Kafesteki kedi yürek

“GENÇLİĞİMDE -önem sırasına göre- aşka, hayata ve dünyaya karşı hep ayaklandırdı beni bu kıyısız şehir” diye mırıldandı.

“Sonra, daraldım. Aslında daraldık, ben ve bu şehir”...
Göğüs kafesinde hapsettiği yüreği, bir iç deniz gibi mahpusluğa alışmıştı artık.
Alışsa da, aritmik nabzını gözle-dışarıdan bile fark ettiği bileklerini ve ellerine meydan okuyan parmaklarını denetleyemiyordu.
Elleri konuşuyordu, dilinden çok.
Uzun gecelerde parmaklıklara kenetlenip, dalıp giden her insan kadar hüzünlü ve neredeyse o kadar normal, alışkındı elleri.
Mahpustu çünkü.
Dışarıda yitirdiği her şey, göğüs kafesinin içinde çırpınıyordu hala:
Parmaklıkların, göğüs kafesinin ardında...
Bir sıkılıp, bir açılan yumruk gibi.

Sözlerinin feri kaçtıkça, gözlerinin feri pırıldıyordu, yağmurda üzerine düşen farla ortaya çıkan kuytu çukurlar gibi.
Tabi ki kendi kendine konuşuyordu bazen.
Sözcüklerinin neferi olmaz, sözcüklerine kendini inandırmazsa, feri nasıl yakalar insan?
Yalnızdı, parmaklıklarının ardında.
Ve şehir öldürülmüştü.
Nazım’ın dizelerini hatırladıktan sonra kurdu bu cümleyi:
“Bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
(...) ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen
yelin içinde sıcak bir francala gibi.”

Lunapark’ta görüntüsünü deforme eden “Kahkaha Aynaları”nın koridorunu, gülümsemeden ve uzun-kısa, şişman-zayıf “kendini” inceleyerek geçtikten sonra, çıkışta duraladı.
Kahkaha Aynaları reyonunun girişinin parmaklıkları, arkasında kalmıştı.
Kapının yanındaki normal aynada -görüntüsünü unutmuş gibi- son bir kez kendine baktı.
Ve çarpışan otomobillerin arasından, Paraşüt Kulesi manzaralı alandan hayal gibi geçerek, kalabalığa karıştı.
Saçları taralı, gömleğinin yakası düzgün, pantolonu ütülü, -gözlerini saymazsak- tam bir Ankaralı’ydı.
Yazarın Tüm Yazıları