BUNCA selden, doludan, yağmurun kente-kentliye, kıra-çiftçiye, plazaya varoşa farklı etkilerinin ardından kimse kızmasın ama... Yağmuru seviyorum.
Elbette altyapı sorunları nedeniyle ortaya çıkan felaket manzaralarını değil. Havayı, gönlü serinleten, sokağı, yeşili, dalı-ağacı yıkıyan-yuğan yağmuru... “Sıcaklar 35 dereceyi aşacak” diyen meteorolojinin sesi, her yaz sevimsiz geliyor bana. Yağmuru sevenlere de... Çünkü biliyorum, yağmuru sevenlerde bir “itlik” var. * * * Tom Waits’in albümüne “Yağmur köpeği” adını vermesi ondan. Yağmurun ardından, köpeklerin elektrik direklerine, ağaç, duvar diplerine bıraktığı işaretlerin yıkandığını, silindiğini anlatıyor Waits... Ve bu nedenle kaybolduklarını. Evlerini bulamadıklarını... Sürekli inliyor zaten sesi, şarkılarını söylerken. Hatta uluyor bazen. Bazen çaresizlikten çığlığı, bazen gökgürültüsü gibi bir gürleme, meydan okuma herşeye... Bir “itlik” var Waits’de, biliyorum. Uzaklardan “sesdaş”ı Vladimir Visotski’de de var(dı). Ki, “Yaralı Kurt” diyorlar ona Rusya’da... * * * Waits’in sesi, bir ömür viski ve sigaraya yatırarak marine ettiği ses telleriyle mi kasırgaya dönüştü, bilmiyorum. Ama o puslu, koyu, arızalı sesini, yağmura, sokağa çok yakıştırıyorum. Her dinlediğimde, gezdiriyor beni. Sokaklarda, hayatlarda: “Muriel, sen kasabadan ayrıldıktan sonra tüm kulüpler kapandı bir sokak lambası daha söndü, ana caddede dolanıp durduğumuz yerlerde Kaç kez terketmek istediysem bu kasabayı saklanmak için hatırandan ancak öteki viski barına kadar uzaklaşabiliyorum Ah Muriel...” * * * Şarkılarının “malzeme”sini de şöyle özetliyor: “Bence bütün şarkılarda havadan (iklimden) bahsedilmeli. Sonra şehir ve sokak adları da geçmeli şarkılarda. Ayrıca bir-iki de denizci bulunmalı. Bence bunlar şart...” O şehrini “küçük bir damla zehir” eşliğinde seviyor. Ve yağmur yağdıktan sonra, kendini de şehrini de çok daha iyi hissediyor... * * * Yağmuru seviyorum. Ömre değil, hayata değen hallerini...