Nereye kafamı çevirsem sürekli “Şekerim anı yaşa, anda kal” deniyor. İyi tamam canım ben de biliyorum “akışta olmak, anda kalmak” nefis, nefis de; sen bana o iş nasıl oluyor onu anlat, onu yaşat çünkü demekle olmuyor.
Ne zaman bir yerde bi “en” var, o yer bir çekim oluşturuyor orası kesin.
Hiç anlam veremediğim bir “Dünyanın en yüksek binası” mesela binlerce insanın görmek istediği bir çekim alanı oluyor.
En hızlı araba var. En büyük göl var, en küçük ada var...
En hızlı maraton da var.
Berlin Maratonu.
En hızlı denmesinin nedeni de, 42 kilometre 195 metrelik maratonda dünya rekorlarının mutlaka orada kırılıyor olması.
Koşanlar aleminde kim Berlin Maratonu’na gidiyorum dese, “ooo dünyanın en hızlı maratonu” dersin, öyle bir ün işte.
Haliç Kongre Merkezi’nin o kocaman sahnesinde, sağımda Ediz Hun oturuyordu, solumda da moderatörlüğümüzü yapan Metro Toptancı Market Genel Müdürü Kubilay Özerkan.
Tüm dünyaya tek anlatmak istediğim şey aslında hep; kalbinin sesini dinlemek, çünkü sadece aklımızı dinlemekten kafayı yedik!
O kalp orada boşuna atmıyor arkadaşlar. Ve dahası, elimden gelse, kalp kelimesi yerine “gönül” veya “yürek” koyarım her yerde.
Gönül aşk ve sevgi gücü, yürek de cesaret anlatıyor bana çünkü.
Nitekim biz de, odağın “insan” olduğu o kongrede, umudu anlatmak için oradaydık.
Hani dünyaya uzaktan bakınca aslında koca evrende ne kadar küçük olduğumuzu anlarız ya, bizler de o koca sahnede tam da öyleydik o gün.
Dünya, evrendeki minicik haliyle ne kadar çok hayat barındırıyorsa, biz her birimiz de kendi içimizde koca bir dünya barındırıyoruz şu küçücük bedenlerimizde.
Her ne kadar birileri tam bilmeden “bunlar daha toplanmaz” dese de, ben onlara bakıp olgunlaştıklarını gördüğüm ve öyle hissettiğim için toplar, tipine göre kimini taşla kırar, kimini çizer, kaya tuzu ile suya koyar, karanlıkta bekletir, rengi dönünce de afiyetle yerdim. Hep yaptım yedim de...
Gelen misafirlere de toplatıp yaptırıp evlerine gönderdim. İçgüdülerim beni hiç yanıltmadı, hatta bu sayede, beni gerçek zeytin ve yağı dostlarına da götürdü.
Ağaçlarım küçük ve az sayıda olunca, canlarını yakmadan, dövmeden, sarsmadan toplamak mümkün oldu. Ağaçlar da coştukça coştu, her sene zeytin veriyorlar.
Geçtiğimiz sene hasat zamanı gidemeyip geç kalınca bütün zeytinler yerlere düştü, çürüdü. Çok üzüldüm.
Üzüldüm çünkü meyve veren bir ağaç ve meyvesini ziyan etmişsin düşünsene.
Tıpkı çocuklarını harcamak gibi...
Sana bakınca; hem kadın, hem doğal, hem organik, hem gerçek, hem eylemi söylemiyle bir; yani hiç “mış gibi”si yok diyorum.
Hem de bizim memlekettensin. Hiç uzak değilsin. İçindensin.
Ben de, sıkışmış olduğum tüm “düzen” baskılarından, etiketlerinden 4 senedir kararlı ve planlı adımlarla özgürleşiyorum. Sen bana zaman kazandırdın. Hiçbir zinciri kırmak, kabuğundan çıkmak kolay değil.
Elalemciliğin bu kadar prim yaptığı bir yerde, kalıp ve tanımların hep siyah/beyaz olduğu, her şeyin doğru/yanlış, iyi/kötü, başarılı/başarısız olarak kestirilip atıldığı ortamlarda kendini doğurmak, yeni başlangıçlar yapmak zor. Ama imkansız değil.
Yolunu buluyorsun elbet. Kendinden başka bir şey olmak zor; neysen o olmak, nasıl istiyorsan öyle yaşamak kolay olmalı çünkü.
Sağ olasın bunları düşündürttün bana.
Seni 20 bin değil, 2 milyon kişi takip etsin isterim.