Yaşar Sökmensüer

Mahalleyi hatırlamak

21 Temmuz 2011
DAHA önce semt gazeteleriyle de “mahalle”ye ulaşan Ankara Hürriyet, bu kez de “özel dosyalar” ile sokakları dolaşıyor.

Kent gazeteniz, birlikte nefes aldığı “mahalle”leri değişik periyodlarda esnafı, firması, ticareti, hayatı, nefesi/nefes darlığı ile de “dosyalar” halinde evinize getirecek.
“Mahallede Hürriyet” ile...
Bu sadece caddelerin, sokakların sayfalara yansıması değil, “mahalle” kavramının üzerini örten külün de üflenmesi aslında.
Çünkü yiten komşuluğu, yok edilen hafıza mekanları, esnafıyla unutuldu mahalle...

* * *

Unutuldu... Anlamını bilmeyene de Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne bakmak kaldı.TDK “mahalle”yi, “Bir şehrin, bir kasabanın, büyükçe köyün bölündüğü yapı bölgeciklerinden ve insan topluluklarından oluşan en küçük parçalardan her biri” olarak tanımlıyor.

* * *

Ama niyetim. “mahalle”nin en küçük idari birim olduğundan filan söz etmek, değil. Yani “muhtariyet” değil, derdim.

Yazının Devamını Oku

Ağaç yaşken eğilmiyor

20 Temmuz 2011
BAHAR geldi mi “budama paniği” sarar, çevreci kentlileri... Yaz geldi mi de, “Kurudu” bahanesiyle kesilen ağaçlar.
Çoktur bahanemiz. “Polen, alerji” der, kavak ağaçlarını deviririz.
Apartmanca imza toplar, “Manzaramızı kapatıyor” gerekçesiyle kestiririz, 20 yıllık dutu, kirazı...
Kolaydır bizde ağaç kesmek.
Batı’da ise, bir çok “vandallık” gibi o da sıkar.

Kanada’dan bir okurumuz yazmıştı, aktarıyorum:
“Evimin önünde iki ağaç var.
Ağaçların ikisi de elektrik tellerine değdiği için daha önce üstleri eletrik üretim firması tarafından budanmış.
Ayrıca ağaçlar kurumuş.
Uzaktan da olsa güzel bir deniz, geceleri ışıl ışıl görünen köprü manzarasını görmemi engelliyor.
Bunları kestirmek için ağaç kesen üç özel firma ile ayrı ayrı görüştüm ve fiyat aldım.
Üçü de belediyeden izin almam gerektiğini söyledi.
Belediyenin yazılı iznini vermeden kesim işlemini yapmayacaklarını...
Belediyeyi aradım.
Elektrik telleri ile ilgili sorundan dem vurarak izin istediğimi söyledim.
Adımı, telefonumu ve adresimi aldılar.
Ertesi sabah saat 09.00 da Belediye’de çalışan bir bayan evime geldi.
Ağaçları kontrol etti ve izlemem gereken prosedürün birkaç gün içinde yazılı olarak elimde olacağını belirtti.
Üç gün sonra belediyeden gelen postadan doldurmam gereken bir form çıktı.
Formda, kestirmek istediğim iki ağacın hemen sağında ve solundaki iki ev ile, ağaçların tam karşısındaki iki evin kapı numaraları belirtilmişti.

Mektupta bu ağaçların belediye ile birlikte kamuya da (yani bana ve komşularıma da) ait olduğu vurgulanıyordu.
Ağaçların kesilmesi için sadece belediyeden izin almamın yetmeyeceği de...
Kesilmeleri için toplam dört evin sahiplerinden de izin almam gerektiği belirtiliyordu.
Bu dört evden imzalı izni formla birlikte göndermem gerekiyordu.
Bitti sanıyorsanız, daha yeni başlıyor.
Formda ayrıca, kestiğim iki ağacın yerine en az iki ağaç dikmem gerektiği büyük harflerle ve altı çizili olarak yer alıyordu.
Dikilebilecek ağaçların cinsi, boyu, vs.. de formda belirtiliyordu.
Ayrıca 200 dolar da depozito isteniyordu.
Eğer formu doldurur, izin alır ağaçları kesip yenisi dikmezsem o zaman belediye bu parayla ağaç alıp oraya dikecekti.
Eğer ağaçları dikersem, depositoyu iade ediyorlardı...”

Bakın çevrenize...
Hani, “Ağaç yaşken eğilir” de, bu denli kurumuş yetişkin/erişkin gönüller, onları nasıl eğitsin.
Yazının Devamını Oku

Kızlara müjde sünnet oldum

19 Temmuz 2011
OKULLAR kapandı. Geldi, sünnet zamanı... Hemen her an, karşılaşıyoruz çocuğu sünnete götüren ya da sünnetten getiren otomobillere... Hatta konvoylara.
Sünnet düğünü özgün ve tarihi bir gelenek elbette.
Öyle ki, “Surname”ler, yani “düğün kitapları” bile tarihteki sünnet düğünlerini yazar.
Hükümdar şehzadenin sünneti ile ilgili buyruk verir şairlere:
“Tez şiiri yazıla!”
Bu da yetmez.
Resmi, minyatürü yapılır sünnetin.
Prof. Dr. Günay Kut, 3. Ahmed’in oğullarının sünnet şöleninde tam 150 hekim olduğunu aktarır. Şunca(cık) işe onca hekim...

Biz de abartıyor muyuz bazen?
Minyatür yerine teknoloji...
Bakarsınız, sünnet TV’den naklen yayınlanır.
Ünlü Kemal Özkan özel uçakta yapar sünneti... Herhalde yerçekiminden ne kadar uzaklaşırsanız, o kadar hafifliyor iş.
Olmadı, ayağa kaldırılır tüm mahalle.
Şikayet yağar okurlardan. Geceyarılarına kadar süren davul-zurna, elektronik bağlama sesinden...
Desibeli illa ki yüksektir sünnetin.
Belki de çocuğun çığlığı, anca öyle bastırılır.

Sadece ses mi?
“Sünnet makam arabası”nın plakası şu yazılarla kapatılır:
“Kızlara müjde.
Bekleyin geliyorum.”
Arabadan yayılır müzik:
“Yakalarsam muck muck...”
O “hazırdır” ya artık, “operasyonel” olarak kızlara...
Kızlar da yavaştan hazırlanmalıdır.

Eskiden böyle değildi. Şimdilerde bir çok örnekte, “cinsiyetçi bir şölen” oldu sünnet.
Ve böylesi törenlerle “tek yönlü cinsellik”in, bir sonraki kuşak için de “erkek egemenliği”nin yeni tohumları atılmaya başlandı.
Örneğin kral gibi giydiriliyor çocuk.
Başına taç takılıyor.
Eline “asa-sopa” veriliyor.
Ardından “Kızlar geliyorum”...
Yani “Diz çökün”.
Ne diyor ünlü sünnetçi Kemal Özkan:
“Benim kestiğim çocuk zampara olur.”
Yarın bu küçük mevzuya devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Simitle gelen

18 Temmuz 2011
“SENİN şehrinin sabahlarında martılarla paylaşılan simitler bile yok, sığamam demiştin...” Ne zaman bir simitçi geçse sokaktan, ne zaman özlesem İstanbul’u Fersan Önder’in dizelerini anımsarım.
Ama bugün şiiri, simitçi getirdi.
* * *
O, beş yıldır Dışkapı Hastanesi’nin önünde. Ayazı sıcağıyla bin 500 gün...
Simit satıyor, Bedri Bademci.
Beklemek, öyle beklemek zordur da, beş yıl her gün geçim için bekleyip “günü kurtarmak” daha başka.
Ötesi, hastanede her gün başka “bekleyenler”e, kuytulara sokulup da derman arayanlara tanık olmak da var.
Bademci, bunu hissetmiş, düşünmüş ve tezgahının ardına bir kitaplık eklemiş.
Bekleyenler okusun diye...
* * *
Simitçiler, ister sabit, ister seyyar kentin farklı, enteresan silüetleridir hep.
Bahar, yaz sabahında, açık pencereden odaya dolan sesler uyandırır bazen insanı.
İçeri sızan tüm sesler arasında en kızılmazı, belki de simitçidir.
Çünkü sesi, simitin kokusunu, susamını da getirir.
Yetişir, seslenirseniz pencereden.
Sabahı, sıcacık yeni bir güne dönüştürür, ayar yapar hayallerinize...
Bazen “Ben sizin sokağın simitçisiyim” dercesine, sesine ton, sedasına nota, kelimelerine aksan verir.
“Taze gevrek” de olur güftesi, “fırından akşam simidi” de... Mutlu olursunuz. Bir seyyar nidası değil, nağmedir sokaktan.
* * *
Ve eğer sabahsa, sıcaksa, yazsa...
Simitler mutfak masasında dinlenirken, yüzüne bolca su vurmalı insan.
Denizi olmayan kara insanlarının, bir avuç suda mutlu olması gibi... Ve gecesinden, “dünkü” rüyasından, yeni güne uyanmalı.
Sonra çay sigarayı getirirse, radyoyu açmalı. (Kaldı mı radyo evinizde?)
Erken bir sabah türküsü bulmalı.
İçinden dereler, dağlar, yaylalar geçen, çeşmesinde kızlar salınan bir türkü...
İkinci bardakta demini almalı, yerleşmeli çay. Tam o an, bir şiirin son dizesine aranan kelime bulunmalı... Ve koridorda, yeni uyanmış yarin adımları salınmalı.
* * *
Sonra simitçinin sesi, çayın sıcağı, türküleri ile başka bir gün başlamalı.
Başka bir kendimizle, sokağa çıkmalı...
O an ne martılar uzakta, ne denizler.
Yazının Devamını Oku

İnadın apoleti

17 Temmuz 2011
BAŞKENT’in logosu olan kedinin adı Misket ise, ambleminin adı da “İnat”tır artık. Çünkü 16 yıldır, ne valiler, ne mülkiye müfettişleri...
Ne idare mahkemelerinden Danıştay 1. Dairesi’ne kadar bu amblemi yasaklayan yargı kararları...
Ne de ambleme karşı toplanan 200 bine yakın Ankaralı’nın imzası, 16 yıldır bu inadın “korsan” bayrağını indirebilmiştir.
Evet, 16 yıl önce doğumu itibarıyla “korsan”dır bu amblem. Çünkü Ankara Valiliği’nin izni-onayı olmadan apar-topar alınmıştır karar.
Fıskiye için referandum yapan belediye, bir Allah’ın kuluna sormadan, kentin tüm karar mekanizmalarını yok sayarak, emrivaki yapmıştır./images/100/0x0/55ead042f018fbb8f8985b23
* * *
Ambleme karşı davalar açılmış, 175 bin imza toplanmıştır bir kaç günde.
İçişleri Bakanlığı önce inceleme, sonra soruşturma başlatmıştır amblem hakkında. Hem de Danıştay 1. Dairesi’nin, soruşturma izni verilmemesine ilişkin kararı oybirliğiyle kaldırmasıyla...
Valilik İnceleme Kurulu, geri çevirmiştir önceki gün güya rötuşlanarak yeniden dolaşıma sokulan amblemi.
Başkent’i simgelemediği için...  Ve aynen şu kaydı düşmüştür:
“Bu amblem tescil edilmediği halde 1995 yılından beri kullanılmaktadır Tescili için ilgili mevzuata uygun olması zorunludur. Ama mevzuatın dört fıkrasına uygun değildir ve kullanımı, tescili mahzurludur.”
Bu karar devletin her birimini temsil eden bir kurul tarafından alınmıştı o dönem. Hem de oybirliğiyle...
* * *
Dönemin valisi ta 1995 yılında uyarmıştır:
“Asarsanız toplatırım...”
İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın imzasıyla amblemin asıldığı yerlerden kaldırılması istenmiştir.
Ama vız gelmiştir, bu talimatlar.
* * *
Defalarca TBMM gündemine taşınmıştır, amblem inatlaşması... Sorunun AİHM’e götürülmesine ramak kalmıştır.
Sonunda Ankara 3. İdare Mahkemesi, Hitit Güneşi’ni Atakuleli camili amblemle değiştiren Belediye Meclisi kararını şu vurguyla iptal etmiştir:
“Büyükşehir’in Hitit Güneşi amblemini değiştirme amacına yönelik savunması inandırıcı ve hukuka uygun değildir. Amblemin değiştirilmesinde kamu yararı yoktur ve değiştirme kararında hukuka uygunluk bulunmamaktadır...”
Yargının bağlayıcı bu kararı üzerine Başkan Melih Gökçek de belediyenin tüm birimlerine aşağıdaki yazıyı göndermiştir:
“Amblemi yazışmalarda ve belediyeye ait imalatlarda kullanmayın.”
Ardından da aynen şu açıklamayı yapmıştır:
“Ben beğenmesem de mahkeme kararlarına uyarım. Bundan sonra yeni yapılacak yerlerde amblem kullanılmayacak...”
Ama amblem aynen sürdürmüştür varlığını ve önceki gün “yeniden” doğmuştur.
Kaldırılan, yasaklanan ama iki yıl öncesine kadar varlığını koruyan amblem inadın rozetiydi.
Şimdi eski amblem, iki yıldız eklenerek inadın apoleti olmuştur. O kadar!
Yazının Devamını Oku

Siyam Balığı gibi yaşıyoruz

16 Temmuz 2011
GENÇ, başarılı muhabirimiz Gamze Kolcu’nun bugün sürmanşetimizdeki haberi, psikolojimizin ne kadar bozulduğunu ortaya koyuyor. Prof. Dr. Cengiz Kılıç, her beş kişiden birisinin ruhsal açıdan rahatsız olduğunu belirtiyor.
Ama daha ötesi ya da vahimi, 100 hastadan sadece 15’inin psikolojik yardım alması.
Kimi kendince “etiketlenmemek” için gitmiyor hekime.
Kimi çeşitli nedenlerle hekime ulaşamıyor.
Bazısı da, kendisinde bulunan yükseklik korkusu, klostrofobi gibi rahatsızlıkları, “huy”u, kişisel özelliği sanarak, o korkuyla yaşamaya çalışıyor.

Belki de bu nedenle, kınından çekilmiş eğri kılıç, namluda paslı kurşun gibi gezen silüetlerle karşılaşıyoruz her an.
Bazen sokakta, kuyrukta, taşıtlarda, bazen futbol sahasında, bazen parti koltuğunda...

Francis Ford Coppola’nın Rumble Fish (Siyam Balığı) filmini hatırlıyorum.
Film siyah-beyazdı.
Sadece, öfkeyi, kavgayı simgeleyen ve akvaryumunda kendisinden başka hiç bir türdeşine yaşam şansı tanımak istemeyen Siyam Balığı, kan kırmızısıydı.
Filmde, öfkenin, kavganın sembolü olan kırmızı Siyam Balığı’nın dışında, hayatı tümüyle siyah-beyaz gören bir insan anlatılıyordu.
İnsanın “vahşi” doğasında nelerin saklı olduğu...
İçimizdeki “öteki” insan, aktarılıyordu perdeye.

Elbette sadece öfkeyle dışavurmuyor ruhsal rahatsızlık.
Borderline ya da “sınır kişilik”, çağımızın hastalığı. Aslında bir “kent hastalığı” demek yanlış değil.
Psikiyatristler çarpıcı belirtilerini şöyle sıralıyor:
Sürekli duygusal çelişki yaşamak. Birini severken bir anda nefret etmek, sakin dururken birden sinirlenmek.
Aşırı sevgi ihtiyacı. Yoğun yalnızlık ve terkedilme korkusu.
Dengesiz davranışlar nedeniyle sosyal iletişim kuramamak.
Kronik boşluk duygusu.
Paranoya, insanlara güvenmeme.

Ve paronaya, kentlerde hayali düşmanlar yaratıyor insanlara.
Atışlı tatbikatlarda, “hayali düşman” vardır ya. “Hedef” belirlenir, tüm radarlar “hayali düşman”a kilitlenir ve ardından başlar füze yağmuru...
“Hayali düşman”, kent hayatının en hayati tehlikesi.
Kimi şoföre düşman, kimi müşteriye, kimi uzun saçlıya.
Bazısı hayvansevere öfkeleniyor, başkası simitçiye, o ise zabıtaya.
Önce içi daralıyor, sonra dünyası...
Dar yaşıyor kenti, hayatı.
“İşten-eve, evden-işe”, oradan da depresyona, öfkeye, düşmanlığa...
Ve hep birlikte bozuluyor psikolojimiz.

Yazının Devamını Oku

Genelev’e genelleme

15 Temmuz 2011
“SON ev” manşetimizde... Geçen yıl başlayan Genelev yıkımında sona gelindi.
Epey gündeme geldi bir yıl boyunca, ama hep kıyısından, ufak ufak konuştuk, tartıştık.
Çünkü bazı konuları erkek geyiğinde saatlerce “muhabbet” vesilesi yaparız da, öyle uluorta, gazetede, ekranda filan konuşmak olmaz.

Ben diyorum ki, yüzümüze vura vura konuşalım, giderayak.
Hani mesela, “ilk kez nasıl milli olduk” ondan konuşalım. Daha erkeksi, daha kıyak olur “muhabbet”imiz.
Hem güleriz de biraz.
Tarihi oynanmış pasoyla mı girdiniz lise birde, ah nerede kapıyı aralayan o eski “bekçi amca”lar?
“Randevu evi” miydi sizinkisi, benimkisi Şaşı Semiha...
Aslında tavana bakıyormuş, ben gözlerime vuruldu sanmıştım da, o gazla atlattım ergenliği...
Sözün bittiği yere geliyoruz yavaş yavaş...
Yine pespayeleştik mi biraz.

İyisi mi şiire sığınalım, Edip Cansever’den dizelere bırakalım “mesele”yi. “Ben değil, Edip, şair diyor” der, geçeriz.
Ben sıralayayım öyle, siz ister alın/ister alının, ama unutmayın “sicil”imizi...
“İnsan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü
Kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
Anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
Evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
(...) Girdim ki içeriye yıllardır soyunuyordunuz
Ve işte giyiniyordunuz yıllarca
Bir Mısır, bir Roma, belki de bir Yunan elleriyle
(...) Ağzımız koksun, ama koksun, biz iğrençliğe de varız
Yatalım, leş gibi yatalım, öylesine alıştığımız ki bu
Bir yılan, bir fare, bir deliği kapasın bu
Sadece bu.
Bak göreceksin nasıl da ayrılmak istiyoruz sonra
Nasıl da kaçmak istiyoruz birbirimizden
Sanki bir güzelliği ödüyoruz
Belki bir güzelliği ödüyoruz.
Evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü ki vücutlarımız...”

Ya işte böyle; “kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor” onların yaşadıklarına.
Kimi “Hiç gitmedim, gider miyim hiç oralara” diyor, “Kimi gittim ama sadece gezdim”...
“Ben biliyorum yalan mı, siz de biliyorsunuz”...
Değil mi?
Yazının Devamını Oku

Dylan ve Baez üzerinden ömür

14 Temmuz 2011
BİR buçuk ay oldu, Bob Dylan 70’ini kutlayalı... Dylan ve yaş 70’i, 20 yıl önce yanyana getiremezdim.
Şimdi getirebiliyorum...
Ve mırıldanıyorum:
“Ne çok yıl olmuş...”

Bob Dylan’ın yarım asırlık şarkısı, Blowin’ in the Wind’indeki gibi.
Esen yelde kalmış yıllar, yanıtlar...
Kendisinden sonra belki de en çok Joan Baez’e yakışır o şarkı.
Donna Donna ile birlikte, Ankara’da eski A Bar’ın ve yeni yeni öğrenilen “ispanyol” gitarların ‘demosu’ olmuştu, yıllarca.
Semboldü Baez.
Öyle ki Ankaralı “müzikal kuşaklar” bir dönem -neredeyse-, Baez’in Efes konserine gidebilenler-gitmeyenler olarak ayrılırdı.
Türkiye’ye son gelişinde, ruhunu dinlendirmek istediğini söyledi.
“Doğum”u ve “ölüm”ü sorguladığını...
Sonra gazetelerden okumuştum.
Baez, 93 yaşındaki annesiyle yaşıyormuş artık.
California’da... Anne hala sağ mıdır, bilmiyorum.
Bildiğim... Dylan’ın sevgilisi, müziğin, mücadelenin, doğanın çıplak ayaklı asi kadını, annesinin yanına dönmüş.
Onu kır ve kısa saçlarıyla, dizlerini karnına toplamış, ana rahmine dönüş görüntüsüyle tasarlamaya çalışıyorum.
Ruhunu dinlendiriyor ana yamacında...
Doğumu, ölümü sorguluyor.
Huzurlu mudur, acaba...

Bir dönem vergi vermeyi reddeden, savaş karşıtı festivallerin, gösterilerin değişmez sesi, protest müziğin kızılderili-roman-meksikalı melezi Baez, yorulmuş.
Ruhu yorulmuş.
Belli ki yaş aldıkça, umudu eksilmiş.
Noksan kalmış, çevresini kuşatan ağır hayata karşı.
Yet(e)memiş.

O halini görsem, “Sizi anlıyorum” derdim, herhalde.
Ne diyeyim başka?
O ise Edip Cansever’in dizelerine benzer bir duyguyla yanıtlardı belki, onu anladığını sanan kuşağı:
“Bıkmıştım, kediler damlarda vardı
(...) Bugün hepimiz noksan.
Bugün hepimiz noksan.
Yorgundum, uzakta güller vardı
Yeni bir gül oluyordu bir gülün oynamasından
(...) Sizi anlıyorum
- Ne çıkar bizi anlamaktan.”

Ömürler, hep başka insanların ömürleri üzerinden hesap edilir.
Sonra, “hepsi noksan”...
Yazının Devamını Oku