Yaşar Sökmensüer

Taksiciden e-mail var

2 Ağustos 2011

ÇARŞAMBA günü yayınlanan “Takside tek başına” yazımın ardından, Ankara’yı gece-gündüz dolaşan taksici arkadaşlardan iletiler geldi.
Çoğunu, “Bir dokun bin ah işit” deyişiyle özetlemek olanaklı...
Direksiyonu kadar kalemine de hakim olduğunu düşündüğüm Cem Cavit Özcan’ın iletisini paylaşmak istiyorum:
“Bizler dört mevsimi, gece ve gündüzü birbirine bağlarız.
Kimi zaman sırtımızda tonlarca yük, kimi zamanda arkamıza aldığımız onlarca canla çıkarız yollara.
İnsan yükünün ağır sorumluluğu vardır hep omuzlarımızda, bunun için önemlidir.
Ebeveynler çocuklarını, çocuklar ise anne ve babalarını teslim ederler bizlere. Yaşanan tüm duygulara, hüzne ve keyfe ortak oluruz acıyı tercih etmesek de.

Yazının Devamını Oku

Toplumsal suç ortaklığı

31 Temmuz 2011
KADINA yönelik şiddet haberlerini yayınladığımızda, ürkek ama ağır iletiler gelir e-posta kutularımıza... Hepsi bizzat yaşanmış “aile içi şiddet”ten geriye kalmış, öfkeden çok neredeyse utangaç satırlardır.
Telaşla, hızla yazılmıştır sanki.
İsim bulunmaz pek, sadece semt yazar.
Utanırlar, normal bir aklın alamayacağı şiddeti anlatırken.
“Evrak-ı metruke”dir, hepsi...

Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) verilerine bakıyorum yeniden.
Beş yıl önce gazetelerde yayınlanan aile içi şiddet haberlerinin oranı bugün beş katına ulaşmış. Bu çok önemli.
Sadece şiddetin arttığını değil, aynı zamanda artık “şiddetin anlatıldığı”nı da ortaya koyuyor.
Yani kol kırılıp yen içinde kalmıyor.

Medyada “kadın” ve “şiddet”, sürekli yanyana gelen sözcükler.
Ancak ekranlara yansıyan şiddetin önemli bir bölümü magazinel.
Ve ekrana, basına yansıyanlar, hala buzdağının görünen ucu.
O yıkılası “görenekler/gelenekler” örtüyor üzerini. Ve “toplumsal bir suç ortaklığı” sürüyor, kadına yönelik şiddette.

Kadına yönelik şiddet, gizli kalmamalı.
Örtülmemeli üzeri. Mutlaka yetkililere yansıtılmalı. Basına da...
Bu konuda herkese görev düşüyor.
Her kentliye, sivil topluma, özellikle kadın platformlarına... Ve en başta devlete.
O “zihniyet”in teşhir edilmesi, sonra kökleriyle birlikte mahkum edilmesi gerekli.
Çünkü gazetelerde okuduğumuz “reality” olaylar, erkek egemen otoritenin, tahakkümün, giderek “zorbalığın”, sınırsız şiddetinin hikayesi, hükümranlığıdır.
Ve kadına kalkan eller hala havadadır.
Yazının Devamını Oku

Başlangıç için bir çizgi yeter

30 Temmuz 2011
BİSİKLET tutkusu başkadır. Yaşamayan, bilmeyen, uzun boylu binmeyen bilmez pek.
Belki insanın kendi gücüyle, bedeniyle bütünleşmesidir bu tutkunun nedeni, belki her yönüyle çevre dostu olması...
“Taşınabilir” ulaşım aracı olması da bir etkendir, belki rüzgarıdır ya da sadece “kırmızı” ile çocukluktan beri yitirilmeyen, “çıngıraklı” bir hayalin bugüne yansımadır. (Mesela benim için)
O nedenle ne zaman bir evin kapısına yatırılmış, denge tekerlekli çocuk bisikleti görsem, içim kıpırdar.
“Eve su içmeye gelmiştir, bir koşu...” derim içimden.
Sonra çenesi, dudakları, tişörtünün önü sırılsıklam “atlar” yine bisikletine.
Bir kaç günde bisikletinin “denge tekeri”nin sökülmesine gelir sıra.
Önce “mahalle”de iki teker dolaşır.
Daha sessiz, daha hızlı, daha rüzgarlı, daha (heye)canlıdır artık kırmızı bisiklet.
İki tekerli ilk gün, alfabeyi söktüğünde takılan “kırmızı okuma kurdelesi”nden de önemlidir.
Duyurur sevincini, mütemadi çıngırağıyla herkese...
Ardından çocuk büyür biraz, bisiklet büyür; AOÇ, Gölbaşı, Eymir’e uzanır menzil.
Ve bisiklet rüzgarıyla, çocuğun ilk gezi rehberini biçimlendirir.
Onu önce hayaline, sonra çevresine ulaştırır.

Çocukların güvenle dolaşacağı o “mahalle”ler, sokaklar kalmadı da...
Bırakın çocukları, ya bisikletini (o duyguları) terk etmeden büyüyenler?
Onlara bile, yaşam hakkı tanımıyor bu başşehir.
Asla...
Daha önce yazmıştım; o nedenle, “Perşembe Akşamı Bisikletçileri” içimi kıpırdatmıştı 3-4 yıl önce, ilk duyduğumda.
Her Perşembe akşamı, bisikletleriyle birlikte Güvenpark’ta toplanmaları... Ve şehri pedallamaları...
Amaçları bisikleti ve bisikletin (de) bir ulaşım aracı olduğunu anlatmak.
Ve trafikte bisikletlilerin de yeri, hakkı olduğunu...
Farkındalık yaratmak aslında.
Bisiklet sevgisi diye bir şey var ya.
Onu yeniden uyandırmak belki insanların içinde.

Bugün manşetimizde bisikletliler...
Mütevazı, yalın bir istekleri var, ki aslında haklarını, çok gecikmiş güvenliklerini istiyorlar:
“Asfaltlama çalışması tamamlanan ve henüz şeritleri çizilmeyen Eskişehir Yolu’na bir bisiklet yolu çizgisi yapılsın.”
Neden olmasın?
Yazının Devamını Oku

Zaman hızlı ama yaşayanlar için

28 Temmuz 2011
TAM altı yıl olmuş. Ve biz bugünlerde Eskişehir Yolu’nu yine bitmeyen “asfalt çalışmaları” nedeniyle hatırlıyoruz.
Ama altı yıl önce 27 Temmuz’da o yolda geçirdiği kazanın ardından 26 yaşında bir genç kız kaybetti hayatını.
Otomobiliyle kendi şeridinde giderken, karşı şeritten üzerine uçan bir başka araba nedeniyle...
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın önünde, 23 Temmuz Pazar günü.
Hastanede dört gün hayata tutunmaya çalıştı. Olmadı...
Doğumgününe beş gün kala veda etti hayata.
Gözde Vrana...

Arkadaşları “trafik terörü”nü lanetleyen açıklamalarla bütünleşti onun ardından.
Eskişehir Yolu “Trafiğin şeytan üçgeni” dediler, mücadele ettiler ellerinden geldiğince...
Davalar açıldı... Ne çare.

Bu yıl da Cebeci Asri Mezarlığı’ndaki kabrinde anıldı. Orada Anayasa Mahkemesi eski başkanlarından dedesi Kani Vrana’nın kollarında uyuyor.
Yaşamdan ayrıldığı o günlerde, Gözde Vrana’nın mail grubuna attığı son iletisini aktarmıştım yazımda:
“Zaman ne hızlı akıyor, gelişmelere yetişmekte zorlanıyorum artık”...
TED Ankara Koleji, ODTÜ, Bilkent’te geçmiş genç ömrünün gençliğini yaşayacağı 7-8 yılı.
Tam hayata göz atacağı sırada, o kaza...

Ardından bir arkadaşı şöyle yazmış:
“İlkokul aşkımdı, ama bunu hiç bir zaman bilemeyecek.
Işık içinde uyusun...”
Evet onlar, o çocuklar ışık, huzur içinde uyusun.
Ama biz uyumayalım artık.
Yazının Devamını Oku

Takside tek başına

27 Temmuz 2011
MANŞETİMİZDE bugün caddelerde, sokaklarda kalabalık görünen ama aslında kenti her gün gece-gündüz “tek başına” dolaşan, yaşayan insanlar var. “Boş (müşteri arayan) taksinin arkasından, dolu taksinin önünden gidilmez” türünden onlara “sarı bela” diyen empati yoksunu sürücüler de var.
Durağına “Sarı Papatya”, “Çiçek Taksi” olarak anılmayı isteyen taksi sürücüleri de....
Ama biliyorum ki, hep “tek başına”...
* * *
Taksiye arada müşterinin inip-binmesi de dağıtmıyor o yalnızlığı.
Nitekim, taksilerin arkasında yazardı eskiden şimdi onu da yasakladılar:
“Sen de inip gideceksin...”
Ve sonra, tek başına...
* * *
“Bir sana hasretim, bir sabah uykusuna” vecizesi de anlatır hayatlarını. “Ömrümü yıllara değil, yollara verdim” de...
“Karayollarında değil, beyaz kollarında olsaydım” diye özetleyen de çıkar hasretini, “Kimi hep uzaktan baktım mutluluğa” çıkartmasını yapıştırır ön camına.
Taşeron çalışıp yıllarca, güvencesiz... “Hoşçakal Yarın” diye de yazan olur. Kimi umudunu, hayalini yitirmez, “Düş peşindeysen, düş peşime” diye seslenir aleme.
* * *
İster taksi, ister minibüs, ister kamyon-otobüs; hepsi “uzun yol yazıları”dır. İster uzun yol şehirlerarası olsun, ister kilometrelerce şehiriçi... Vardır tüm şoförlerin hasretle bir akrabalığı...
Direksiyonda tek başına, hepsi.
Gasplara, saldırılara da tek başına hedef olurlar. Ve hep, yalnız ölürler.
* * *
Durakta menemendir, en kalabalık an. O da bazen yalnızlığın başka türü, hatta acı biberlisi...
Belki “toplu/kalabalık” yalnızlık.
Hani der ya Edip Cansever, “Bir kişi bile değilim yalnızlıktan”...
İşte öyle, çünkü “Sen de inip gideceksin”...
* * *
Bir taksi müşterisi ile empati kolaydır da, taksici ile yapmak uzak gelir hep Bazı taksicilerin “sempatik” gelmeyen tavrı da engeller empatiyi, onunla “duygudaş” olmayı...
Trafikte(n) para kazanmak, her gün direksiyon sallamak, insanın istenmeyen bir çok özelliğini açığa çıkarır da ondan...
Trafik sıkışıklığı, polisin “taksiciye özel” tutumu, diğer sürücüler, geçim derdi, benzin zammı, yedek parça, servis parası, değiştirir insanı.
Çeyrek milyon kilometre yapar yılda. Ve çalar teybinde hep o şarkı:
“O eski halimden eser yok şimdi
Yalnızım dostlarım yalnızım yalnız.”
Yazının Devamını Oku

Şehir ve cıvıltıları

26 Temmuz 2011
GAZETECİNİN, habercinin sözü, söyleceği hep çoktur da, gazetecilik ile ilgili sözler, deyişler en azından bizde çok değildir. Ama medyayı da özetleyen, çok eski bir Latince deyiş hep popülerdir:
“Verba volant scripta manent”, Yani “Söz uçar, yazı kalır...”
Yine Çin atasözleri de, “bellek” ile bağlantılı olarak, “yazı”yı kutsar.
“En silik mürekkep, en güçlü hafızadan iyidir”.
“Hatırda kalmaz satırda kalır”...

Evet, söz uçar, yazı kalır.
Gerçi hemen tüm atasözleri, deyişler gibi hızlı teknolojik, toplumsal değişmeler nedeniyle bu vecize de değişti.
Artık söz de kaydediliyor, kalıyor.
Ötesi, milyonların dolaşımına açılabiliyor.
Telefon dinlemelerini filan düşünürseniz, söz uçmuyor internet üzerinden bir çok yere uçuruluyor artık.
Ve telefonda konuşulan sözler de, bir tür belge olarak hayata giriyor. Kayda geçiyor...

Bir koca dünya da, internet üzerinden dönüyor.
Twitter, Facebook, Myspace, youtube gibi araçlar ve binlerce blog ile “butik muhabbet”ler, “butik hayatlar” yeri geliyor, ülkeyi hatta dünyayı dolaşıyor.
Twitter, “anında” etki-tepki ile artık hayatın en hareketli parçalarından birisi...
TV’de bir program sürerken, twitter’da o programa yönelik yorumlar, eleştiriler, espriler program akışını solluyor.
Hem de sadece ekrana değil, “cep”lere de ulaşarak...

Misal, Ankara’yı yine su basıyor, twitter’daki espriler sel seviyesinden hızlı yükseliyor.
Yahut, kentin yasaklanan amblemi bir-iki rötuşla değiştiriliyor, twitter’da tepkinin, esprinin bini bir para...
Biz de bugünden itibaren, Ankara ile ilgili “twit”leri “Şehir Cıvıltıları” köşemizde sizle paylaşacağız.
Söz uçmayacak, yazı kalacak hatta köşede paylaştığımız cümleler, yazılar muhabbetlere “söz” olacak.
Ve gülümsetecek... Bu aralar benim gözüme çarpıp, yüzüme gülümsemeyle yayılan twit de ‘tolgasismanoglu’nun cümlesi oldu:
“Önemli olan medeni halinin bekar olması değil, bekarlık halinin medeni olmasıdır”.
Yazının Devamını Oku

Amblem de umurumuzda

23 Temmuz 2011
OKURUMUZ Dursun Doğan’ın iletisinden hareketle dün Ankara’nın rötuşlanmış “ikinci yeni” ambleminin değinmiştim. İletide okurumuz, amblemden neden rahatsızlık duyduğumla ilgili sorusunu “Yoksa amblemdeki ayyıldız mı huzursuz etti” diye tamamlıyor.
Benim Başkent’in simgesini eleştirirken hareket ettiğim noktalar, ayrı ayrı amblemde yer alan Atakule, ayyıldız, cami, yıldızlar vb. değil, amblemin bütünü, hatta olmayan bütünlüğü...
Ama okurumuzun sorusu “bayrak” özelinde olduğuna göre ona da yanıt vereyim. Eğer konu “amblemdeki bayrak” yani ayyıldız ise, evet ondan da rahatsızım. Şöyle ki:
* Amblemde ay şişirilmiştir ve bayrak ters çevrilerek, hilalin yüzü aşağıya dönük yerleştirilmiştir.
* Tarihçiler, ne Türk, ne Osmanlı, ne de cumhuriyet dönemlerinde hiçbir bayrakta, simgede hilalin bu şekilde kullanılmadığını vurgulamaktadır. Başbakanlık, bakanlıklar, Emniyet gibi tüm kurumsal amblemlerde de böyledir.
Hilalin yüzü yere değil, gökyüzüne bakar.
* Yıldız ayın içine çekilmiştir ki bu da yasal standarda aykırıdır.
* Ötesi, Vatanseverliğin sadece “elde-amblemde” gezdirilen bayrak olmadığını bilecek yaşta/baştayım.
Benzer vurgular, “yeni” amblemin aynı figürlerle üretildiği eski amblemi yasaklayan resmi rapor ve kararlarda da mevcuttur.

“Eski amblem”den bir iki rötuşla türetilen “yeni aynı amblem” ile ilgili eleştirim, rahatsızlığım, huzursuzluğum özetle budur. İletinin son paragrafı ise, içten içe alevli:
“Bu tür bir yazıyı içinizden geldiği gibi yani kendi iradenizle mi yazdınız veya patronlarınızın talebiyle mi yazdınız?”
Amblemin tipi rengi, şekli hiç bir Ankaralı’nın umurunda değil, kimse de rahatsız değil.
Eğer yazmak için malzeme lazımsa lütfen sabah 06-08 arası ve akşam 18-20 arası Ümitköy köprüsünde otobüs bekleyen insanların çilesini görün, yazın.”
Yirmi yıllık gazeteciyim, henüz “yazı patronum” olmadı.
Ankara Hürriyet’de yıllardır her gün, şimdi de haftada altı gün yazdığım yazılarda kendim dışında bir “irade”, talimat ile karşılaşmadım.
Okurumuzun “amblemin kimsenin umurunda olmadığı, amblemden kimsenin rahatsızlık da duymadığı” biçimindeki yargısına katılmıyorum.
Bu ambleme karşı, bir kaç günde 275 bin imza toplanmıştır. Bu ambleme dair o dönem yeterli ve yerel yönetimin de kayda alması gereken bir farkındalıktır.
Ayrıca dört yıl önce, kendiliğinden başlayıp Atakuleli amblemlerin üstüne Hitit Güneşi ambleminin yapıştırılmasıyla kenti donatan sivil tepki de bu farkındalığa örnektir.
Yine, amblem meselesi twitter gibi paylaşım sitelerine, bloglara da fazlasıyla yansımıştır.
Son olarak, toplu ulaşım, otobüs sıkıntısı tüm semtlerde olduğu gibi Ümitköy bağlamında da bir çok kez gazetemize yansımıştır. Yansıyacaktır da...
Zaten tüm maksat, sorunlarla ilgili farkındalık yaratmak değil mi?
Yazının Devamını Oku

Okur iletileri ve amblem

22 Temmuz 2011
ON altı yıl önce kent gündemine hem tepeden inme, hem de “fuzuli” bir şekilde sokulan amblem meselesi neredeyse küllenmişti. Başkent’te amblemsiz-simgesiz geçinip gidiyorduk.
Sevimli miki-kedi Misket vardı, o da zaten logoydu, amblem değil.
Ama Başkan Melih Gökçek külü üfledi, yasaklanan amblemin üzeri külle örtülen “kor”unu, bir kaç rötuşla yeniden ortaya çıkardı.
Ve okurlardan gelen e-mail trafiği de yeniden alevlendi.

Okurlarımızdan Dursun Doğan da içtenlikli iletisinde, benim ambleme neden “muhalif” olduğumu, beni neden rahatsız ettiğini sormuş öncelikle...
Benzer soruları ya da eleştirileri içeren iki iletiyi de Doğan’ın nezdinde, yanıtlamak isterim.
Diğer iletiler, “başına yıldız kadar taş düşsün, kulelere gelesin...” nevinden olduğu için, bazıları da feyk oldukları satırlardan damladığı için kayda değer bulmadım ve o nedenle o iletilerdeki çoğu sahte isimleri anmadım.

Şimdi, okurumuzun zarif, samimi bir dille yönelttiği soruları aynen sıralayıp, dilimin döndüğünce yanıtlayayım.
Uzun uzun yanıtlayacağım, çünkü “mesele” sadece kentin amblemi değil, 17 yıllık bir yönetim zihniyetinin -bazen örtülü, bazen açık- özeti de...
İlk soru, “Büyükşehir Belediyesi’nin amblemi neden bu kadar sizi rahatsız ediyor? Ya da sizi rahatsız, huzursuz eden üzerindeki ayyıldız mı yoksa cami resmi mi?”
Evet, bu amblem beni fazlasıyla ve en hafif deyimiyle rahatsız ediyor. Ama bu rahatsızlığım ”alerjik bir reaksiyon” değil. Bu kentte yaşamam ve kendimi “kentli” olarak görmemle ilgili...
1. Evet rahatsızım, çünkü çocukluğumdan beri üç buçuk darbe, geldi geçti hayatımdan. Başkan Gökçek’in 1995 yılında “Ben sizin başkanınızım ben ne dersem o olur” edasıyla, bir Allahın kuluna, kurumuna danışmadan tepeden inme bir yöntemle amblemi değiştirmesi de bir darbedir.
2. Rahatsızım, çünkü koca Başkent’in amblemi profesyonel bir ekibin “eser”i değil, sonradan çizerinin de açıkladığı gibi sıradan bir “eskiz”dir. Grafik sanatçıları, akademisyenler amblemi estetik açıdan da defalarca eleştirmiştir.
3. Bu amblem izinsiz, onaysız, ulusal, mülki tüm prosedürü hiçe sayarak dolaşıma sokuldu. Korsandı yani... Ama ben asıl, o ambleme karşı toplanan 275 bin imzalı sivil inisiyatifi hiçe saydığı için rahatsızım.
Eğer misal faili meçhullerin kol gezdiği, başbakanların fırçalandığı o dönemde “otorite”ye başkaldıran bir korsan amblem olsaydı, “başım gözüm üste”...Ama iki yana minare koyup, dengeyi (o günlerin moda kavramı olan ama artık aşınıp tedavülden kalkan “takiye”yi) ortadaki Atakule’de arayan amblemle hiç işim olmaz.
4. Bir kentin amblemi, o kentin “alametifarikası”, yani ayırıcı niteliği, özelliğidir. Nitekim “Yedi tepeli İstanbul”un camili amblemi hem grafik sanatı açısından şıktır, hem de kentin ayırıcı niteliği açısından yerindedir. Oradaki camiler, eserdir, tarihtir. Ama Kocatepe Camisi, Atakule gibi Başkent’in tarihi açısından “yeni” simgeler, ne dokuyu, ne tarihi yansıtır. Dönemin valileleri, İçişleri Bakanları, mahkeme kararları da bu amblemin Başkent’i yansıtmadığını defalarca kayda geçirmiştir.
Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku