17 Haziran 2011
GEÇEN yıl 11 Haziran’da manşetimiz, “Bir damlada Ankara felç”. Başkan Gökçek’in selefi Murat Karayalçın uyarmış bir yıl önce:
“Büyükşehir, başlattığımız ‘Büyük Ankara Kanal Projesi’ni doğru düzgün işletmiyor.
Bu nedenle her yağışta kenti su basıyor. Bazı yerlerde dalgıçlar asfalta dalış yapıyor...”
Bir yıl sonra, dün yine dalgıcı-balıkadamı denizsiz Ankara’da ful mesaide..
¡¡¡
Ankara Hürriyet’de aynı yıl, 29 Haziran 2010’da bir manşet daha:
“Ağla Başkent”...
Haberde, “öğle saatlerinde başlayan yağışın Ankara’yı cehenneme çevirdiği, alt geçitlerin kapatıldığını, Kızılay’da metroyu bile su bastığını” anlatılıyor.
Dün yine aynı manzara...
¡¡¡
Ondan önce yıkılıp yeni baştan yapılan Kuğulu Kavşağı’nın iflasına, 4 dakika süren sağanak yetti.
Biz de “Kuğulu Kavşağı yağmura teslim” manşetini attık.
Patlayan rögarlarla Cebeci’ye lağım aktı, Cevizlidere’yi sel götürdü.
Çankaya, Dikmen, Siteler, Akdere, Türközü ve Sincan’ı su bastı...
Ondan bir yıl önce de su baskınını Akay Kavşağı’nda yaşadık.
İnsanlar neredeyse boğuluyordu Başkent’in ortasında, polis bile kurtulmak için aracının üstüne çıktı.
¡¡¡
Yıllardır ne zaman yağmur ya da kar zapt etse şehri...
Faturayı önce doğaya çıkarıyor yetkililer.
Son bilmem kaç yılın, en beter yağmurunda, yağışında oluyor tüm kabahat. Peki, teknoloji kullanarak doğanın baskınını/yıkımını engellemek, çağdaş, planlı, kalıcı önlemler almak değil midir yerel yönetimlerin asli görevi?
21. yüzyılda seli, kader-kısmet ile açıklamak mıdır medeniyet?
¡¡¡
Başkan Gökçek dün bir de talimat vermiş:
“Tüm radyolar anons yapsın, vatandaş sokağa çıkmasın...”
Ama vatandaş zaten sokakta.... Ana-babalar işte, çocuklar yuvada-kreşte...
Daha önceki baskınlarda “Sel baskınına karşı üst kata çıkın” diyen yetkilinin kulakları çınlasın.
Mağarada mı yaşıyoruz, ağaca mı çıkalım sel basınca...
¡¡¡
Sel basar, fazla yağmur nedeniyle doğa sorumlu.
Geçmiş yıllarda susuz kalır koca bir başkent, sorumlu bu kez de az yağmurdan yine doğa...
Eh yapan da eden de doğa ise, ne gerek var başkana, müdüre, yetkiliye...
Hiç olmazsa biliriz, medet ummayız kimseden de, tedbirimizi de önceden kendimiz alırız.
Üst kata mı çıkarız, ağaca mı...
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2011
TÜRKİYE’de seçim de olur da, Niccolo Machiavelli’nin kulakları çınlamaz mı... Hani, siyaset biliminin kurucularından olsa da, ismi ile “Amaca giden yolda herşey mübahtır” cümlesi yadigar kalan Makyavelizm’in babası...
Böylesi “mübah”lık sohbetlerde kınanır da, konu seçim filan olunca bir “imkan/dayanak” olarak servise sunulur.
Servise sunulan kasetler, dinleme kayıtları gibi...
Murat Belge’nin bir yazısında vurguladığı gibi, “Anket yapın, herkes Machiavelli’nin ahlaksız biri olduğunu söyleyecektir” de, iş başa düşünce vicdanı öteler Machiavelli...
“Kirli propaganda” da amaca giden yolda mübah olur, gerçeği hatta seçimin net aritmetiğini eğip-bükmek de...
* * *
Zaten “mübah” kelimesinin yarattığı çağrışımda, anlamından öte yorumlanmasında var bir arıza...
Hani, “Günah da değil sevap da değil, sakıncalı değil” gibilerinden, hemen girer devreye.
Sadece seçimde mi?
Günlük yaşamda da bilerek-bilmeyerek Machiavelli’yi kolumuzda gezdiririz.
“Bak” deriz, “Sizin zamanınızda, 500-600 yıl önce yoktu ama burası kaldırım. Burayı yayalar, yaşlılar, çocuklar, engelliler ezilmesin, düşmesin diye yaptılar”.
Ardından da vururuz şaplağı sırtına:
“Ama sayende biz kaldırıma, gönül rahatlığıyla araba park ediyoruz.
Eğer eve giden yolda otopark yoksa, kaldırıma park etmek de dahil herşey mübah...”
* * *
Bu “mübah”lıktır zaten, Çankaya ve Yenimahalle belediyelerinin “Kaldırımlar yayalarındır” seferberliğini manşetlerimize taşımamızın nedeni.
Önce kaldırıma çıkar o cümle...
Orası “mübah” olur.
Sonra eve girer.
Kızar eşine, çocuğuna, haykırır:
“Sana herşey mübah...”
* * *
Kadın cinayetleri bu denli artmışsa, vardır elbet bir “mübah”ı zihinlerde.
Cinayetten-şiddetten mahkemeye çıkanlar, “Beni tahrik etti, gözüm döndü, gururumu incitti” deyip de, “Mübahtı öldürdüm, mübahtı dövdüm” demiyorsa...
O zihniyeti savunmadıklarından değil, belki henüz o kelimeyi bilmediklerindendir.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2011
DOĞRUSU genel seçime genel olarak bakınca, AK Parti’nin yüzde 50’ye ulaşan oy oranı sürpriz olmadı benim için. Ankara sonuçları da...
Seçimden önce, AK Parti’nin Ankara’da alacağı oya ilişkin tahminimin bir boyutunu, “Başkan” ve “Başbakan” ikilemine dayandırmıştım.
Şöyle ki...
Malum iki yıl önce son yerel seçimde Başkan Melih Gökçek’in oyu yüzde 38’lere geriledi. Yerelde yüzde 16’yı aşan ağır oy kaybı yaşadı... Ve 2009 yılında AKP’nin yerel seçimdeki “Ankara tablosu” 2002 genel seçimlerindeki seviyeye indi.
Gökçek de “vebal”i partisinde aradı:
“İlk adaylık sürecimin geciktirilmesi ve benim partimin içindeki bazı başkan yardımcıları ve bazı bakanların benim aleyhimde bazı bilgileri kamuoyu ile paylaşması, mutlak manada beni etkiledi.
Bu, inkar edilemez bir olay.”
Vebali -kast edilen- zatların boynuna... Aradan iki yıl geçti, bugün AKP’nin oyu “CHP’nin, solun kalesi” sayılan birinci bölgede yüzde 44’e, ikinci bölgede yüzde 54’e ulaşıp, Ankara’da (da) yüzde 49’ı aştı.
Genel seçimi yerelden okumak gibi olmasın ama...
Pazar günü Ankaralı seçmen sandığa 2009’daki gibi “başkan (belediye başkanı)” ve “sokak” için değil, “başbakan” ve “ülke” için gitti.
Ki, aslında siyasi bilinç de onu gerektiriyor. Oy, yerelde ve genelde farklılık göstermeli değil mi?
Misal 2009’da yerel seçime yüzde 2’lerde dolaşan DSP’den katılan Yılmaz Büyükerşen’e yüzde 51’i aşkın oy verdi Eskişehirli.
Bugün ise aynı seçmenin yüzde 44’ü AKP’ye kullandı oyunu.
Yerel başka, ulusal başka...
Başkent’te ise iki yıl önce sanki “başkan”a biraz mesafe koyan Ankaralı, şimdi tereddütsüz “başbakan”a yaklaştı.
Kuşkusuz zihin jimnastiği yapıyorum.
Sonuçlar, AK Parti’nin “lider partisi” olduğunu pekiştiriyor.
Ama görülüyor ki Ankara’nın genel seçimlerde oyları “Başkan”a göre belirlenmiyor.
Metroların da hükümete devredilmesinin ardından, Başkan Gökçek’i bir dönem daha Ankara belediye başkanlığına neyin “taşıyacağını” merak ediyorum doğrusu.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2011
PEŞİNEN söyleyeyim. Bu seçimde sandığa gitmedim, henüz “online oy” hizmete girmediği için filan değil...
“Tavşan dağa küsmüş” gibilerinden, gitmedim:
Bu üslupla, bu “stil”sizlikle (kedilerin bile stili var), pazarcıya bile yasaklanan “çığrı”larla oy isteyen, olmadı önüne gelene omuz atan, küfrü yarıda kesip efendilik taslayan, birbirinden nefret edip de güya aynı safa “yoldaş” yazılan, “Onun kaseti var, güzel mi güzel”lerden usulca medet uman partilerden hiçbirisine oy vermeye elim varmadı.
“Yandaş”lığım zaten yok da var olan partilere, “düşmanlığa” dayalı bir refleksle de asla oy vermem. Yetmedi mi, 30-40 yıldır “düşmanlık” üzerine “ölümüne” kurulan memleket meseleleri...
“Düşman” olsaydı da, “düşmanımın düşmanı” dostum filan olamazdı! Eğer tek mahareti, bir şeye “düşman” olmaksa...
Bu kadar çok “düşman” sözcüğüyle tekerlenen böylesi denklemlerdir zaten belki, dostluğu, barışı dışarıda bırakan.
Ne çok insan öldü, öldürüldü...
“Sandık” hesabına değil, “sanduka”ların hesabını sormaya gidilirdi de oy vermeye.
Bu konuda güven verselerdi...
En son ne demeye getirdi Başbakan Tayyip Erdoğan, “Biz olsak asardık”...
Bu sözle bir gıdım oy fazla aldılarsa, o oya helalliğim yok.
Yetmedi mi darağaçları...
Ama inanmak istiyorum ki “şiir”den içeri giren bir insan, darağacına meyletmez. İnanıyorum ki, içten-yürekten değildir.
Seçim içindir.
Ben böyle seçime de oy vermem.
Seçimi boykot filan da etmedim.
Üç buçuk darbe görmüş bir neslin ferdi olarak, her “seçim” nimetti(r) bize, çoğunda oy’alansak da.
Ama içim almadı.
Çünkü oy, bir biçimde onaylamaktır. Ne’sini onaylasaydım, bu kaba-saba sürecin?
Yanılmış olabilirim.
Ama oy vermede yanılmak, belki de yönünü şaşıran en masum -çünkü cürmü kadar- pusula.
Bir düşüncem daha var, naçizane.
AKP yarısını aldıysa oyların.
“Şu kadar milyon arttı oylarımız” diyen CHP, “Meclis’te sandalyesi artan tek parti biziz” diye pansuman yapıyorsa.
MHP bile, güçlü bir Meclis grubundan söz edebiliyorsa...
Belki de, hakkınızdan fazlasını aldınız hepiniz.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2011
“BİR Ankara Polisiyesi” ile ilgili yazılarıma gelen farklı iletiler, dizinin yoğun olarak izlendiğini, hatta bazen içselleştirildiğini ortaya koyuyor. Ki, ne güzel.
Hep uzaktan izlenen Ankara, ekrandan da olsa yakından izlenmeye başlamış. Bunda Behzat Ç.’nin tartışılmaz etkisi var.
Bir okurumuz da RTÜK’e, sanata baskıya yönelik “ironik” eleştirilerimi yanlış anlamış. Behzat Ç. için “birayı haftasonları içmesi, rakıyı da yılbaşından yılbaşına yudumlaması” önerimi ciddiye almış.
Behzat Ç.’ye, yani çok sevdiğim bir romanın “sahici” kahramanına “alkolsüz meyve kokteyli” ile “kuşburnu”nu yakıştırdığımı, böyle bir şeye cüret edeceğimi düşünüyorsanız, ne yapalım “Sağlınıza...”
Ben yine RTÜK penceresinden “uyarılarımı” bu hafta da sürdüreyim.(!)
Evet dizide argoyu, alkolü geçtik. Her bölümde en az bir cinayet var kardeş.
Onlar yüzünüzden en az 10 yıl çocuklarına Ercüment ismini koyamayacak, ana-babalar. Sayelerinde Ercüment Behzat Lav’ı yanlış anlayacak yeni nesil.
Sülüman’ın Hürrem’inin muhteşem yüzüğü, gerdanlığı, hatta “Türki diksiyonu” yok satıyor da, millet cinayete neden özenmesin? Serice, seri seri, neden işlemesin...
“Hayalet” değil mi birinin adı, öbürünün “Akbaba”... Akbabadan başka kuş tanımıyor belli ki bu tayfa.
Cinayet yerine daha makul/masum vukuatlar hatta “ders”ler, kıssadan hisseler olsa...
Mesela Harun yolda bir cüzdan bulsa da, onunla bisküvit-cips filan zıkkımlanmayıp, gidip amirine verse. Behzat da Ç.ekmecesinden sürpriz bir gofret çıkartıp, Harun’u mutlu etse... Sonra, paylaşsalar kıtır kıtır, sınıfsız-zümresiz.
Ve ikisi bir yerde reklama çıkıp, reklamlarda “donduyma” diyen “Müslüm Baba’nın Türkçesi”ni lisan-ı münasip ile düzeltseler.
Sonra onu da alıp, alkolsüz meyve kokteyli içmeye gitseler.
Ben mi düşüneyim hepsini...
(Ha, kilosu gelmişken... Harun da biraz kilo vermeli komiserim, obezite cinayetten öldürücü bu milenyumda)
Son olarak, tabancasını da almalı Behzat Ç.’nin. Sık sık, nereye kadar...
Laftan-sözden anlamıyor, Goebbels olup göbeklenelim mi dizinin ortasına... Onun gibi, “Ne zaman biri sanat dese elim tabancama gidiyor” mu diyelim, yekten.
Silahı, ruhsat almayı kolaylaştıran kanun tasarıları teşvik etmezmiş ama, Behzat Ç. silahlanmaya özendirebilir çocukları. (Polat A. -alem’dar- gibi kurt olup arada devletle iyi geçinse, takım giyse “rötuş” mümkün de, adam sövüyor ulu orta)
Ne o, her akşam önce silahı koy masaya, sonra bira şişesini...
Yerine biber gazı spreyi olabilir. Daha doğrusu olabilirdi de...
O da öldürüyormuş meğer, gördük geçenlerde.
Şaka gibi oldu yazı değil mi? Ama değil ki...
İlk kez adam gibi bir “yerli-hakiki polisiye” izliyoruz, izleyeceğiz ağız tadıyla.
Ekran, dört duvar.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2011
EKRANLARDA rol gereği, huy gereği sigara tüttüren oyuncuları mozaikleyerek “adam” ya da duman ettik, sıra geldi Behzat Ç.’ye... Dün yazmıştım, biraz. Daha da yazacağım. Bu çünkü “Bir Ankara Polisiyesi”...
Alınırım üzerime...
RTÜK önce cümleten “argo ve kötü Türkçe” nedeniyle uyardı Behzat ve şürekasını...
Sonra RTÜK üyesi Vahdet D. birasını, meyhanesini mebzul buldu Behzat Ç.’nin.
Paniğe, ani ataklara, yaptırımlara gerek yoktu oysa.
Nasıl sigara bırakmaya yardımcıysa devlet, onlar da azaltarak bıraksın(lar)dı...
Mesela bir kaç bölümdür, pavyonu azalttıydı adam kendiliğinden.
Bıraksanız, birayı haftasonuna çekecek, rakıyı da senede bir gün, “yılbaşı”nda içecekti belki... Sonra da her şey sütliman.
Senariste de iş düşüyor elbet...
Behzat Ç. bara filan gittiğinde, “Bi alkolsüz meyve kokteyli getir la...” ile geçiştirse sahneyi, kurgusu(su) mu düşer.
Müdavimi olduğu meyhanede, “Yok la artık içmiyorum. İyi kolesterol yerlerde, kötüsü tavan yaptı. Enzimler hayli SGOT, yengen de kızdı, savcılık soruşturması başlattı” dese delikanlı gibi, sadece karaciğeri değil hizmetiçi GBT’si de düzelir.
Hem güler/eğleniriz biraz ailecek, hem ekran karşısında check up, ardından da tedavisi gelir:
“Bak Behzat Ç. de enginar yedi oğlum...”
Ama yok... İnat var. Romanın yazarında da var. (Soyadı -her şey- Serbes bir kere, soyadı bile “Türkçe” bütünleme) Senaristte de, yönetmende de, oyuncuda da... Bir direniş, bir tür kalkışma var.
Hatta ışıkçıdan bile şüpheleniyorum. Durmadan buz gibi rakılara, biralara ışıldak, masalarda.
Yapımcı dersen sağduyu sıfır, belki solak bir duyu/kuyu... Yaptırma birader diziyi.
Aslında külliyen sanatta var bir inat. Ankara’da tükürdüler heykeline, yıllar sonra getirdi dikti yerine... Sanatta biraz “ar-namus-utanma” olmalı.
Oysa bir direniş, tuhaf, yersiz bir özgürlük isteği, bir “ben bilirim” havası sürekli.
Halbuki sorarım Behzat Ç. ekibine, o RTÜK üyesi kadar, o denli görev duygusuyla, ful mesai izlediniz mi la kendi dizinizi?
Elde kalem (eskiden makas vardı), klavyede parmak tek tek not aldınız, “save”lediniz mi babanızın malı gibi?
Geçtiniz mi sonra üstünden, defalarca...
Yok dostum yok, “adam” olmazsınız siz.
Anca soyadı yarım, pabucu yarım, çık sete-sokağa oynayalım...
Yoksa artiz misiniz la siz?
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2011
“YAŞAMAK için fazla vaktimiz yok” diyor ya adam. Yani yazar Emrah Serbes dedirtiyor, romanında...
Öyle seviyorum Behzat Ç.’yi.
Fiilen çırağı, ama “rütbeen” kalfası Harun var mesela. (Rütbeen diye bir kelime yok ama, mevkien de kesmiyor, durumu anlatmıyor. Çünkü Harun çırak ama rütbesi var, ancak mevki sahibi değil)
Neyse isyan ediyor Harun, “Cinayet ben olmuşum” diyor.
* * *
Behzat Ç., yani başkomiser mutsuz.
“Karakol” dizisinin karakol memuru gibi iki ayrı ciple gezmiyor, ABD’den ithal diğer komiser gibi Jaguar da değil altındaki, hatta dizinin çaylak polisi gibi İstanbul’un plazasında da oturmuyor.
Onlar CSI Samanpazarı... Ve burası da Ankara.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2011
KENAN Evren’in ifadesi alındı. (Bir unvan ekleyemiyorum, geçen yıllarla çok unvan, çok sıfat kazanabiliyor insan) Evren’in avukatının açıklamasını okurken -biraz acı da olsa- bir tebessüm eklendi yüzüme. Savcı 12 soru sormuş, Evren de -avukatının öğrencisini öven anlatımıyla- hepsine, tek tek cevap vermiş. (Soru sayısının 12 olması, 12 Eylül’e nazire mi)
Evren’in ifadesini aldılar. Verdiği kadarıyla...
Şimdi yargılanır/yargılan(a)maz, yargılanırsa ceza alır/almaz.
O adalet, hukuk meselesi... Bu saatten sonra çok da umurumda değil sanki.
Çünkü öyle suçlar, hatta iddialar vardır ki, verilecek hiç bir ceza yüreğe su serpemez.
Sadece, Evren’in yargılanmasını “intikam” vesilesi olarak, o kalın çerçevede görenler belki mutlu olurlar... Ama bu, böylesi bir davada, sığ limanların kumsalında “ateş dansı”dır.
Böylesi durumlarda, o “an”, o “zat”a kesilen, kesilmeyen ya da zaman/yaş aşımı filan nedeniyle kesilemeyen ceza, sonrasına ağırlaştırılmış uyarıdır.
Ve ihtiyaç budur; mutlu değil, umutlu zamanlara kapı açması, hayırlara vesiledir.
Ama eğer yargılanırsa... Yani bir sanık olarak mahkeme kürsüsünün diğer tarafında ayakta durursa... “Adliye ressamı”, onun o halini resmedecektir elbet.
Temsili resmi, gazetelerin birinci sayfasında boy boy çıkacaktır. Bir zamanlar, birinci sayfalardan, garlardan-terminallerden temsili resimle, “vur emri” ile aranan idamlık çocuklara nazire...
Düşünsenize... Darbesinin ardından, fırça darbeleriyle bir kısmı “dekolte” resimler filan yapan Evren’in, mahkemedeki temsili resmi...
Hani Evren’in bir kaç resmi önce kör pardon açıkgöz alıcılar bulmuştu ya. Sonradan hiç alıcı çıkmamıştı filan...
O temsili resim müzayedeye çıkarsa, kimbilir ne rekorlar kırar.
Şu an onun tebessümündeyim.
Yazının Devamını Oku