26 Haziran 2011
ÇANKAYA Belediyesi yıllardır sessiz dostlara sessizce hayat vermeyi sürdürüyor. Üç bin kapasiteli barınak dolmuş yine sahipsiz hayvanlarla. Üstelik bin 500’dan fazlasını sahiplendirmelerine rağmen...
Barınaktaki köpeklerin 200’e yakını cins, ev köpekleri.
Birileri almış, bir heves...
Bakmışlar ki aldıkları “şey”, ne peluştan bir oyuncak, ne de -ay ne şeker- bir biblo...
Su içiyor, yemek yiyiyor, üstelik çiş filan bile yapıyor. Gezdirmek de gerekiyor her gün...
Aldıkları gibi bırakmışlar sokağa.
Sokakta önce tüyleri, sonra tüm varlığı taraz-turaz olan bir Terrier şimdi barınakta yeni sahibini bekliyor.
İlle cins ya da belli bir tür köpek sahiplenmek isteyenler için, her seçenek var.
Av köpekleri, kurt köpekleri, Husky’ler, hatta Boxer’lar...
Hemen yanlarında bakışları her zaman “cins” sokak köpekleri, güçlü bir çoban köpeği olmaya hazırlanan Çomar’lar da var.
Ve telin arkasında “insan sıcağı” için çırpınan yüzlerce yavru da...
Yaşamım boyunca hep köpeğimiz oldu.
Çok şey öğrendim, onlara dair de, onlardan da...
Evet zordur bakması. Çünkü sevgi zordur zaten; emek ister.
Hani der ya Küçük Prens:
“Gülünü önemli kılan, onu diğer güllerden ayıran, ona ayırdığın zamandır.
İnsanlar bu en önemli gerçeği unuturlar:
Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun...”
Eğer bir köpek sahiplenmek istiyorsanız, ona ömür boyu bakacağınızı, bakmanız gerektiğini bilin.
Bilin ki, o ömür boyu tüm sevgisi, tüm dokularıyla hep yanınızda, tam yanıbaşınızda olacak.
Çünkü o sevgi dolu canlılar, öyle bilir, öyle anlar -sizin üzerinizden- dünyayı...
Siz de öyle bilin.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2011
BİR insanın yaşlandığı, belki de en çok “yaşlanan hatıraları” ile ortaya çıkar. Sanırım en akılda kalan, keyifle anlatılan hatıralar da, okula dairdir. Geride bırakınca, “tatlı” gelir.
Bu mevzuda, “baba kuşağımız”ın ders çalışma anıları, literatürde güzide bir yer tutar:
“Sokak lambalarının ışığında çalışırdık...”
“Dede kuşağı”nın eğitim yıllarında, çocukluklarında ise belki de Edison’a sıra gelmemiş, “havsala müfredatı” o soyut elektrikli meseleyi dışarıda bırakmıştır.
Benim küçüklüğümde ise elektrik, temel olarak “aydınlatma” için kullanılan, buzdolabı ve çamaşır makinesini çalıştıran (bulaşık makinesi yoktu elbette), arada bir insanları çarpan bir şeydi.
Bizim dışımızda evde ses çıkartan tek cihazın “kalem pil” ile çalışan radyolar olması, “elektrik” ihtiyacımızın rahatça aydınlanmaya indirgenmesini sağlıyordu.
Ki, bazen periyodik-sistematik uygulanan elektrik kesintileri, bizim kuşağın çocukları için “ders çalışmama bahanesi”, mumların ışında duvarda elle ya da çarşaf ardında oyuncaklarla kukla imkanıydı.
Doğuştan romantik olanlarımız, mum eşliğinde cep radyosundan “Dinleyici İstekleri”ni de dinlerdi elbet.
Sokak lambası derseniz, sokaklarda lambalar hep yanardı diye hatırlıyorum.
Çünkü “kukalı saklambaç”, “yakantop” geceleri, karanlıkta oynanabilitesi olabilen oyunlar değildi.
Biz geceleri de hemen her oyunu oynayabildiğimize göre, “Sokaklar karanlık değildi”, diyebilir oyundan tümevarımıma güvenebilirim.
O nedenle çocukluğumuzda elektriğin darbesini pek yemedik, denilebilir.
Büyüdükçe, elektrik hayatın her alanına, hatta darbelerle vücuda yayıldıkça anladık, varlığını da yokluğunu da...
Gaz lambasını ise çok sonra, “çok büyüyünce” sevdim.
Metin Altıok’un şiiriyle:
“Çıkarıp yavaşça yüreğimi göğsümden,
sildi bir lambanın isli şişesi gibi
yumuşak tülbendini geçirerek içinden...”
Tüm bu nedenlerle, başarılı kent muhabirimiz Fatih Tekeci’nin manşete taşıdığımız Mamak Dutluk Mahallesi haberi, “dededen-toruna bir zaman tüneli” gibi geldi bana.
“Baba kuşağımız” zaman zaman bakar da Ankara’ya... Yitip gidenlere, değişenlere... Mırıldanır ya:
“Eskiden dutluktu buralar...”
“Şimdi de dutluk bazen” diyorum, mırıl mırıl...
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2011
“GENÇLİĞİMDE -önem sırasına göre- aşka, hayata ve dünyaya karşı hep ayaklandırdı beni bu kıyısız şehir” diye mırıldandı. “Sonra, daraldım. Aslında daraldık, ben ve bu şehir”...
Göğüs kafesinde hapsettiği yüreği, bir iç deniz gibi mahpusluğa alışmıştı artık.
Alışsa da, aritmik nabzını gözle-dışarıdan bile fark ettiği bileklerini ve ellerine meydan okuyan parmaklarını denetleyemiyordu.
Elleri konuşuyordu, dilinden çok.
Uzun gecelerde parmaklıklara kenetlenip, dalıp giden her insan kadar hüzünlü ve neredeyse o kadar normal, alışkındı elleri.
Mahpustu çünkü.
Dışarıda yitirdiği her şey, göğüs kafesinin içinde çırpınıyordu hala:
Parmaklıkların, göğüs kafesinin ardında...
Bir sıkılıp, bir açılan yumruk gibi.
Sözlerinin feri kaçtıkça, gözlerinin feri pırıldıyordu, yağmurda üzerine düşen farla ortaya çıkan kuytu çukurlar gibi.
Tabi ki kendi kendine konuşuyordu bazen.
Sözcüklerinin neferi olmaz, sözcüklerine kendini inandırmazsa, feri nasıl yakalar insan?
Yalnızdı, parmaklıklarının ardında.
Ve şehir öldürülmüştü.
Nazım’ın dizelerini hatırladıktan sonra kurdu bu cümleyi:
“Bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
(...) ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen
yelin içinde sıcak bir francala gibi.”
Lunapark’ta görüntüsünü deforme eden “Kahkaha Aynaları”nın koridorunu, gülümsemeden ve uzun-kısa, şişman-zayıf “kendini” inceleyerek geçtikten sonra, çıkışta duraladı.
Kahkaha Aynaları reyonunun girişinin parmaklıkları, arkasında kalmıştı.
Kapının yanındaki normal aynada -görüntüsünü unutmuş gibi- son bir kez kendine baktı.
Ve çarpışan otomobillerin arasından, Paraşüt Kulesi manzaralı alandan hayal gibi geçerek, kalabalığa karıştı.
Saçları taralı, gömleğinin yakası düzgün, pantolonu ütülü, -gözlerini saymazsak- tam bir Ankaralı’ydı.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2011
BUNCA selden, doludan, yağmurun kente-kentliye, kıra-çiftçiye, plazaya varoşa farklı etkilerinin ardından kimse kızmasın ama... Yağmuru seviyorum. Elbette altyapı sorunları nedeniyle ortaya çıkan felaket manzaralarını değil.
Havayı, gönlü serinleten, sokağı, yeşili, dalı-ağacı yıkıyan-yuğan yağmuru...
“Sıcaklar 35 dereceyi aşacak” diyen meteorolojinin sesi, her yaz sevimsiz geliyor bana.
Yağmuru sevenlere de...
Çünkü biliyorum, yağmuru sevenlerde bir “itlik” var.
* * *
Tom Waits’in albümüne “Yağmur köpeği” adını vermesi ondan.
Yağmurun ardından, köpeklerin elektrik direklerine, ağaç, duvar diplerine bıraktığı işaretlerin yıkandığını, silindiğini anlatıyor Waits...
Ve bu nedenle kaybolduklarını. Evlerini bulamadıklarını...
Sürekli inliyor zaten sesi, şarkılarını söylerken. Hatta uluyor bazen.
Bazen çaresizlikten çığlığı, bazen gökgürültüsü gibi bir gürleme, meydan okuma herşeye...
Bir “itlik” var Waits’de, biliyorum.
Uzaklardan “sesdaş”ı Vladimir Visotski’de de var(dı). Ki, “Yaralı Kurt” diyorlar ona Rusya’da...
* * *
Waits’in sesi, bir ömür viski ve sigaraya yatırarak marine ettiği ses telleriyle mi kasırgaya dönüştü, bilmiyorum.
Ama o puslu, koyu, arızalı sesini, yağmura, sokağa çok yakıştırıyorum.
Her dinlediğimde, gezdiriyor beni. Sokaklarda, hayatlarda:
“Muriel, sen kasabadan ayrıldıktan sonra
tüm kulüpler kapandı
bir sokak lambası daha söndü, ana caddede
dolanıp durduğumuz yerlerde
Kaç kez terketmek istediysem bu kasabayı
saklanmak için hatırandan
ancak öteki viski barına kadar uzaklaşabiliyorum
Ah Muriel...”
* * *
Şarkılarının “malzeme”sini de şöyle özetliyor:
“Bence bütün şarkılarda havadan (iklimden) bahsedilmeli. Sonra şehir ve sokak adları da geçmeli şarkılarda.
Ayrıca bir-iki de denizci bulunmalı. Bence bunlar şart...”
O şehrini “küçük bir damla zehir” eşliğinde seviyor. Ve yağmur yağdıktan sonra, kendini de şehrini de çok daha iyi hissediyor...
* * *
Yağmuru seviyorum.
Ömre değil, hayata değen hallerini...
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2011
ŞAİRLER tuhaftır değil mi... Hem araştırmalara göre, yazarlardan daha genç ölürler. Kimi ömrü boyunca sadece şiir yazar, başka iş yapmaz. Öyle geçinemez; parasızlıktan geçinemez, kendiyle geçinemez, hatta şiiriyle geçinemez...
Kiminin Orhan Veli gibi “evkafta memuriyeti” vardır ama güzel bir havada istifa eder.
Bazısı da önce tiyatro yazarı, gazetecidir, istimi arkadan gelir.
Tam 31 yıl önce 21 Haziran’da hayata veda eden Ahmet Muhip Dranas gibi.
* * *
Az şiir yazmıştır... Ama tadı damakta kalıp, dilden dile dolaşan türden.
Onun şiirinde, “afyon ruhu gibi baygın mahalleler” vardır. “Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar, kapanır daha gün batmadan kapılar”...
Ve hayalinde tek bir çizgi kalır o mahalleden:
“Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye Abla!”
* * *
“Evi kutu gibi küçücük” bir evdir, sarmaşıklar balkonunu örter.
“Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede”, baharla bahçesinde akasyalar açar...
Sokakları yazar, anlatır. Sokakta günü, sokakta geceyi...
“Sokaktan gelir vehimleri”, “sokakta geçer bayramları”. Der ki, sonra:
“Şairi sokak anne büyüttü...”
Ve ekler:
“Unutuş da sendedir, sokak!”
* * *
Sokağı haklı çıkarır da şiirleri, kendini bir türlü haklı çıkaramaz. Derdi değildir ki, haklı çıkmak.
Haklı çıkma ihtirası zaten şairlerin değil, politikacıların derdidir.
Ama onlar unutulur, bazen şairler de unutulur, şiirler, dizeler unutulmaz.
O dizeler sayesinde unutulan sokakları hatırlarız biz de...
Kendi gidip ismi bile yadigar kalmayan, ismi bile değişen sokakları.
“Bulutlara bakıp imrendiğimiz” zamanları, çocukluğumuzu hatırlarız.
Bize tutkunun, sevdanın sıvı ve giderken “bulut” halini hatırlatan, “Fahriye Abla”ları...
Yaşadığımızı hatırlarız, hala yaşadığımızı...
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2011
BU ülkede “asıl”lık zaten müşkül de, “vekil”lik de zor zanaatmiş, aslını yaşayınca...
Seçimlerin hemen ardından yeni milletvekilleri TBMM’de işlemlerini yaptırmaya başladı. Öyle ki, TBMM Şeref Holü’ndeki kayıt mesaisi pazar günü de durmadı.
Vekillerin önüne gelen ilk ikilem, rozet meselesi oldu:
“Altın mı istersiniz, kaplama mı?...”
Vekiller 800 liralık altın rozete pek itibar etmedi.
Bazılarının deyişiyle, “altın suyuna bandırılmış” imitasyon olanını seçtiler.
Ve hızla tamamladılar, işlemlerini...
Bu hız ve görev duygusunun sürmesini dilerken, başka kentten Ankara’ya gelen vekillerin ilk yakınmasına da kulak misafiri olduk.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2011
“NEYİ bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerine? Bugün yine yağmur geliyormuş buraya.
Neden hiç kıpırtı yok belediye meclisinde? Üyeler neden tedbir almadan oturuyorlar?
Çünkü yağmur geliyormuş bugün. Üyeler neden yeni düzenlemeler yapsınlar?
Yağmur geldi mi bir kez, zaten düzeni-düzensizliği o sağlar. (Odur kabahatli, o olur herşeyin suçlusu, bize ne...)
Ünlü konuşmacılarımız nerde peki, neden her zamanki gibi söylev çekmiyorlar?
Çünkü yağmur geliyormuş bugün, yağmur, sağanak pek aldırmaz lafa söze.
Neden bu beklenmedik şaşkınlık, bu kargaşa? (Nasıl da asıldı yüzü herkesin!)
Neden böyle hızla boşalıyor sokaklarla alanlar, neden herkes dalgın dönüyor evine?
Çünkü hava karardı, yağmur yağmadı. Ve haberlere göre, yağmur diye bir şey yokmuş artık.
Peki, biz ne yapacağız şimdi yağmur, sel olmadan? Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza...
¡ ¡ ¡
Mazur görün beni...
Constantino Kavafis’in her okuduğumda, mırıldandığımda yeniden hayran kaldığım o mükemmel “Barbarları Beklerken” şiirinden mülhem, dün yine grileşen havada, gökyüzünden inip kenti basan o koyu bulutların altında “Yağmurları Beklerken”i düşündüm.
Haddim olmadan, “barbar”ı “yağmur” yaptım.
Çünkü, yıllardır öyle Ankara’da.
Kimse her yağmurda göle dönen alt geçitlerde sorun olduğunu kabullenmez. Üstüne bile alınmaz...
Selin, adına ne derseniz deyin; mazgalların, ızgaraların, rögarların yetersiz/düzensiz olduğunu, ihtiyacı karşılamadığını filan söylemez.
Çünkü yağmur, zaten “bir çözümdür” yerel yöneticiler için.
Aniden bastırmıştır, mevsim ortalamalarının bilmek kaç katıdır, doludur-boştur... Sıralanır mazeretler, bahaneler teker teker.
¡ ¡ ¡
Bazen de tersi olur, “yağmuru beklerken...”
Yağmaz, dört yıl önce olduğu gibi.
Susuzlukla kavrulur, kesintilerle boğuşur yaz boyu Ankara.
Sorun bu kez de yağmayan yağmurdur.
Kimi yağmur duası önerir, kimi -hiç işe yaramayacağı bilinmesine rağmen- yağmur bombası...
Sorun da, sorumlu da yine “yağmur”dur.
¡ ¡ ¡
Madem Kavafis ile başladım, yine onun dizeleriyle bitireyim:
“Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet.
Aklım daha nice kalacak bu çorak ülkede.
(...) Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın.
Bu kent peşini bırakmayacak. Aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede yaşlanacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Bu kenttir gidip gideceğin yer. Bir başkasını umma...”
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2011
SAVUNMA mekanizmaları, bilinçli ya da bilinçsiz bir çok insanın kalkanı. Bir huy, stil değilse ya da bu mekanizmalar vahim durumlarda kullanılmıyorsa, hoş da görülebilir.
Özellikle çocuklarda...
Uçurtmayı Vurmasınlar’ın küçük kahramanı Barış’ın (Ozan Bilen) “Ben yapmadım miki yaptı” repliği hoşgörülmekten öte, sıcacık bir tebessüm de yerleştirir insanın yüreğine.
Ama her koşulda/durumda “savunmaya geçmek” ve bu amaçla türlü savunma mekanizmalarını kullanmak sorundur.
Hele kurumsal düzeyde olursa...
Çünkü alınması gereken tedbirleri geçiştirir, çözümü öteler.
Başkent’te, hatta ulusal politikada bu durumu sık yaşıyoruz.
Ne zaman yağmur ya da kar esir alsa şehri (ki hep alır), ya da misal metronun yapımı gecikse, trafik tıkansa, suyla ilgili bir tartışma çıksa, Başkan Gökçek de, diğer yetkililer de hemen bu “mekanizma”yı çalıştırır.
Bir bakarsınız Ankara’nın suyu tartışılırken mevzu bir anda İzmir’in arsenikli suyuna kaymış...
Öte tarafa bakarsınız, 17 yıldır vaat edilen metro hükümetin yetkisine kaydırılmış... Eğer başka projelerde kayma varsa, ondan da idari yargı sorumludur.
Diğer tarafa bakarsınız ki sel basmıştır oraları... O zaman da önce doğadır kabahatli, olmadı Çankaya Belediyesi hatta sokağa çıkan vatandaş filandır.
Yeri gelmişken, bir kaç savunma mekanizmasına kısaca ve genel olarak göz atmakta beis yok.
“Yansıtma mekanizması”nı “bireyin kendi hatalarını, kusurlarını başkalarında görme davranışı” olarak tanımlıyor psikoloji.
Yani hataların, yenilgilerin, başarısızlıkların sorumluluğunu/suçunu başkalarına yükleme meselesi...
Sık rastlananı, sınavda başarısız olan öğrencinin başarısızlığını öğretmene yüklemesi gibi...
Bir diğeri ise “inkar mekanizması”... bu da “bir sorunun, bir olayın varlığını bilmezden/anlamazdan gelme” ile ortaya çıkan “inkar”dır ki... En kıymetli örneği, çayda radyasyon tartışmalarında ekranın önünde çayını yudumlayan “bakan”dır
“Mantığa büründürme” de, günlük hayatta en sık karşılaştığımız mekanizmalardan birisidir. Birey,
yapamadığı, başaramadığı şeye bir tür “mantık kılıfı” bulur ve davranışını makul göstermeye çalışır. Bu, “neden bulma mekanizması” ile birlikte, daha da kullanışlıdır.
Eh, ya bizim toplu mekanizmalarımız...
İsteklerimizi, tepkilerimizi, kızgınlıklarımızı ona neden olan kurum ya da yetkililere değil, zarar gelmeyecek, daha figüran ya da ilgisiz yerlere yöneltiriz.
Yöneticisine, müdürüne kızanın hıncını karısından çıkarması, bir emeklinin koca bir kurumsal sistemin hesabını o kurumun dış kapısındaki hizmetliden sorması da bizim “hal”lerimizdir.
Ki buna da, “yön değiştirme” ve hatta giderek “yönünü kaybetme” denir.
Yazının Devamını Oku