7 Haziran 2011
BEŞ yıl olmuş, gideli... Kemal ile paylaştığımız günler, anı bile olamayacak kadar taze de...
Dünyaya veda ettiği günü unutmuşum.
Hatırlansa, hatırlatılsa da bazen ne fayda...
Bellekte yeniden üretilemiyorsa anılar, bazen “dua” da kifayetsiz kalıyor yaşananları hatırlamaya...
* * *
Kemal Saydamer ile Yedi Göller’de, ardından Amasra Çakraz’da “mola”larımız olmuştu.
Hayata, hayatın lezzetine zarif katkıları ile hatırlıyorum hep.
Çakraz’da standart motel kahvaltısını her sabah farklı bir “brunch”a çevirmesini mesela.
Pideciye tarifle, pide üstü tereyağlı-yumurtalı-peynirli-biberli omlet mi... O küçük kıyıda yaz üstü nereden bulduğu belirsiz, taze portakal suyu mu...
Gittiğimiz her mekanda, aşçıya, garsona “sanat” öğretirdi usanmadan.
* * *
Beş yıl önce, gittiğinde yazmıştım.
Çakraz’da bir akşamüstü, aniden kayboldu ortalıktan.
Köprü tarafına yürüdüm, küçücük yer zaten Çakraz. Kimse saklanamaz, kaybolamaz birbirinden.
Baktım, herzamanki gibi tez hareketlerle geliyor.
Akşamüstü küçük derede, mahut korosuna başlayan kurbağaları dinlemeye gitmiş.
“Kurbağalara bakmaktan geliyorum...” demişti, çocuksu bir tebessümle...
“Biliyor musun, Edip Cansever’in şiiri o” demiştim ben de:
“Kurbağalara bakmaktan geliyorum
Sanki böyle niye ben oradan geliyorum
Yoruldum! bunu sanki biri söyledi...”
Hani diyor ya başka bir şair:
“Küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce
öldü, kim ısıtır artık onun ellerini
suların aynasında üşüyen ellerini
suların saygısıyla üşüyen ellerini...”
Öyle belki de.
Kalan için de, giden için de...
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2011
BAZEN bir şehrin, bir ilçenin, bir semtin yanına “Nesi meşhur?” sorusunu ekleyemezsiniz. O şehir, o ilçe, o semt, talihsiz, ağır, unutulmaz, tarihe leke gibi düşen bir “milat”a mekan olmuşsa...
Sivas katliamı, Susurluk “kaza”sı, Bahçelievler’de TİP’li 7 gencin öldürüldüğü 15. Sokak...
Ve “meşhur” Kudüs Gecesi’nden 4 gün sonra caddelerinde yürüyen tankları ve ardından da 28 Şubat’a “gerekçe olan” Sincan vakası...
Öyledir ki, artık o şehir, o semt, o sokak toplumsal bellekte bir “olay mahalli” olarak yer alır.
Seçici toplumsal hafızanın bir şehre, bir ilçeye, bir semtin sakinlerine yaptığı en büyük haksızlık belki de budur.
Çünkü şehir, sokak masumdur.
Ama öyle yer etmez hafızada.
Nitekim, Sincan’ın eski belediye başkanı Hasan Altın, 2007 yılında, yani aradan 10 yıl geçmesine karşın ilçesinin hala imaj sorunu yaşadığını vurgulamıştı.
Ve bu nedenle Sincan’daki Kudüs Gecesi’nde “intifada”, şeriat çağrılarıyla gündeme gelen “oyun”un sahnelendiği tiyatroyu, Anton Çehov’un eserlerine açtığını söylemişti.
“Sincan vakası”ndan 14 yıl sonra da dönemin sabık Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız konuştu.
“Üzüntülüyüz, kullanıldık” dedi.
Bugün ise, manşetimizde Deniz Gürel’in haberi var.
4 Şubat 1997 sabahı tankların önünden geçtiği, ilçenin ortasında “Mad Max” filmlerini andıran hurda görüntüsüyle duran silolar kaldırılıyor.
Siloların kalkmasıyla, 25 dönümlük bir alan yaratılıyor.
Oraya bir park yapılacak. Adı ise büyük olasılıkla “Demokrasi Parkı” olacak.
Sincan Belediye Başkanı Mustafa Tuna, “Adının Demokrasi Parkı olması yönünde yoğun bir talep var. Nihai kararı halkımız yapılacak anketle verecek” diyor.
Demokrasi Parkı’nın adını da, demokratik bir yolla alması güzel.
Konu bence, sadece Sincan’ın adının “temize çekilmesi” filan değil. Çünkü kentler, ilçeler, sokaklar zaten masumdur.
Önemli olan orada ve o vesileyle yaşananların, bugün “demokrasi” adına kayda geçirilmesi...
Yalnız bu, oraya sadece park yapmak/park etmek, adını demokrasi koymak ile olmaz elbette.
O parkta özgürce yürüyebilmek, oturabilmek, konuşup-tartışabilmek, orada yapılacak kültür evi, amfi tiyatro ile “demokrasi”yi yaşayan bir kavrama dönüştürmek, havası, atmosferi ile her an “demokrasi”nin kulaklarını çınlatabilmek de gerekir.
İşte o zaman yürür orada, demokrasi...
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2011
ÇARŞAMBA geceyarısı, saat 03.36...
Pencereden sızan yağmur ve leylak kokukusuyla gecenin, sessizliğin keyfini çıkarıyorum.
Emek 4. Cadde taraflarından bir otomobil alarmı başlıyor.
Susmuyor dakikalarca...
Hırsız için bestelenmiş müziği, daldan dala/telden tele çığlıklanıyor.
Değişik, birbirinden farklı siren sesleriyle ine-yüksele...
Kimse “alarme” olması gereken, bir zahmet uyanıp sustur(a)mıyor cici arabasına bicilediği alarmını...
* * *
Alarm çalıyor, gelen giden yok.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2011
AHMED Arif, 20 yıl önce 2 Haziran’da öldü. Ankara’da tek başına yaşadığı evinde, kalp krizinden... (“Usulca bir ah, ölüyorum eyvah” diyebilmiş midir acaba?)
Önce ve her zaman Edip Cansever ile sarılırım da şiire, Metin Altıok, Ece Ayhan peşisıra gelir. Bestelenmiş şiirleriyle “mahur” Attila İlhan ve bir çok şairden dizeler de, gelir elbet. Bazı şairler şiir kitabı yazar. Bazısının bir dizesi, kitap...
Ahmed Arif’in yeri ise ayrıdır hep. Yükte hafif, pahada ağır incecik bir kitabı (Hasretinden Prangalar Eskittim) olduğu için mi sadece... Yoksa “Benim yaşadığım şiirdi, bu kadardı, bitti” demesi mi...
Edip Cansever, “menekşe rengi papyonlu Ruhi Bey”in bazen uzak, bazen yakın ahbabıysa bana göre, Metin Altıok “taş bir ağılsa bozkır”da, “kostak”sa Ece Ayhan’ın şiiri, Ahmed Arif 41 yaşında kitabı yayınlandığında façalı delikanlıdır, şark çıbanıyla... (Ki, Filinta’dır oğlunun adı)
Hani “Aslolan şairin hayatıdır, yazmak sonra gelir” der ya İlhan Berk, oydu işte. Yazar incecik kitabını, içindedir hayatının, şiirinin ipucu: “Nasıl da yılları buldu, Bir mısra boyu maceram...”
“Ahmed Arif 1969’da kara Ankara’dan, (...) deniz kıyısı İstanbul’a inmiştir, Gazanfer Bilge ucuz otobüsleriyle günübirlik. E, onu karısı ve oğlu Filinta bekliyor çünkü.”
Bu satırlar, bu satırların yazarı Ece Ayhan, Ahmed Arif, Ankara’nın filinta günleri, Gazanfer Bilge otobüsleri, günübirlik İstanbul, haftasonu İstanbul, uzun uzun İstanbul da, bizim kuşağın hayatına dair dizelerdir belki. (Hayatla didişenler, şiirle iyi geçinirdi o zamanlar)
Ve gözler bir süre mavidir:
“Maviye, /Maviye çalar gözlerin, /Yangın mavisine.
Rüzgarda asi, /Körsem,/Senden gayrısına yoksam, /Bozuksam,
Can benim, düş benim, /Ellere nesi? /Hadi gel, /Ay karanlık...”
Sonra “her saat başı” kalkan Gazanfer Bilge otobüsleriyle, en ucuz ve en hızlı yoldan İstanbul.
Yıllar sonra, Antonioni’nin Yolcu filminde, Barselona’da rastladık aynı otobüse de, şaşırdık.
Gece yolculuğu; sigara dumanı, Bolu’da sis ve o sisli anons, alacakaranlıkta Düzce’de açılan radyodan Ege türküleri, vapurda çay...
“Şehirlerarası otobüslerde vazgeçtik, çocuk olmaktan”.
* * *
Gazanfer Bilge gitti, Arif, Cansever, Altıok, Ayhan, Süreya da; o günlerin Ankarası ile beraber.
Uzakta, gece otobüsleri...
Yaşamsa, hızlı tren.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2011
DÜN Ankara Hürriyet’de yayınlandı. İki lise öğrencisi, gasp ettikleri 2 lira için 4 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırılmış.
Son anda Yargıtay kurtarmış.
Daha 17 yaşındaymış biri...
Yatsalar, bir üniversite süresini hapiste geçireceklerdi.
Bir başka “17” geçiyor aklımdan.
Erdal Eren, 12 Eylül darbesinin hemen ardından, darbeden tam üç ay sonra apar-topar asıldı.
Teoman yıllar sonra şarkısını yazdı-söyledi onun:
“Ömrü kelebek kadardı,
Söylediği son şarkı,
Elveda Zalim Dünyaymış
Daha 17, 17, 17, 17’ymiş...”
“İdam cezalarını imzalarken elim hiç titremedi” diyen Kenan Evren ise 94 yaşında. İfade verecek, bu aralar... Yani o idamdan 31 yıl sonra.
Dün ekranlarda, gazetelerde bir başka haber.
İşverenin, mevsimlik işçilerin ulaşımında “mazot tasarrufu” için Ankara Çayı’nın üstüne kurduğu derme-çatma tahta “köprü”...
Yıkılmış işçiler üstünden geçerken. Çaya düşmüş dört mevsimlik işçi.
Birisi kurtuldu, birisinin cesedi bulundu, ikisi kayıp.
Biri Derya Çelik.
Daha 12’ymiş yaşı...
On iki yaşında, hem işçi, hem mevsimlik, hem kayıp, hem ölü...
Aynı gün yine bizim gazetede başka bir haber daha.
İki lise öğrencisi, gasp ettikleri 2 lira için 4 yıl 2 ay hapis yatacakmış.
Son anda Yargıtay kurtarmış.
Daha 17, 17’ymiş biri...
Siverek’de Bahar. A.’yı zorla evlendirdi babası. Yaşıtı amca oğluyla...
Karnının ağrıdığını söyleyip, hastaneye gitti.
Ve polise sığındı, “Beni kurtarın” diye.
Daha 17’ymiş...
Yine dünkü gazeteden bir haber.
Çorum’da eve alkollü gelen Hakan D. kızından yemek hazırlamasını istemiş.
Yemeği gecikince sinirlenmiş kızı Pınar’a.
Tutmuş balkondan atmış. Başından yaralanmış Pınar D.
O mu.. O daha 11’miş.
Kısacık “ömür”lere, bazen “hayat” bile sığmıyor.
Ama, neler sığıyor bizim ülkede...
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2011
DÜN değindiğim Disneyland ile Hayvanat Bahçesi’ni bütünleştiren projeyle ilgili kaygılarım, iki projenin uyum sorunu değil sadece. AOÇ ve Hayvanat Bahçesi ile ilgili olduğu için de soru işaretlerim kuvvetli.
Malum, yarım asırlık bir süreçte AOÇ’nin üçte ikisi yağmalandı.
O bir yana, Hayvanat Bahçesi fikri açısından da kaygılanıyorum.
Çünkü Büyükşehir’in insan dışındaki diğer canlılarla, hayvanlarla ilgili yaklaşımı bana güven vermiyor.
Bu ilginin, 17 yıldır sadece semboller ile kente yansıtıldığını düşünüyorum.
Bunun en çarpıcı örneği, Büyükşehir’in asli görevi olmasına karşın, 17 yıldır talep edilen hayvan barınağını hala hayata geçirmemesidir.
* * *
“Sembolik ilgi” meselesine gelirsek.
Yitip giden Ankara Keçisi, bu kentin gündemine sadece dökme, kalıp, imitasyon keçi heykelleriyle getirilmiştir.
Keza Ankara Kedisi de bir “maskot” olarak alınmıştır gündeme...
Ardından Başkan Melih Gökçek’in Ankara için öngördüğü, hareket edebilen “peluş” hayvanlardan oluşan Hayvanat Bahçesi projesi son anda yargı marifetiyle direkten dönmüştür.
Sonra “safari hayvanat bahçesi” projesi atılmıştır ortaya.
Olmamıştır, ki bu projelerin bazıları, iyi ki olamamıştır.
* * *
Şimdi olmayana ergi metoduyla, Disneyland ve Hayvanat Bahçesi’nin birleştirilmesi düşünülmektedir.
Ve bu projelerin hiç birisi “kentin/kentlinin düşüncesine, görüşüne”sunulmamakta, kentin katılımıyla tartışılmamaktadır.
Son bir not. O günlerde Ankara Hürriyet’de de yayınlanmıştı... Yıllar önce Hayvanat Bahçesi’ni dolaşan Başkan Gökçek’in en yoğun ilgisini çeken, saatlerce izlediği canlı, kendisinden başka hiç bir balıkla geçinemeyen Siyam Balığı olmuştu.
* * *
Bugüne gelirsek...
Doğa, çevre, yaşam adına devesiyle, atıyla, köpeğiyle, keçisiyle Anadolu’yu dolaşıp Ankara’ya gelen “Büyük Anadolu” yürüyüşçüleri günlerdir kente sokulmamıştır.
Bu şehrin yetkilileri, onlara bir “Merhaba”yı esirgemiştir.
Doğaya, çevreye, hayvanlara, canlılara dair projeler, önce samimi bir ilgiyi, sevgiyi, ardından da bu temel üzerinde yükselen bilgi ve teknolojiyi gerektirir.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2011
HAS tereyağlı, pirinci tane tane dökülen pilavı sevdim her zaman. Sadece damak zevki olarak değil o “sade-pür” pilav, “az malzemeden mükemmel lezzetler çıkabilir”, “basit lezzet en zorudur” gibi aforizmaları kanıtladığı için de sevdim.
Pilav “tek tabanca” bir mönü kalemi değildir bana göre.
Pilav bir şeyin “yanında”, ama ustasından yapılmışsa yanındakiyle eşit bir lezzettir. Ankara tava, kurufasulye, nohut, nisbeten tazefasulye, et, tavuk ve pilav, mesela....
Ha, domateslisi, patlıcanlısı, safranlısı da iyi yapıldığında lezizdir de... Hepsi, pilavın başka çeşidi gelir bana.
Pilava yoğurt (mazallah ketçap) döküp yemeyi, ancak öğrenci evinde mazur hatta şirin görebilirim.
Ama temcit pilavını sevmem.
Özellikle yazılarımda...
Fakat konu Büyükşehir’in uygulamaları ve Başkan Melih Gökçek olunca, temcitten tecrit edemiyorum kendimi...
Misal “yepyeni Disneyland” projesi. Aslında “Hayvanatland”...
Çünkü Başkan Gökçek, Disneyland’in AOÇ’den alınan alanda Hayvanat Bahçesi ile bütünleşeceğini açıkladı.
Disneyland kadar Ankara’yı dolaşan proje var mıdır bilmiyorum.
Yeri önce Eskişehir Yolu’ydu, sonra Kazan oldu, sonra yeniden Ballıkuyumcu...
Hiçbiri olmadı.
Şimdi geldik AOÇ’ye...
AOÇ’de yapılaşma getirecek bir projenin son derece tartışılır (ve yine yasayla yürütmesi durdurulabilir) yönü bir yana...
On yedi yıldır asli görevi olan hayvan barınağını öteleyen Büyükşehir’in hayvanlara dair tek büyük icraatı geleneksel büyükşehir sirki oldu.
Öte yandan dünya, sirklerin, hayvanat bahçelerinin doğal hayata müdahale, canlılara mahpushane, eziyethane filan olduğunu tartışıp, durmadan protesto ediyor.
Biz şimdi en büyüğünü yapacağız.
Üstelik içinden en büyük rollercoaster geçenini...
O “rollercoaester”ın ve diğer gürültülü dev oyuncakların her geçisinde, ona binen onlarca-binlerce insanın her çığlığında, neler olabileceğini hayal edebiliyor musunuz?
Aletlerin komşusu yabani havyanları, her kıpırtıyı tehdit gören aslanı-kaplanı, her gölgeyi ölüm tehlikesi sayan ceylanı, koca gövdesiyle sese, harekete refleksi gümbürtülü olan fili...
Alışıp da, “Bi tur da biz binelim” mi diyecekler?
Başkan Gökçek, AOÇ’deki hayvanat bahçesinin “safari park” olacağını açıklamıştı eskiden.
Bence bir de “paintball safari” yapalım, paintball tüfekleriyle orada fil mil avlayalım. Hem dünyada da ilk olur değil mi!
Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2011
ÇEYREK asır oldu, dünyaya veda edeli.
Tam da bugünlerde, bahar yüzünü yaza dönerken, 28 Mayıs 1986’da...
Bodrum’da beyin kanaması geçirdi.
İstanbul’a getirdiler, ama atlatamadı.
58 yaşında öldü Edip Cansever.
* * *
Bir söyleşisinde, “Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak çabasındayım” diyor. Ki, bazen tüm derdi “görünür olmak”tır insanın.
Eğer sokaklarda yürüyor, alanları dolduruyorsa insanlar, dertlerini, isteklerini, sorunlarını, isyanlarını “görünür kılmaktır” amaçları.
Yazının Devamını Oku