HAZİRAN geldi geçti, önce öğrenciler ardından öğretmenler tatile girdi, yeminler bitmese de seçimler bitti...
Ama henüz “tatil havası” yerleşmedi şehre. Turgut Uyar’ın dizilerindeki gibi asık yüzlü hala caddeler, sokaklar: Kente kapandık kaldık tutanaklarla belli yüzlerimiz temmuzdan ötürü sallanır ve uzar (...)bir bağırsan çok iyi biliyorum kent tepinir belki bütün kuşlar uçar.” * * * Sokaklarda gördüğüm yüzler, hep aynı şarkının koristi sanki: “Çok yorgunum, beni bekleme kaptan”. Yorgunluğun bir insanlık halinden çıkıp, bir kent haline dönüştüğünü söyleyeceğim; bazı insanların, platformların enerjisine haksızlık edeceğimi bilmesem. Ama var bir yorgunluk. Her gün görüyorum. * * * Yorgunluğun, yalnızlığın, umut ve hayal eksikliğinin, boşvermişliğin üçlü korumasında dolaştığını da izliyorum. Önce sokağa, sonra eve, sonra daha içerlere sızdığını da... Kentteki yorgunluğun, sadece toplumsal, ekonomik, siyasal değil, bunların tümünün üzerinde uzanan sosyal psikolojik temelleri de var gibi. Yorgunluk ve yalnızlık, belki de bu nedenle el ele geziyor. Yalnızlık -bazen dinlendirse de- berdevamsa hayatta, yorar. Yorgunluk da yalnızlığa bahane biriktirir her zaman. Hem yorgun, hem yalnız olmak ise, hem hastalık, hem nekahet... * * * İlaç niyetine ya da suç ortağı arayarak, Edip Cansever’i okuyorum: “Öyle yorgun ki kentimiz Düşlerden ve söyleşmekten Yok duyacak kimse sesimizi Gönderdik göndermesine, yüzümüz Oradan da Yok olarak geri geldi Sesler, şarkılar...alışkanlık elbet. Yok düş kuracak vakit bile Her şeyi bir yana bırakıyoruz söylene söylene. Şunu anlıyorum ki kimse kimseyi bulamaz bulmak istese bile, bulamaz.” Bakıyorum henüz kavurmayan güneşe, o çağıran esintiye... Oturup, yorgunluğa çare düşünüyorum. Düşünmesi bile yetiyor, onu def etmeye.