Paylaş
Pusette bebesi olan tüm anneler bilir, şu anlatacağım sahneyi.
Hani bir an gelir, çocuk artık ne yapsan pusette oturmak istemez ya, işte öyle bir sahne var karşımda.
Çocuk yerinde durmaz, geri döner, ayağa kalkmaya çalışır, ağlar, tepinir.
Rahatsızdır yani. Sıkılmıştır. İlla bir şey olmuştur işte...
Kemerini açmaya kalkar...
Çocuk bıkmıştır artık o şeyde bağlı ve sabit kalmaktan.
Kim bilir belki totosu ağrımıştır. Belki de beli.
Belki de annesinin sürüklediği yöne gitmekten sıkılmıştır.
Belki sen onu soldaki koridora götürürken o sadece orada durmak istiyordur; ama dili yoktur ki kendini ifade etsin.
Zaten ifade etse ne olacak?
Senin yapman gereken neyse onu yapmak zorundasındır o saniye. Acelen vardır.
Mecbursundur o yöne çocuğu sürüklemeye.
Çocuğumun pusetten inesi gelmiş, ne şahane! Bırakayım takılsın modunda değilsindir. Veya bunu düşünecek hâl bırakmamıştır ki dünya sende.
Oysa çocuk çocuktur değil mi?
Hakkı vardır yani sıkılmaya, bunalmaya, bağlı kalmamak için debelenip aslında sana gayet masumca bir şeyler anlatmaya...
Gözüm ister istemez bu duygularla takıldı o anne ve çocuğa.
“Ahanda bir zamanlar ben!” dedim bakıp.
Çocuk debelendikçe kadıncağız ne yapsın, önce eğildi bir şeyler anlatmaya başladı. Yok olmadı.
Kadıncağız da çantasını açtı ve bir atıştırmalık verdi çocuğun eline.
Çocuk yemeye başladı ve anne hızlı adımlarla uzaklaştı.
Birden tüylerim diken diken oldu. Çocuk aç değildi ki!
Eskiden olsa çocuğun halinden aç olmadığını anlamazdım. Varsayardım. Ama şu an anladım.
Çocuğun canı sıkılmıştı. Yorulmuştu.
Tek istediği pusetten inmek ve dolaşmaktı.
Veya bir yere oturmak veya annesinin kucağına gitmek veya eve gitmek veya parka gitmekti belki istediği.
İstemediği tek şey o anda o pusette olmaktı. Ve bir de yemek yemek.
Peki karşılığında ne aldı?
Sus payı olarak yemek.
Al şunu, yediğinle oyalan, sus ve beni daha fazla yorma.
Bir an düşündüm, acaba ben kaç kere buna benzer bir an yaşadım?
Çocukken kaç kere benim başıma geldi?
Buna benzer bir “oyalama” olayını kaç çocuk yaşıyor bu dünyada?
Eve geldim ki haberlerde obez çocuklar ve çocuklarımızın beslenme sorunları...
Gözlerim doldu yemin ederim. Gerçi şu anda da boğazımda bir yumru var.
Biz nasıl bu hale getirildik?
Okuduğum o basmakalıp kitaplar, sağda solda anlatılanlar, anneler olarak birbirimize verdiğimiz örnekleri ve akılları da düşündüm. Resmen midem bulandı.
Nasıl zehirlendik veya nasıl bir çaresizlik içine tıkıldık ki çocuğumuzun “sevgi-ilgi” ihtiyacı yerine atıştırmalık şeyler koyduk.
Çocuklarımız da bizim gibi duygularını yemeye başladılar belki de.
“Hatır için çiğ tavuk yenir” deyimi mesela. O nasıl bir deyimdir!
Özüne, ruhuna, bedenine ters bile olsa ye yani... Kendine zarar vermek pahasına da ye...
Haddinden ve mide kapasitenden fazla doldurulan tabaklar, tokum desen de zorla yedirilen öğünler, sevmediğin yemeği zorla yedirdiğin çocuklar olarak başlıyoruz hayata.
İstemediğin, sevmediği her şeyi yeme yutma kabullenme ile, hayır deme özgürlüğünü elinden alıyoruz daha ilk lokmada. Sonra vay efendim nasıl hayır diyemezsin, hayır demeyi bileceksin filan...
Oldu canım!
Kolaysa sen de!
İçgüdülerimizden uzaklaştırılmak için eğitiliyoruz.
Her şey öyle başlıyor bence.
Gerçek ihtiyacın yerine, oyalamacaların konulduğu sahte bir hayat...
Açlığını, tokluğunu fark edemediğin, bilmem kimi zengin etmek için sonsuz saat çalıştığın, kalan dar zamanında çocuğunla göz teması kurma fukarası olarak ağzına bir şeyler tıkıştırdığın insanlara dönüşmekle başlıyor.
En ciddi sağlık sorunu tabii ki obezite. Duygularımızı yaşamak yerine yiyoruz!
Sevgiye öyle açız ki, ne yesek doymuyoruz.
Canım anne...
Dur bir saniye...
Nefes al...
Kendini yeme...
Bak çocuğunun gözünün içine.
İndir pusetten, kucağına al veya bırak yere.
Git peşinden...
Yüreğinin götürdüğü yere.
Yonca
“tay tay”
Paylaş