23 Eylül 2011
HAYATI ranttan, kardan ibaret görenler için, “Gölgesini satamadığı ağacı keser” denir ya. Eymir, AOÇ tartışmalarında hep bu söz çınlamıştır kulağımda... O nedenle Eymir’in “el değiştirmesi” değil varolanın olumlu yönde değişmesi tartışılmalı...
Eymir Gölü ile ilgili bir başka okurumuz da gönderdiği e-mail’de konunun başka bir yönüne, somut önerilerle dikkat çekiyor:
“Özellikle haftasonlarında sabah saatlerinde Eymir Gölü çevresinde yürüyüş yapıyorum.
Nerede gölün kıyısına doğru oturmaya müsait bir ağaçlık varsa, orada çöpler, izmaritler de var. Yine de bunu kuş sesleri telafi ediyor.
Ancak, Pazar akşamları oraya giderseniz, bırakınız sükuneti, bütün sinirleriniz ayağa kalkmış olarak dönüyorsunuz.
Öyle bir araba yoğunluğu oluyor ki, yol kenarında onlardan kaçayım derken, (aslında hız sınırı 30 ama dinleyen kim) yolda hızla seyreden arabalar tarafından taciz ediliyorsunuz.
Oran tarafındaki ağaçlıktan göle inişte bir çöp kutusu var ve o yolun devamında da gölün içine doğru bir girinti?Manzara müthiş..
Gölün her iki yakasını birden görüyorsunuz? Ama sakın zemine doğru bakmayın! Çünkü zemin çöplerle kaplı.
ODTÜ Genel Sekreterliğine ve Eymir Gölü Amirliği’ne de bu gözlemlerimi aktardım. Önerilerim şöyle:
Öncelikle araçların 30 km hızla ilerlemesi için kamera kontrolu ve ceza.
Yol kenarına park yapılmasına izin verilmemesi.
Eymir Gölü’nün her iki girişine de otopark yaptırılıp, araçların içeriye sokulmaması, her iki taraftan -olabilirse elektrikli- servis arabalarının göl etrafında ring seferi (ücretli) yaparak, lokantalara gelenleri veya göl etrafında tur atmak isteyenlri taşıyabilmesi.
Hem gölün, hem etraftaki bitki ve hayvanların egsoz gazları ile kirlenmesi ve zehirlenmesi önlenir, hem de yürüyen, bisiklet süren insanların taciz edilmeden ve egsoz koklamadan gezmeleri sağlanır.”
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2011
EYMİR Gölü ile ilgili yazımın ardından kurlarımızdan “aydınlatıcı” iletiler aldım.İsmi bende saklı iletileri paylaşmak istiyorum: “Melih Gökçek, ODTÜ’nün Eymir gölünü sadece ODTÜ mensuplarının kullanımına açtığını ve kanunu çiğnediğini iddia ediyor.
Ben bir ODTÜ mezunuyum. Uzun yıllar, Ankara Üniversitesi Su Sporları Klübü’nün bir üyesi olarak Mogan ve Eymir’de kürek çektim. Kısaca, bu iki gölün dününü de bugününü de çok iyi bildiğimi iddia edebilirim.
Eymir Gölü, halka açıktır. Giriş kapısından sadece otomobille girmek yasaktır. Ben kendimi bildim bileli de böyledir. Gökçek’den önce de böyleydi, hala da böyle.
Bu uygulamanın nedeni, özellikle haftasonları içerde araçlardan yayalara yürüyecek yol kalmamasıdır. Ki, bence göl tamamen trafiğe kapatılmalıdır. Ama ODTÜ’lü büyüklerimize bu konuda birşey söyleyemiyoruz.
Her ne kadar Eymir çevresi bakımsız görünse de, bunu ODTÜ’nün gölün doğallığına dokunmaması olarak yorumlamak gerekir.
Zaman içinde kuruyan ağaçların olduğu bölgelerin yeniden ağaçlandırılması ODTÜ açısından doğru bir adım olacaktır. Göl çevresinde sadece 3 adet büfe, 1 adet restoran (Çobanoğlu) ve eskiden İsmet İnönü’nün evi olan bir ikinci restoran dışında yapılaşma yoktur. Bir de gelirinin büyük kısmı ODTÜ Kürek ve Su Sporları Klübüne ait olan Kayıkhane Restoran ile kayıkhane vardır. Büfelerin ve restoranların hepsinin işletmeleri, zamanında ODTÜ’ye emek vermiş güvenlik görevlisi, müstahdem gibi kişilere aittir ve muhtemelen bir dönem onlara emeklilik ikramiyesi gibi bir hediye olmuştur.
ODTÜ istese göl çevresine dip dibe bir sürü büfe ve restoran yapar ve önemli bir gelir elde eder. Ancak, bu yapıların hepsi çok uzun yıllar önce yapılmış ve bunlara ek olarak hiçbir yapılaşmaya izin verilmemiştir.
Göl ve çevresindeki orman arazisinin ODTÜ’de kalması, Ankara için önemli bir oksijen kaynağı olarak kalmasının da yoludur. Keşke Mogan gölü de bu anlayışta bir kuruma teslim edilse...”
Yarın devam edeceğim...
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2011
“MAYIS ayındayız ve ben körüm”... Londra’da bir dilencinin boynuna astığı notta yazan cümleyle başlar kitabına İlhan Berk.
Gideli üç yıl oldu, bu 28 Ağustos’ta.
O kitabının adı, “Taşbaskısı”... İlk baskısı 36 yıl önce...
Hepi topu 32 sayfadır ya, eleştirmiştir bazıları.
Hani, “Biraz ince olmamış mı, içindeki dizeleri toplasan iki şiir tutmaz” gibilerinden...
Ki, bu tür eleştirilerin en güzel yanıtını rivayete göre yazar Necati Tosuner vermiştir. Ödül aldığı kitabı nedeniyle onu tebrik eden ancak o bildik “amalı .ok atma”lara yönelen bir zat, “Biraz ince, küçük olmamış mı kitap” deyiverir.
Yanıtını yerli yerince alır Tosuner’den:
“Küçük ama eline alsan bırakamazsın...”
İlhan Berk’e de bazı şairler antipatik, bazıları da apatik kalmıştır.
Misal Can Yücel, dokundurur dizeleriyle Berk’e, “şiirlerini gerdirmek için Avrupa’ya gittiğinden” filan dem vurur.
Ve Sibel Oral’ın nefis yazısından okuduğuma göre, Yücel Berk’in son şiirleri için “Evde kalmış şairin son çeyizleri” der.
Anlıyorum aslında, antipatiyi de, apatiyi de... Hali-vakti yerindedir bir kere İlhan Berk’in, onlarca şairin aksine...
Ve yine 90 yaşına kadar yaşayabilmiş bir şairdir.
“Şairler erken ölür” meselinin istisnasıdır, yani. Ama vardır onun da cehenneti, her şair gibi.
Girmeye reşitsen.
On üç yıl Ankara’da yaşamış.
Sakarya Sokağı için ‘ballad’ da yazmış, hem de ta 1958’de:
“Tuttum hey dedim aldım sokakları, Bayındır, Devrim
Adakale Sokağı’nı hey dedim aldım...”
“Hey” demiş almış sokağı... Almış, bakın hepimiz yazıyoruz onu hala.
Sokakların, caddelerin isimleri değişti, tüm Ankara’da.
Ne bir şair dizeledi... Ne yıllar sonra adresini -bile- kaybeden sokak sakini ses etti.
Ha... Emek Mahallesi’nin sokak isimlerinin değiştirilmesine karşı direnişini yok saymıyorum. Unutmadım.
Ama olmadı.
Keşke, “Hey” deyip... Adreslerini yitirmeseydik çocukluğumuzun.
Adresi belliyse, temize çekseydik çocukluk sonrasını...
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2011
“İNSAN yeter ki gördüğünü sevsin.
Vakti geldiğinde herkes gibi görmüş olduklarından, yaşamış olduklarından minnettarlık duyarak buralardan ayrılacağını, yerini bir başkasına bırakacağını, kimsenin hiçbir yerin sahibi olmayacağını bilsin.
Yunus Emre’den bir dize hatırlasın, bu hayata ‘biraz oyalanmaya’ geldiğini farketsin.
Yunus’un ‘oyalanmak’ dediği hayatın kısacık bir parçasını inci grisi bir gölün kıyısında geçirdim.
Beni çevreleyen sükunet içimdeki sükunetle birleşti, ben sabahın solgun sessizliğine karıştım.
Küçük bir sazan balığı, bir dağ yemişi, bir zakkum çiçeği gibi o sakin güzelliğin bir parçası oldum.
Hiçbir şeyin sahibi değilim.
Bir sabah göle bakarım.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2011
BUGÜNKÜ manşetimizi çıkıp bir kafede anlatsam, millet “stand-up” sanır. Danıştay’ın “Gülen Ankara Kedisi” logosunu iptal kararının mürekkebi kurumadan, Başkan Melih Gökçek’ten yeni bir “hukuku dolanma” manevrası geldi.
Aslında bu işe “manevra” demek de doğru değil.
Logoya iki küçük fırça darbesi demek daha doğru...
Çünkü iptal edilen yani yasaklanan logodaki kediye sadece bıyık takıldı, gözleri de öbür yana şaşılaştırıldı.
Ve Başkan Gökçek, “Yeni logomuz hayırlı olsun” deyip, rötuşlanıp yeniden piyasaya yürülen camili-Atakuleli amblem gibi, görünüşte kapadı bir önceki “hukuk defteri”ni...
“Bıyık takma” eski Yeşilçam filmlerinin gözde cinlikleri arasındadır.
Fatma Girik’e bir bıyık takarsın, kırk yıllık sevgilisi Ediz Hun onu tanıyamaz...
Biz de güler, eğleniriz hallerine.
Bu logoya bıyık takma işi de o sahneleri getiriyor aklıma.
Hani bıyık takarsak, belki yüksek yargı eski kedi logosunu tanıyamaz.
Benim de merakım bu zaten:
Bakalım, bıyığa rağmen Danıştay logoyu tanıyabilecek mi...
Tanırsa, “Bu da olmaz” diyecek mi?
Gerçi dese ne gam!
Bu kez de kediye şapka ya da çizme giydirir, “Bu Gülen Ankara Kedisi değil, Çizmeli Kedi bi kere” deriz.
Hem “Çizmeli Ankara Kedisi” logo olarak, daha bir uyar bize. Yağmurda geçitleri alt-üst eden su baskınlarına nazire olur.
Ha, eskisinin hemen hemen aynısı camili-Atakuleli amblem gibi, bıyıkla “revize” edilen Ankara Kedisi logosuna da yeni dava açılır.
Sürer bir kaç yıl...
O arada kedi de, amblem de dolaşır yine kenti.
Akay Kavşağı filan öyle olmadı mı...
Logolar, amblemler, yine iptal değilir, yine değişir, yine yıllar geçer.
Biz de bakıp, seyreder bekleriz.
Orhan Veli’nin “Kızılcık Ağacı”nı seyretmesi gibi:
“İlk yemişini bu sene verdi, Kızılcık,
Üç tane;
Bir daha seneye beş tane verir;
Ömür çok,
Bekleriz;
Ne çıkar?”
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2011
“GERÇEKLER her zaman hayallerin üzerinde yükselir. Her şey mümkündür”...
Ya da “İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar...”
Yahut, “Gerçekçi ol, imkansızı iste”.
Bu sözlerin hepsinde “gerçek” payı var elbet.
Ötesi iç kıpırdatan “çağrı”lar barındıyor tümü... Ne güzel.
Ve biliyorum ki hayal, insanın sağlıklı yaşaması için ikinci “kan dolaşımı”.
Ama bugünlerde “bir inanmama hali” var üzerimde sanki.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2011
İSTANBUL başta Beyoğlu olmak üzere, “masaların içe alınması OHAL”ine karşı debelenirken, bir “içe kapanma hali” de Başkent’te ortaya çıktı.
Manşetimizden okuyacaksınız.
Çankaya Belediye Meclisi, işletmelerde “kış bahçeleri”ne izin verilmesi kararını aldı.
Ancak Büyükşehir Belediye Meclisi “Haksız ticari kazanım olur” gerekçesiyle bu kararı reddetti.
Böylece “kış bahçeleri” de askıda kaldı.
GGG
Sigara yasağı zaten işletmeleri vurdu.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2011
BAŞKENT’in nasırlaşan sorunlarının başında gelen amblemi, yine-yeni bir Danıştay kararı vesilesiyle yazdık.
On yedi yıldır döne döne yazdığımız gibi...
Nasırlaştı, çünkü yıllardır tüm davalara, yasaklamalara karşın inatla aynı minvalde yürütüldü/sürdürüldü.
Ne sivil toplumun gayreti “merhem” oldu bu nasıra, ne yargının “kesip atan”
kararları...
Büyükşehir onca yıl mevzuatı, “hukuk”u dolanarak, “mesele”yi bugüne kadar getirdi.
Bize de, yine nasıra basmak kaldı.
Yazının Devamını Oku