13 Eylül 2011
SAYMADIM kaç gün oldu ama, bunca yılda ilk kez bu kadar uzun(ca) bir yazı izni bahşettim (bahçe ettim) kendime. Gerçi, Eskişehir Hürriyet Gazetesi’ni de bizim Ankara Hürriyet’in “yurttan sesler korosu” yerel yörel çıkardığı için, “yazı izni” mevzii oldu biraz.
Eskişehir yazılarım devam etti, yeni heves.
Olsun, Ankara yazılarına biraz ara vermek de yabana atılamayacak bir dinlence. Çünkü bu şehir yorar. İnanmayın siz, yok trafiği rahatmış, insanı vefalı, kedisi-tavşanı-kuğusu beyazmış... Hepsi bilboard efsanesi artık.
Derli-toplu değil, toplu dertli bir şehir burası.
* * *
Satırlarıma, kendi haleti ruhiyem, efkarı umumiyem ile başlamamın nedeni, bir süre neden yazmadığımı açıklamak içindir. Yurt içi ve yurt dışı (hepsi canımızın içi) temsilciliklerimizde ne de olsa en az 70 milyon seyrediyor pardon okuyor yazılarımızı, bir ulusa sesleniş açıklaması boynumuzun borcu.
Hem belki “fondipçi” olduğumuzdan, bardağı hep boş yerinden görürüz ya... “Neden yazmıyorsunuz, n’oldu” sorularına, maillerine yanıt vermek de hem boyun borcu, hem tipik balık burcu refleksi.
* * *
Hem bir yerlere pek gidemesem de, her bayramda kalkıp-oturur içim biraz.
Önce hayallerim gezgin olur. Vasıfsız bir “sokak insanı” olur adressiz. Ki, bu bazen kıymetli bir vasıftır. Görevi dolaşmak, seçtiği mekanlarda soluklanmak, al gözüm seyreylemek olan bir hayat ferdi.
Ama zordur sokağa akmak...Ki, boşalan Ankara’nın sükuneti de cezbeder, yine yerleşik kılar hayallerimi. Ve hemen Kavafis’i ortak ederim suçuma:
“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin,
bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet.
(Ama) yeni bir ülke bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir....”
Ki, “yazı izni”nde de geldi.
Reşat Nuri, “Büyük gürültü gibi sükunetin büyüğü de insanı yoruyor” der ya...
Belki gürültüyü özlemişimdir.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2011
YILIN hemen her günü yazıyorsanız, köşeniz artık sayfadaki “oda”nızdır bir bakıma. Çokça, çalışma odası... Bazen oturma-TV odası olabilir, naklen.
Ya da teras, bahçe. Mesela “havalı”, “mevsimli” yazılarda...
Bazen salon-salomanje, konudan konuya, daldan dala.
Bazen dost evindeki “çek-yat”dır, köşemiz. Yastığı ayarsız da olsa, uykusu muhkem.
Bazen kimliğiyle, göreviyle, makamıyla barışık ol(a)mayana, “çek-git” dersanesidir...
Bazı örneklerde yatak odası da olabilir, ama o ayrı. Yataklık ettiklerimiz, “mobese-obese, kimse kimseyi sobelemese” der, “kamerasız” hayatı sever.
“Ev”i, odaları dolaşarak geldim, mevzuya. Çünkü derdim, hemen her gün yazdığımız o köşelerde aniden beliren o mahut cümleydi:
“Yazarımız yıllık izninin bir bölümünü kullandığı için yazılarına bir süre ara verecektir”...
Yazarın yıllık izni belirsizdi, doğrusu. O belirsiz iznini ne kadarını kullanacağı da...
Yazılarına ne kadar süre ara vereceği de muammaydı, aslında.
Çünkü köşe yazarı çıktığı Mavi Tur’da tekneden, safaride cipden, çölde deveden, göl kıyısında cibinlikden de bildirebilirdi.
Kurar bağdaşını, dizüstünden yazardı yazısını sereserpe:
“Uzanmışım kumsalda, yazıyorum aheste...”
Bazen de “Yazarımızın yazısı elimize ulaşmadığı için yayınlayamıyoruz” ibaresi çıkar köşelerde.
Ama inanmayın; köşeyazarları yazılarını elden gönderecek değil a, şehzade fermanı gibi.
Yoksa APS ile yolladı da alt kata, acele posta servisi... Kurye aracı takla atmasın mı, son anda?
Cep’ten yazsan, 3G filan-5 sn falan, “Nasıl ulaşmaz” demeyin...
Yazardır-yazmazdır, ulaşmadı mı ulaşmaz. İlham gelmez evham gelir, yazmaz o gün yazısını...
Sonra, “Rahatsızlığı nedeniyle yazısını yazamıştır” da var ama...
Bir kere o bahaneyi kullandım, nevazilden değil gelen telefonlardan öleyazdım.
Bu kadar girizgahdan sonra yıllık izin filan yapmıyorum aslında. Ama bir kaç gün “yazı izni” kullanıp, yazmayacağım.
Meramır odur yani... Bu da bir izin türü.
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2011
HABERLERE, manşetlere bakıyorum da... Bugün, sadece Nazım’ın “Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum...” duygusu yakın geliyor bana.
Eh normal, siz de bir soluklanıp dinlemelisiniz Bülent Ortaçgil’in sesinden/sözünden:
“Biralar soğuk mu dedim
Dedi ki normal
Peki ya havalar /Valla gayet normal
İşler dedim, gidişler dedim
Hepsi normal
Peki dedim ya sen, ben
Dedi ki normal
Peki biz, ikimiz /Valla gayet normal
Halimiz dedim
Ne dese beğenirsiniz? Normal
Ooo biri anlatsın hemen nedir bu normal
Ooo canım sıkıldı artık yoksa ben miyim anormal
Peki dedim ya Türkiye /Dedi normal
Ya AB diye sordum
Dedi çok normal
Peki ABD /Dedi ki normal
(...) Ya GAP, ZAP, Hasankeyf
Hepsi normal
Ooo biri anlatsın hemen nedir bu normal
Ooo canım sıkıldı artık yoksa ben miyim anormal
Peki dedim ya medya müzik /Dedi ki normal
Ya reklamlar, reyting /Valla gayet normal
Yahu hiç mi ilginç yok dedim
Dedi ki normal
Peki trafik katliam /Dedi normal
Ya Susurluk, kamyon
Valla gayet normal
Yine kaybettik dedim /Dedi ki normal
Ooo biri anlatsın hemen nedir bu normal
Ooo canım sıkıldı artık yoksa ben miyim anormal
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2011
YİRMİ altı yıl önce 22 Ağustos’ta veda etti Turgut Uyar.
Ankara doğumlu.
Şöyle anlatıyor babasını:
“Babam Harita Binbaşısıydı. çalışkan bir adamdı, çok iyi bir hattattı.
Ankara’nın latin alfabesi ile ilk sokak levhalarını, geceler boyu çalışarak ilk o yazmıştı.
Ölümünden on-onbeş gün öncesine kadar çalıştı ve her akşam içti rakısını...
Seksen yaşını aşmıştı öldüğünde...
İstanbul’a göçtük.”
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2011
“İşte size bir ölü, güloynar ve gönüllüMezarımın üstünde fırdönün gönlünüzce!Var mı ölümden öte, ölüye bir işkence...”
Can Yücel, Charles Baudelaire’in şiirini böyle çevirdi de Türkçe’ye...
Ama vardır bizim ülkede, ölüye, ölümden de öte işkence.
***
İşte, parçaladılar Datça’daki mezarını.
Kırdılar, üzerinde “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi...” yazan mezartaşını...
Kuşlar, kediler, esref-i mahlukat su içsin diye özel olarak yapılan su kanallarını da parçaladılar.
Polis olayın planlı olduğunu, mezarı yanlarında getirdikleri “balyoz gibi bir şeyle” parçaladıklarını söylüyor ama... Ben biliyorum ki o balyoz, “kafa”dır.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2011
AKTARACAĞIM olayın Karadeniz’de geçtiğine bakmayın, fıkra değil gercek bir haber. Rize’nin Fındıklı ilçesinde yaşayan Mehmet Demir alkollü geliyor eve.
“İçtiğini gösterecek” elbet, dövüyor karısını...
Hoş, aile içi şiddet istatistikleri ortada, içmese de fark etmiyor.
Ve eşini darp etme suçundan 10 gün hapis cezasına çarptırılıyor.
Hakim de zaten değil devede, farede bile kulak olamayan “ceza”yı, kitap okuma cezasına çeviriyor.
Demir’i 1 yıl boyunca ayda 4 saat alkolün zararları ile ilgili kitap okumaya “mahkum” ediyor.
Yani günde bir sigara içimi, 8 dakika.
Cezasını Fındıklı Halk Kütüphanesi’ne giderek çeken Demir A.A. muhabirine konuşmuş:
“Bu güzel ve yararlı bir ceza.
Ancak cezanın gereğini yerine getirirken biraz zorlanıyorum.”
* * *
Sekiz dakika kitap okumaya zorlanıyor.
Hakim hapis verse, 10 gün aslanlar gibi yatardı oysa...
Bir kez daha olayın Karadeniz’de geçtiğine bakmayın deyip, mevzuyu bugün sürmanşetimizde yer alan habere, Başkent’e getireyim...
Ankara’da yapılan araştırmaya göre, annelerin yarısı babaların da yüzde 39’u hiç kitap okumuyormuş.
Çocukken çocuğuna da kitap, masal filan okumuyormuş ebeveynler.
Araştırmaya katılan 5. sınıf öğrencisi çocuklar da zaten okumuyormuş.
Cümleten okumuyoruz yani...
* * *
Donald D. Schroeder alışkanlığı, “davranışlarımızı, düşüncelerimizi, duygularımızı yönlendiren ve zamanla otomatik bir tepki haline dönüşen davranışlar” olarak tanımlıyor.
Yani alışkanlığın bir “yapma”, bir “edim” yönü var.
Ama bakıyorum da, yeni alışkanlıklar “yapmama” üzerine kuruluyor çoğu kez.
“Okumama” meselesini de en güzel biçimde psikoloji profesörü Doğan Cüceloğlu özetliyor:
“Kitap okumak nasıl ki bir alışkanlık ise, kitap okumamak da bir tür alışkanlıktır.”
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2011
ANADOLU Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ferruh Uztuğ ailesiyle birlikte tatil yapmak istiyor.
Ege kıyısında, butik bir otelde...Internete giriyor, bazı butik otelleri beğeniyor.
Ancak aradığı dört otelden üçü “çocuk kabul etmediklerini” belirtiyor.
Birisi de, “Hele bir e-mail atın, değerlendirelim” diyor.
***
Düşündüm de, Ferruh Hoca, çocuklu ailelere dudak büken o “butik” otelleri ararken işlek İngilizce’sini kullansaydı.
Telefon açıp, “Hello”nun ardından İngilizce girseydi mevzuya... Sonuç ne olurdu?
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2011
MANŞETTEKİ “bağışmatik” haberimize bakıyorum da, bazı şeylerin “matik”i, “otomatik”i olmuyor sanıyorum. Hani olur da aslında, eğreti, hatta iliştirilmiş duruyor bazen.
* * *
Malezya’da geliştirilip de bize de ilham olan “abdestmatik” mesela.
Oradaki adı “Auto Wudu Washer”... Ki ismi eğreti öncelikle.
Üç ayrı parçadan oluşan makinenin yüz hizasındaki en üst kısmı, yüz ve kulakları temizliyor.
Bir alt kademede kollar yıkanırken, en alttaki bölüm de ayakları yıkayıp yuğuyor.
Böylece etrafa su sıçramıyormuş, tasarruf filan da oluyormuş.
Güzel de...
Bizde tutmadı tabi...
* * *
Ondan önce, başka bir “matik” gelmişti gündeme.
“Taharetmatik...”
Pek üzerinde ahkam kesilecek bir konu değil de, elbette...
O dönemki haberlerden özetleyeyim, afınıza sığınarak.
Efendim, alaturka tuvaletlerin musluğuna takılıyor bu icat.
“Mini bir duş gibi” diyor, mucidi.
Hem de basınçlı...
Tuvalet kağıdı kullanımı azaltacağı için tasarruflu.
“El değmeden yapıldı...” reklam cıngılı gibilerinden de hijyenik.
Ötesi temizliği sadece şahsa mahsus değil, fayansla filanla “mıntıka temizliği” de yapıyormuş taharetmatik.
* * *
2004 yılında, hediyesi 8-10 milyondan marketlerde satışa sunuldu.
O günlerde bir çok gazete de birinci sayfadan yer verdi, bu buluşa...
Ama o kadar reklam, o kadar haber.
Olmadı...
Esamesi bile yok şimdi.
* * *
Teknolojiye uymak iyi bir şey kuşkusuz. Gerekli bir şey.
Ondan yararlanmak da...
Demem o ki, bazı şeyler “otomatik” olmuyor.
Kimbilir... Olmamalı da belki, hele yardım, vicdan filansa mesele...
Yazının Devamını Oku