Yaşar Sökmensüer

Cüzdanda 30 ülke

16 Ağustos 2011
BİZ “Gulliver’in Seyahatleri”ni masal diye okuduk. Çocuktuk, “cüce” gövdelerimizde, “dev” seyahat hayalleri kurduk.
Tutku oldu seyahat içimizde.
Dağları, okyanusları geçip nerelere gitmedik, kimleri yenmedik masalımızda...
Ve bu “hayal meyal” arasında, anlatılan binbir masalın buğusunda, Jonathan Swift’in tam 265 yıl önce Gulliver’i niye yazdığı hiç aklımıza gelmedi elbette.
* * *
Oysa onun hayatı, İrlanda’da İngiltere’nin baskıcı politikalarına karşı mücadele etmekle geçti.
Taşlamalarının yanısıra siyasi broşürleriyle de ulusal kahramana dönüştü ülkesinde.
Ama hepimiz onu “masal”ından tanıdık.
Gerçeklerle değil, masallarla büyüdük ya...
Ahbaplığımız ordandı.
* * *
Oysa Swift politik alegorisinde, yaşadığı dönemi yerden yere vuruyordu.
Adaletsizliklere, haksızlıklara karşı durmaya çabalıyordu, “masal”ıyla.
Öldüğünde mezartaşına yazılacak “Burada vahşi haksızlıklar karşısında kalbi paramparça olan biri yatıyor” cümlesini yok sayıp, mücadele ediyordu.
Gemisi batan Gulliver’in düştüğü cüceler ülkesi Lilliput’da whig’lerle tory’lerin çatışması aslında, İngiltere’de liberallerle muhafazakarlar arasındaki çekişmeyi hicvediyordu.
Ve cücelerin, yani küçük insanların “gücü”yle de, Büyük Britanya’nın sömürgeciliğini, emperyal ihtirasını...
Tam 284 yıl önce yazdığı masalında...
* * *
Cüceler ve devler ülkesine gezileri, insanın bitmek bilmeyen iç-seyahatleri, mücadelesiydi aynı zamanda.
Bir bakıyordu “cüceler ülkesi”nde dev olmuş. Öyle hissetmiş kendini.
Ardından bir anda, bir başka “ülke”de/”durum”da devlerin arasında minicik kalıyordu.
Cüceler dev, devler cüce olabiliyor, değil mi hayatta?
* * *
Bir de seyahati, tarih boyunca insanın o en büyük tutkularından birisini tüm engellere rağmen hayata geçirebilenler var.
Otuz ülkeyi gezdikten sonra manşetimize konuk olan Mustafa Akca gibi...
Bu seyahatlerinin harcamalarını, memuriyetin yanında ek iş olarak cüzdan satıp karşılamış.
Onun cüzdanında şimdilik 30 ülke var.
Ya bizim cüzdanımızda...
Yazının Devamını Oku

Hasat ne zaman

14 Ağustos 2011
ON bir yıl önce, 12 Ağustos’ta kapadı gözlerini. Datça’da günebakan çiçekleriyle uğurladılar Can Yücel’i. Çünkü o ayçiçeği yerine “günebakan” demeyi yeğliyordu, yüzünü hep güne/güneşe dönen o canlıya...
Yağmurlar yağdı ağustosta, çok yağdı.
Onun şiiriyle kulaklar çınladı:
“O zaman bu zamandır dostlar ne ister neyi özleriz
denizini arayan akarsulara benzeriz
pencereler bırak açık kalsın geceleri yağmurlar yağsın
günebakan düşlerimiz yağmur sesiyle çoğalsın...”
Gece düşleri güne bakmazsa, “rüya” olarak kalır zaten değil mi...
* * *
Şiire argoyu, hatta küfrü sızdırdı.
Sıcak, yer yer sevimli ama hepsinden öte yaşayan haliyle...
Yeri geldi, darbe mahkemelerinde savundu “halkın dili”ni.
“Ağzı bozuk meymenetsiz bir ozan”dı çünkü kendi deyimiyle... Yalnızlığın(ın) da farkındaydı, küfür kadar:
“Sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
(...) yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi...”
* * *
Kelimelerle oynadı, “rengahenk” dedi güzelliğin uyumuna...
“To be or not to be” sözünü “bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin” diye Türkçeleştirdi, şiir çevirilerinde de oynadı dille.
W. H. Auden’ın “Tell Me The Truth About Love”ını çevirmedi mesela, “Türkçe” yaptı: “Alla’sen söyle nedir aşkın aslı astarı...”
Hayatla da oynadı elbet.
Ölümü rakı şisesinde balık yaptı.
* * *
Rivayete göre, gömülürken sormuş torunu:
“Dedemi ektiniz mi?..”
Evet ekildi, ama hasat kimbilir ne zaman.
Yazının Devamını Oku

Erkek çocuk ve tercihler

10 Ağustos 2011
BUGÜN sürmanşetimizde yer alan araştırma, çocukların yetiştirilme süreci açısından da yeni birşeyleri muştuluyor. Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın araştırmasına göre ailelerin “Çocuğum mutlaka erkek olsun” tercihi gerilemiş.
Aileler 70’li yıllarda yüzde 84 oranında erkek çocuk isterken, 2000’li yıllarda bu tercih yüzde 41’e kadar düşmüş.

İyi bir şey elbette.
Ama ben bu yazıyı yazarken, belki yine bir düğünde ya da sünnet düğününde havaya sıkılan silahlardan çıkan kurşunla birileri ölecek.
Tıpkı, DTCF ikinci sınıf öğrencisiyken hayatını kaybeten Sezin Aksoy gibi.
19 yaşındaydı, sünnet düğününe gitti eğlenmek için.
Ama 17 yaşındaki İ.D.’nin “havaya” sıktığı silahtan çıkan kurşunlarla hayatını kaybetti.
İkisi ağır, birisi beş yaşında beş yaralı da, aynı “kutlama”ya hedef oldu.
İ.D. yaşı küçük olduğu için 8 yıl hapis cezası aldı.
Herhalde çoktan çıkmıştır hapisten.

Sünnet düğünü ve silah...
İkisi de aslında, geleneklerle iç içe bir tercihin ifadesi....
Ve bu kelimeler kontrol edilemeyen ilkel güdülerle, toplumda rağbet görme isteğiyle, erkeklik ve güç simgesiyle, yanlış eğitim ve yetiştirmeyle bir araya gelince, sonuçlar ölümcül olabiliyor.

Doğmadan önce dillendirilen erkek çocuk tercihinin, doğduktan sonra yapılan tercihlerle nereye vardığını da görüyoruz, gazetelerin üçüncü sayfalarında.
Mesela, “Al silahı, git namusumuzu temizle” cinayetlerinde...
Ve namus cinayetlerinin de daha çok “silah atılan toplumlarda” görüldüğünü belgeliyor araştırmalar.
Kadınlar ve çocuklar, erkeklerin edindiği gerçek silahların da gölgesinde yaşıyor.
Hala bir silah, bir güç olarak kullanılan “erkekliğin” gölgesinde de...
Yazının Devamını Oku

Takside mi sadece

9 Ağustos 2011
UNUTUYORUZ...<br>Hep unutuyoruz, her yerde her zaman... Bugün manşetimizde işte, AŞTİ duraklarında taksilerde unutuyoruz mesela.
Altı ayda 220 cep telefonu, daha irice unutkanlıklara örnek 172 lap-top...
Varsa yarım kilo altın, onu da.
Ve bu ay Razaman, oruç filan derken “unutma rekoru” kıracağız, biliyoruz bunu da.

British Museum’da, altın bir tablette yazan o sözler gibi:
“Hades’in ülkesine indiğinde kapılardan birinin solunda, beyaz servinin yanında bir çeşme göreceksin.
Bu unutuş çeşmesidir, sakın suyundan içme...”
Biz içiyoruz o sudan her sabah.
İftarımızı da “unutuş çeşmesinin suyu” ile açıyoruz...
Unutuyoruz, sonra.

İşte 17 yıl geçti.
Metroları, metrobüsleri, tramvayları unuta unuta geldik bugüne, sonunda devrettiler hükümete.
Bazen Hipodrom’daki “unutuş çeşmesi”nden içtik suyumuzu oraya unuttuk.
Bazen birer birer yok olan tüm meydanlarımızdan içtik, kana kana...
Sonra ne meydan kaldı birtane, ne meydanda çeşme...
Onu da unuttuk.
Belki takside, otobüste unuttuk, belki ekran başında...

İzmir’de yaşayan 23 yaşındaki Ömer Durdu’dan da beter hayatımız.
O kalp fonksiyonları durduktan sonra hayata döndürüldü...
Okuduk gazetelerden, hayata döndü ama yaşamının son 5 yılını unuttu...
Bizim kimbilir kaç yıl, unuttuğumuz.

Zuhal Olcay, “Unutulmaz deme bana unutulur unutulur” diye mırıldanıyor radyodan.
Dinliyor, bayılıyor, sonra o şarkının sözlerini unutuyoruz.
Çünkü Unutuş Çeşmesi’nin suyuyla suluyoruz pencere çiçeklerimizi.
Sokaklarımızı o suyla yıkıyoruz.
Ve unutuşun suyu, bazen sarhoş, bazen sersem ediyor bizi.
Unutuyoruz...
Yazının Devamını Oku

111 yıl önce mırıldanmalar

7 Ağustos 2011
YÜZ on bir yıl önce, ağustos ayında hayata veda ettiğinde 56 yaşındaydı.

Ölüme yakın durdu hep ve sordu:
“Hangisine alışmak daha zor, hayata mı ölüme mi? Hayata alıştık ve bu alışkanlık bizi kör etti”.
Reddetti alışkanlıkları; “Seni seviyorsam sana ne bundan” diyerek, aşka bile karşı çıktı, “delice”.
* * *
Tabulara, bir uçurumun kıyısından eğilip dibini araştırır gibi baktı.
Friedrich Wilhelm Nietzsche, bilincindeydi attığı adımların:
“Bir uçurumun içine baktığınızda, uçurum da sizin içinize bakar”...

Yazının Devamını Oku

Muhitiniz neresi

6 Ağustos 2011
ÇOCUKLUĞUMDA, ilk gençliğimde her yaz İstanbul’a Dragos’a giderdik. Ve Erdek’te Narlı Köy’e...
En özgür zamanlardı belki.
Yaz tatilinin 2.5 ayı oralarda geçerdi.
İki yerin de o dönemlerde sadece örümceklerinden dertliydi, ailenin kadınları.
Abartısız avuç içi kadardı gövdeleri.
Bazen bir yılan da görünürdü Dragos’un Mor Kayalıklar’ında.
Bizim ise börtü böcek ile hiç bir derdimiz yoktu.
Belki çocuk umursamazlığı.
Ama asıl nedenini sonra anladım.
Uzaktı, sadece yazlarıydı, filandı ama oralı olmuştuk.
“Muhitimiz”di oralar.
Güvendeydik oralarda, zarar gelmezdi.

Bugün gazetemizde, “Ankara’da bisikletli olmak hali” sürmanşetimize yerleşirken, düşündüm.
Bisiklet tutkunları (ki bu sadece bir tutku değil, bir “vasıta”dır, ulaşım aracıdır gelişmiş ülkelerde) küçücük bir talepte bulundu.
Bir çizgi Eskişehir Yolu’na...
Bisikletliler için bir yol çizgisi, bölümü...
Ama Büyükşehir bu küçük “şehirli” isteğe olumsuz yanıt verdi.

Gerçi olsaydı da zaten, istenilen-arzulanılan bir düzenleme olmayacaktı. Yeterli de olmayacaktı...
Çünkü, şehir içinde otobana dönen yollarda yaya, bisiklet, motosiklet bir yana, otomobiller bile bazen güvende değil.
Ama en azından bir farkındalık, direksiyon simidini kavradığında karakteri değişen (belki karakteri ortaya çıkan) trafik canavarları için en azından bir “dikkat” çizgisi olacaktı.
Bir başlangıç olacaktı en azından...
Bisikleti trafikte bir “ulaşım aracı”, bisikletliyi trafikte adamdan, “can”dan sayma hali, haletiruhiyesi yaratacaktı.
Olmadı yine...

Olmaz da.
Bu kentte yıllardır insanlar, basit şeyler istiyorlar.
Bir karış değil, adam gibi kaldırımlarda yürüyebilmek, oraya park eden otomobillerin arasında zigzag yapmak değil dolaşabilmek istiyorlar mesala.
Dakikalarca beklemeden ya da kelleyi koltuğa almadan, karşıdan karşıya
geçebilmeyi arzuluyorlar.
Kule gibi üstgeçitlere tırmanmadan, yaya haklarına hemzemin saygı bekliyorlar.
Ama yok.

Yarım asırdır yaşıyorum bu şehirde...
Muhitim mi burası, artık bilemiyorum.
Yazının Devamını Oku

Belleğinize park etsin

4 Ağustos 2011
PARK yasağına uymayan, hatta başta yaşlıların, çocukların güvenle yürüyebilmesi için yayalara ayrılan kaldırımlara bile park eden otomobiller, heryerde sorun. Ama özellikle bizim gibi çağdaş otopark düzenlemeleri olmayan ama “gelişmekte olan” ülkelerde...
Sürücülerin yasağa uymaları için “tekerlek kilidi” düzenlemesi yaparsın, yaygın olmayınca tutmaz.
Ceza yazarsın yeterince etkili olmaz.
Çekersin otomobilleri ama bu kez bir çok yerde, yerli-yersiz “çekici terörü” yaratırsın...
Özellikle mahallelerde merkezi otoparklar yapılmadığı, toplu taşımda metro gibi çözümler yaygınlaşmadığı için otomobiller de nereye park edeceğini şaşırır ve araba sığan her köşe bir anda otoparka dönüşür.

Hemen her gün yaşadığımız bu sorunla ilgili hiç alışılmamış bir görüntüyü, dün TV ekranlarından izledim.
Görüntüler, Litvanya’nın başkenti Vilniuas’tan...
Vilnius Belediye Başkanı Arturas Zuokas, kentin bazı bölümlerini yaya ve bisiklet bölgesi yapmış./images/100/0x0/55ea94f3f018fbb8f8895bfc
Görünce imrendim, geniş kaldırımlar, tertemiz. yemyeşil bulvarlar...
Ama 43 yaşındaki Başkan Zuokas park yasağına rağmen bölgeye park eden lüks otomobillere laf dinletememiş.
Binmiş bir tanka, araçlarını yanlış yere park eden şoförlere “ders vermek” için bisiklet yoluna park eden bir Mercedes’in üzerinden geçmiş.
Tank geliyor, lüks otoyu kelimenin tam anlamıyla asfalta yapıştırıyor.
Sonra bir çekici elip hurdaya dönen otomobili yükleyip götürüyor.
Başkan Zuokas da tanktan inip, arabadan kalan cam kırıklarını filan güzelce süpürüyor.
O sırada bir restorandan pürtelaş koşup gelen aracın sahibinin elini sıkıyor.
Ve “Bir daha yanlış yere park etmeyin, geçmiş olsun” deyip, bisikletine atlıyor, gidiyor.
Daha sonra ekranlarda bu görüntülerin, bir “tanıtım filmi” olduğu vurgulandı.
Bu benim daha da hoşuma gitti, malum bizim “tanklı” anılarımız hayra alamet olmadı hiç bir zaman.
Yazının Devamını Oku

Üç yıl önce üç yıl sonra

3 Ağustos 2011
ODTÜ yine gündeme geldi. Ben de tam üç yıl önce, 2008’de yazdığım yazıyı, virgülüne dokunmadan aynen aktarmak istiyorum.
Çünkü gazetecilerin de, Ankaralı’nın da hafızasız, algısız, muhakemesiz, iyice saf yerine konmaya çalışıldığını düşünüyorum. İşte üç yıl önceki yazım:
“ODTÜ meselesini birlikte hatırlayalım.
Önce Büyükşehir Belediyesi, binalarının kaçak olduğu gerekçesiyle ODTÜ’ye tam 1 milyon 800 bin YTL (o günlerde YTL’ydi) ceza kesti.
Ardından Başkan Melih Gökçek, “ODTÜ ya yasayla düzelir, ya da mecburen yıkılır” dedi ve ekledi:
“Sayın Akbulut’un oturduğu lojmanı ibret olsun diye yıkacağım...”
Sonra plan tasdik edilir edilmez ODTÜ arazisinin yüzde 40’ının yasal olarak belediyeye geçeceğini söyledi.
Ve “Yasanın bize verdiği yetki çerçevesinde Eymir Gölü’nün yüzde 40’ına karşılık gelen bir arazide halka açık bir park ve sosyal tesisler inşa edeceğiz” açıklamasını yaptı.
Gökçek açıklamalarını “ODTÜ istese de istemese de biz bu yolu oradan geçireceğiz” diyerek sürdürdü.
Büyükşehir Meclisi de ODTÜ için 1992 yılında yapılan planı iptal etti, sonra da yeni ODTÜ planını reddetti.

Ve geldik bugüne. (2008 sonbaharı)
Büyükşehir bir açıklama geçiyor:
“ODTÜ ormanında ağaç katliamı...”
Oysa ben Ural Akbulut döneminden de, bizzat biliyorum.
ODTÜ’nün 3 bin 100 hektar alana yayılan ormanında 35 milyona yakın ağaç var.
Ağaçların sıklıktan dolayı kurumaması için periyodik bakımlar, sökümler ve sağlıksız ağaçlarla ilgili kesimler yapılması gerekiyor.
İsteyen bu konuda, internetten ODTÜ Ağaçlandırma ve Çevre Düzenleme Müdürlüğü’nün ayrıntılı faaliyet raporlarına da bakabilir.

ODTÜ kendisine tahsis edilen 4 bin 500 hektar arazinin yüzde 70’ini yarım asırda dev bir ormana dönüştürmüş.
Bu, Türkiye’de hatta dünyada bir kentte insan eliyle yapılmış en geniş orman.
Ve 1. Derece Doğal Sit Alanı...
Şimdi ODTÜ’nün ağaç katliamı yaptığına inanacağım, öyle mi?
Bu iddiaya, ODTÜ ormanındaki 140 çeşit kuş bile güler.”
Şimdi yine aynı terane...
Yazının Devamını Oku