13 Temmuz 2011
BUGÜN manşetimize, genç, başarılı gazeteci Umut Erdem’in haberiyle tam 1071 yıllık bir ağaç diktik. Nallıhan’dan, bir karaçam...
Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu 83 kardeşiyle birlikte ağacı kayıt altına aldı.
Korunacak artık.
Nallıhan’da, üzerine düşen yıldırımlara, ötesi “Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, biz gideriz ormana” diye çığıran/çağıran çocuk şarkısıyla büyüyen “insan”lara rağmen tam 1071 yılı geride bıraktı o karaçam.
Benim de aklıma çok uzaklardaki bir kardeşi geldi.
Büyük Sahra çölünün ortasında, Nijer’de Tenere bölgesi.
Koca çölün ortasında bir akasya ağacı vardır.
O akasyaya en yakın ağaç ise 400 kilometre çaplı bir dairenin dışındadır. Neredeyse Ankara ve İstanbul’u içine alan bir daire düşünün, o dairenin içindeki tek ağaç o akasyadır Büyük Sahra’da.
Tek başına ayaktadır.
Yüzyıllar boyunca kervanlar orada konaklar.
Göçebe tuaregler kutsal sayar o ağacı.
Develer bile dallarına dokunmaz, yapraklarını yemez.
Bilimadamları araştırır, çok eski, belki tarih öncesi bir ormandan kalan son ağaç olduğunu düşünürler.
Üç metre boyundaki ağacın kökleri, 36 metre derine iner.
Yaşam özsuyunu o sayede alır. Derinden alır, yüzeyde yaşamaya çabalar...
1973 yılında bir kamyon çarpar ve dibinden kırarak o yapayalnız ağacı öldürür.
Ölü ağaç taşınarak, Nijer Ulusal Müzesi’ne konulur.
Evet, müzeye...
Sadece gövdesiyle değil, hikayesiyle de varolduğu için.
Bu olay iki şeyi anlatıyor bana:
Günümüzde yaşadığımız çevre sorunları nedeniyle, yaşayan doğanın giderek müzelik olduğunu.
İkincisi ise aslında o yalnız ağacın bambaşka bir şeyi simgelediğini.
Her gün yok olan, yitirilen doğal, çevresel, kültürel değerlerle giderek yalnızlaşan insanın akıbetini...
Ötesi, o ağaç gibi derinlere inemeyen insanın.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2011
EKRANLARDAN gördüm, haberleri hazırlarken çekilen fotoğraflardan da... Ama “Büyük Ankara Festivali”ni bire bir ancak önceki akşam, festivalin kapanış gününde yaşadım.
Gördüğümden de canlıydı ve ilginçti ötesi...
Öncelikle, “akşam kalabalığı” şaşırttı beni.
Bu şaşkınlığı, biraz açmamda yarar var.
“Belediye konserleri”nin, Tatlısesli, Gündeşli ücretsiz açıkhava organizasyonlarının kalabalık olmasında şaşıracak bir şey yok elbette.
Her fırsatta, her yıl yaşanıyor. Hatta finansmanı tartışma, eleştiri konusu da oluyor.
Kapanışı renklendiren bir etkinlik de, 211 çiftin toplu nikah ve düğünüydü.
Sanatçısı, dansı, gelinliği-damatlığı, pastası, hediyeleri, nikahın ardından gökyüzüne yükselen kalp biçimindeki havai fişekleriyle, sadece ihtiyacı olanlara değil belki de bir çok insana nasip olmayacak, görkemli bir törendi.
Bunlarda da şaşıracak pek bir şey yok.
Ama önceki akşam Hipodrom’da gördüğüm bir düğün ya da konser kalabalığı değil, “eğlence izdihamı”ydı.
Özcan Deniz ve Niran Ünsal konserleri için, o alanda ayrı bir kalabalık vardı.
Ama ilçe belediyelerinin açtığı rengarenk standlar, özel pavyonlar da tıklım tıklımdı.
Her kuytudaki, köşedeki mini etkinlik alanları, özel standlar da...
Akşam yaşıyordu, oraları...
Akşamı yaşıyordu, gülerek, oynayarak, dolaşarak...
Üstelik pazar günüydü.
Yani çamaşır-ev işleri, pazartesi mesaisinden hemen önceki boş ama genelde evde “ölü” geçen gün...
Nitekim festival boyunca hafta içi ve cumartesi günlerinin gördüğümden de kalabalık, renkli olduğunu öğrendim.
Ve festival boyunca Hipodrom’un gece 12.00’ye kadar dolu olduğunu da...
Demek ki, eğlenceye, “akşam”a, o “hayat”ı özlemiş Ankara.
Sadece böylesi festivallere değil, her renkten, her türden organizasyonlara hazır.
Muhtaç hatta...
Bu fırsat, otobüsü, metrosu ile yaygın bir gece ulaşımı ile, festivallerin her yelpazede, kentin her farklı semtine, yaş grubuna hitap eden geniş bir yelpazede düzenlenmesiyle de desteklenmeli...
Tebessümü de özlemiş Ankara.
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2011
İKİ gündür Eskişehir’deydim. Yarından başlayarak, Eskişehir Hürriyet Gazetesi’ni de hem tecrübeli, hem genç isimlerin bütünleştiği yeni bir ekiple çıkartacağız.
Ankara Eskişehir’e, Eskişehir de Ankara’ya daha da komşu, daha da yakın olacak.
Yakın derken zaten Yüksek Hızlı Tren (YHT) ile zaten arada “uzaklık” kalmadı.
* * *
Otomobille gittiğim Eskişehir’den hızlı tren ile döndüm.
Trene binerken ilk dikkatimi çeken YHT kısaltması oldu.
Tersten okununca THY oluyor ki, hoş, hatta yerinde bir rastlantı...
Çünkü tren, yolunu bulduğunda gerçekten hızlı. Herşey düzenlendiğinde yolculuk süresi 15 dakika daha azalacak.
Uçaklar kadar rötar yapmaması da, bir başka avantaj...
Hem içindeyken rötar yaparsa, bunalıp aşağı inme imkanı da var!
* * *
Yolculuğun sürat nedeniyle sarsıntılı olacağını bekliyordum.
Ama hiç olmadı.
Gazeteyi, kitabı rahat, tertemiz bir ortamda yolculuk süresince “göz ayarı” yapmadan okumak mümkün.
Trende ücretli çay, kahve, meşrubat, bisküvi, kek servisi yapılıyor.
Restoranına da gittim ve tek hayalkırıklığımı orada yaşadım.
Elbette, 1.5 saatlik bir yolculukta, Orient-Express mönüsü beklemiyordum.
Ama köftesi hazır hamburger, hazır pizza, tavuk dışında sandviç, tost gibi atıştırmalıkların olmaması bir eksiklik gibi geldi bana.
Üstelik mönüde, tost, sandviç, puaça vb... çeşitlerin yazılı olmasına rağmen...
Ama dediğim gibi, çok da şart bir durum değil kısa bir yolculuk için.
* * *
Tren Ankara’ya vardığında ise herkesi gülümseten bir anons duyuldu.
Duran trenden yolcular inerken, o standart kadın sesi hoparlörden şu anonsu yaptı:
“Trenimiz Ankara’ya yaklaşmaktadır...”
Kayıt tuşu ya da otomatıyla ilgili bir zamanlama sorunu olsa gerek.
* * *
Dün ben de o “7 bin” kişiden birisi oldum.
Malum, YHT’den sonra Eskişehir’e ortalama günlük yolcu sayısı 7 bine ulaştı.
Daha önce bu sayının 500’ün altında olduğu düşünülürse, hızlı, güvenli, konforlu ve ekonomik bir ulaşım seçeneğinin turizme, kentlere katkısı ray üstünde de kanıtlanıyor.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2011
DIŞARIYA kapanan, içerlerdeki mevzisine çekilen yalnızlıkla noktalamıştım dün yazımı. Ama virgüldü aslında...
Mevzisine çekilen yalnızlık farklıdır, “mız mız” yalnızlıktan.
Çünkü, tercih öyledir.
Yalnızlığı seçmek hayata karşı bir ricattır elbet, ama yine de çarpışmak için...
***
Ben, seçilen yalnızlığın ihtilalci bir teşebbüs olduğuna inanmak isterim hep.
Çünkü “Yalnızlık Allah’a mahsustur” diyerek insanı gerdeğe iteleyen “görünmez anonim otoriteye” de başkaldırır.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2011
HAZİRAN geldi geçti, önce öğrenciler ardından öğretmenler tatile girdi, yeminler bitmese de seçimler bitti... Ama henüz “tatil havası” yerleşmedi şehre.
Turgut Uyar’ın dizilerindeki gibi asık yüzlü hala caddeler, sokaklar:
Kente kapandık kaldık tutanaklarla belli
yüzlerimiz temmuzdan ötürü sallanır ve uzar
(...)bir bağırsan çok iyi biliyorum
kent tepinir belki bütün kuşlar uçar.”
* * *
Sokaklarda gördüğüm yüzler, hep aynı şarkının koristi sanki:
“Çok yorgunum, beni bekleme kaptan”.
Yorgunluğun bir insanlık halinden çıkıp, bir kent haline dönüştüğünü söyleyeceğim; bazı insanların, platformların enerjisine haksızlık edeceğimi bilmesem.
Ama var bir yorgunluk.
Her gün görüyorum.
* * *
Yorgunluğun, yalnızlığın, umut ve hayal eksikliğinin, boşvermişliğin üçlü korumasında dolaştığını da izliyorum.
Önce sokağa, sonra eve, sonra daha içerlere sızdığını da...
Kentteki yorgunluğun, sadece toplumsal, ekonomik, siyasal değil, bunların tümünün üzerinde uzanan sosyal psikolojik temelleri de var gibi.
Yorgunluk ve yalnızlık, belki de bu nedenle el ele geziyor.
Yalnızlık -bazen dinlendirse de- berdevamsa hayatta, yorar. Yorgunluk da yalnızlığa bahane biriktirir her zaman.
Hem yorgun, hem yalnız olmak ise, hem hastalık, hem nekahet...
* * *
İlaç niyetine ya da suç ortağı arayarak, Edip Cansever’i okuyorum:
“Öyle yorgun ki kentimiz
Düşlerden ve söyleşmekten
Yok duyacak kimse sesimizi
Gönderdik göndermesine, yüzümüz
Oradan da
Yok olarak geri geldi
Sesler, şarkılar...alışkanlık elbet.
Yok düş kuracak vakit bile
Her şeyi bir yana bırakıyoruz söylene söylene.
Şunu anlıyorum ki kimse kimseyi bulamaz
bulmak istese bile, bulamaz.”
Bakıyorum henüz kavurmayan güneşe, o çağıran esintiye...
Oturup, yorgunluğa çare düşünüyorum.
Düşünmesi bile yetiyor, onu def etmeye.
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2011
ŞİİRLERLE hüzünleniriz, hatta bestelenen dizelerle yaşarır gözlerimiz Ama ya hiç bilmeyiz, ya da unuturuz o şiirin şairini.
O şiiri yazdıran “hayatı” da hiç bilmeyiz, hiç düşünmeyiz hatta...
Oysa yine bir şairin, İlhan Berk’in dizeleriyle farkındayızdır:
“Aslolan şiirin hayatını yaşamaktır, yazmak sonra gelir hep...”
Ama boş, yaşamayız...
“Aldırma gönül” deyip bir an ayaklara kalkar, aldırmayız.
“Hava kurşun gibi ağır bağır bağır” olup, susarız sonra...
O şiirin hayatı uzak düşer bize, bedellidir. Belki, sadece ritmine, sadece “fikrine” bayılırız.
Aşık olunca, “ödünç alınmış” şiirlere başvururuz da...
“Ödünç” duygular sönünce, döneriz yine günlük gazetesine sönük yaşamımızın.
Tam 18 yıl önce bugün, “hayat”lar yandı. Şairler öldü...
“Sen bu şiiri okurken /Ben belki başka bir şehirde ölürüm” demişti Ankaralı şair Behçet Aysan.
Doktordu Numune Hastanesi’nde. Öldü, başka şehirde, Sivas’ta...
“Gidiyorum bu şehri, bu yağmuru, bu düşleri bu aşkı, bu kavgayı, bu kederi size bırakarak” dedi, ve gitti.
“Ben tekinsizim size göre /İbret için yakılması gereken” diyordu, Ankaralı şair. Metin Altıok...
Yaktılar, ibret için.
Polis merkezine, garnizona yürüme mesafesinde, yani “tekin” olması gereken bir yerde, Madımak Oteli’nde.
Göz önünde, göz göre göre...
“Şair olsam gelsem sana /Şiirler türküler söylesem” dedi yarine, Hasret Gültekin.
Gelemedi, dönemedi oradan...
Ozan Nesimi Çimen, az şey bekledi hayattan.
“Razıyım açan gülünden, Yeter dikenin batmasın” demişti, olmadı.
Muhlis Akarsu’yu, Cem Karaca’dan dinledik yıllarca:
“Karnı büyük koca dünya /Keder dolu acı dünya
Ne gül koydun ne de gonca /Yedin yine doymadın mı...”
Doymadı, aldı onu da.
“Sokağımın yangına ateşle koşan kızı /güzeller güzeli Neslime
İyi bak, kıvamıdır /(...) Şiirden ölen bir şairin
/son bahanesi gibi bir bahane bul kendine /En azından öp beni...”
Dudağı, önce kavruldu, sonra buz oldu. Uğur Kaynar... O da, kaldı Madımak’ta.
Ya, Erdal Ayrancı.
Güvercin kondurmuştu, şiirine. Yandı kanatları...
Hayatı 23 yılda Madımak’ta biten Gülsün Karababa, günlüğüne “Ölü Ozanlar Derneği” filminden bir cümle aktarmış:
“Ölüm saati geldiğinde hiç yaşamamış olduğumu hissetmem ne acı...”
Ne acı...
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2011
HEYKELİN de neredeyse “insan” kadar haber olduğu kaç ülke vardır bilmiyorum. Ama Ankara’nın “heykele dair haber”in de başkenti olduğu malum.
Ancak pembe sanat haberleri değil, kara haber olarak.
Kaldırılan, depoya sürülen, yasaklanan heykeller de var bu bahiste...
Hemen her gün kent vandallarının saldırısıyla, kafası-kolu koparılan, parçalanan, boyananlar da...
Hep yazdık... Sakarya ve Yüksel Caddesi’nde, figürleriyle “yaşayan”, bir çok insanı hoş duruşuşlarıyla şaşırtan heykeller, kent vandallarının mütemadi hedefidir.
Ellerini gökyüzüne açan iki sevgili heykelinin elini kırdılar. Oturan ihtiyar adam heykelinin kafasını...
Memur heykelini de parçaladılar.
Belediye onardı, onlar tahrip etti yeniden.
Zamanla da kavga etti vandallar. Kızılay meydanındaki saatin akrep ve yelkovanını söktüler.
Akyurt’ta süs havuzundaki at figürlerinin kafalarını parçaladılar.
Çayyolu Park Caddesi’ne Yenimahalle Belediyesi’nin yaptırdığı klasik çocuk figürlü heykeller.
Çocuk heykellerinin ellerini, ayaklarını kırmışlar. Eh, çocuğa yapan, heykeline niye yapmasın...
İlan panoları, kent mobilyaları da onların gündelik hedefi.
Çünkü onlar “dikili” herşeye, güzele düşman.
Vandalların son kurbanı, sevimli Ankara Kedisi Misket.
Misket heykel değil, bir kent mobilyası figürü.
Ama maskot.
Kentin hemen heryerindeki “Misket”ler de nasibini alıyor saldırıdan.
Büyükşehir şimdi “gezici tim” ile onaracak onları.
Bir kaç cahil kent çapulcusunun kırdığı heykel nasıl olsa onarılır.
Hatta kamera konulur, belki tümüyle önlenir vandalın esrik taarruzu.
Aslolan, bir Başkent’te heykel sanatının, heykellerin itibarının külliyen iadesidir.
Ki, bu vesileyle yeniden hatırladık işte.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2011
BAZI insanlar ihtiyarlamadan, gencecik ölür. Bazılarının da ölümü ihtiyarlamıyor hiç bellekte...
Altı yıl olmuş, Kazım Koyuncu hayata veda edeli. 25 Haziran 2005...
Ama dün gibi geliyor bana.
Yüzü, şarkıları, türküleri henüz anı olamayacak kadar taze belleğimde.
¡ ¡ ¡
Şarkılarını “bir sevgi yaratmak ya da varolan sevgiyi büyütmek” için söylediğini anlatıyordu, bir röportajında.
Şu hırçın coğrafyada...
Başardı da. Çok kişinin sevdasına denk düştü, şarkıları, türküleri...
Karadeniz türküsünü sadece “Ha uşak ha” kemençeden ibaret sayan, kıyıyı sadece Ege, Akdeniz diye tanıyan/tanımlayan bir çok insanı o götürdü başka “sevda”lara.
Hatta o sevdanın başka diline, Lazca’ya...
¡ ¡ ¡
Kanser erken yakaladı, hızlı sardı...
Kemoterapi önce saçlarını yok etti, sakallarını.
Ama gülümsemesini asla.
“Ha konser, ha kanser” dedi gülümseyerek, söyledi türkülerini.
Hep aydınlıktı yüzü.
Hep tebessümde...
Edip Cansever, “Senin yüzünde gülmek var /Bakınca bir yaşama ordusu çıkıyor aydınlığa” der ya.
İşte aynen öyle...
¡ ¡ ¡
“Anılar düştü peşime uyumaz oldum
Düşlerim vardı yamacına
Varamaz oldum
Rüzgarla yarışırken koşamaz oldum
Düze çıkmaz yollarım inemez oldum...”
Giderayak, “Hayatım ve sağlığım nere giderse gitsin daha da gıcık, illet, muhalif, deli olmaya devam edeceğim” demiş.
Öleceğini bilerek söyledi, son demlerinde türküsünü:
“Yüksek dağın kuşuyum da
Selviye konacağım...”
Kondu, selviye.
¡ ¡ ¡
Bize de, yine bir türkü kaldı.
Yazının Devamını Oku