Yaşar Sökmensüer

Bu kış da geçiyor

7 Ekim 2011
ÇANKAYA Belediyesi’nin yıllardır “tek tabanca” korumaya çalıştığı sokak hayvanları yine darda. Barınak kapasitesinin yüzde 90’ını aşmış.
Aşar da...
Çünkü bu mücadele, bu sevgi tek başına yürümüyor.
Hayvanseverlerin katkısı, desteğiyle giden barınaklar da çözmüyor sorunu.
Başka ilçelerin aç-bilaç sokak köpeklerini toparlayıp, geceyarıları Çankaya’ya, ücra köşelere bıraktığını kaç kez haber yaptık hatırlamıyorum.
Ve gerçekten tiksiniyorum, bu “uyanıklık”tan...
Bu “Onlar köpekçi, onlar uğraşsın” sırıtışından.
* * *
Üstelik, sokak hayvanlarına karşı asli sorumluluk Büyükşehir Belediyeleri’nin.
Ankara Büyükşehir de 17 yıldır ötelediği, görmezden geldiği barınak yapma kararını epey önce aldı.
Büyükşehir Belediye Meclisi bu karara imza attı.
Yeri belirlendi, tarihi şu filan derken, uygulama yine askıda...
Eh belki de haklılar kendi cephelerinde.
Ankara Kedisi’ni logodan ibaret sayan Büyükşehir, o logoyu iptal eden yargı kararına “dolanma” çabasında...
Mesaileri başka yani.
Nitekim, kısa sürede rahatlıkla bitirilmesi mümkün olan barınak konusunda ayak sürüyen üyeler, yasaklanan logoya anında bıyık takılınca pek bir sevindiler.
* * *
Kuşkusuz sorunun istenen çözümü barınaklar da değil.
Asıl önemlisi ve daha insani olanı, insanın ve hayvanın mutluluğunu buluşturan sahiplendirme uygulaması...
Ama o da bütünsel ve hep birlikte bir organizasyon gerektiriyor.
Onun da “tek tabanca” yürümesi zor.
* *  *
Ama Büyükşehir hala beklemede.
Bu kış da geçecek belli...
Ve yasaklanan kedi logosunun bıyıklı haliyle endam ettiği sokaklarda, yine yavru kediler, köpekler ölecek...
Yazının Devamını Oku

Yollardaki kardeşlerimiz

6 Ekim 2011
AĞUSTOS ayında, kent gazeteciliğinde ve Ankara ile Eskişehir Hürriyet gazetelerimizde bir yeniliği daha başlatmıştık.

“06-26 HABER KARDEŞLİĞİ”ni...
“Ankara-Eskişehir 1.5 saate indi. Dağ da dağa kavuştu, insan da insana...” diyerek, iki kent arasında “haber de habere kavuşsun” demiştik.
Çünkü yerel gazetecilik hem kentinde, hem de kendinde/kendi doğasında sınır tanımaz.
Ve Eskişehir’deki Ankara’yı da yakından ilgilendiren “malumat”ı, fısıltıları, kulisleri Ankara’ya da duyurmaya başladık.
Ankara’nın Eskişehir’e değen haberleri de yine bizim-birlikte çıkardığımız Eskişehir Hürriyet’de Eskişehirli’ye duyuruluyor.
İşte bu yerel zeminde tam bir “haber kardeşliği”...

* * *

Bugün manşetimizde, iki kent arasında yeni bir kardeşliğin “özel haberi” var.

Yazının Devamını Oku

Kaymos ve kaos

4 Ekim 2011
KUĞULU Park’a dair sık sık yakınmalar, daha doğrusu iç çekişler gelir okurlarımızdan. Varolan halini değil, yitip giden halini hatırlatan iletilerdir.
Bir okurumuz yine Kuğulu Park’ın içine düştüğü durumdan yakınıyordu:
“Öyle kuşatıldı ki, tarif edin desek, kimse tarif bile edemez...”
Gerçekten bazen yok olduğu, ardından da unutulduğu için artık tarif edilemeyen şeyler var hayatta.
Bazen de, tarifi çok zor, “tarifsiz” şeyler.
Tek bir anlama gelmeyen, ancak bir çok sözcükle anlatılabilecek bir “durum”u, tek kelimeyle anlatmayı başaran tanımlar da var.

On üç yıl önce hayata veda eden Yavuz Gökmen’in bir yazısını hiç unutmam.
Theodorakis‘in “Kaymos” şarkısını çok sevdiğini yazmıştı.
Kaymos’un “acı” anlamına geldiğini öğrenmişti önce.
Sonra Yunanistan’da anlatmışlardı, o kelimenin derin anlamını:
“Bazı kelimeler tercüme hatta tarif edilemez. Kaymos da öyledir. Onun içinde acı, endişe, umutsuzluk, kayıp ve daha bir çok şey vardır.”

Şöyle yazmıştı Gökmen “Kaymos” adlı yazısında:
“Bana ‘Şimdi hangi duygular içindesin?’ diye soracak olsalar, tek kelime ile cevap vereceğim.
‘Kaymos’ diyeceğim.
Evet, bir zamanlar utanıyordum, artık eni konu acı çekiyorum.
Bu öyle tarif edilir bir acıya benzemiyor.
Kaymos anlamında acı çekiyorum.
İçimde umutsuzluk, kayıp, endişe ve ille de, fena halde canımı yakan bir özlem var.
Galiba artık anlıyorum ki, ‘Batıyla bütünleşeceğiz’ diyenler bunu asla istemiyorlar.
İstedikleri bir baskı rejimidir.
Bu yüzden bildiklerini okuyorlar.
Ben tarifsiz acılar çekiyorum; biz tarifsiz acılar çekiyoruz.
Onlar ne utanıyor, ne de acı çekiyorlar.”

Gökmen hemen tüm yazılarında, dayatmalara ve buyruklara karşı çıktı.
“Düşünmesi, yazması yasaklanan bir toplumun, çağdaş uygarlığı asla anlayamayacağını” savundu.
Düşünüyorum yaşasaydı bugünleri, yazsaydı...
Belki 13 yıl önce yazdığı o yazının başlığını aynen taşırdı köşesine.
Sanki “kaos”a akraba, kuzen gibi duran o kelimeyi:
‘Kaymos’u...
Yazının Devamını Oku

Cezaevinin adı Delice

2 Ekim 2011
MANŞETTEKİ fotoğraflarına bakıyorum. Damat yirmi yaşında ya var, ya yok...
Gelin ise daha çocuk.
Damat ölümden kurtulduğu için yara izleriyle birlikte gülümsüyor.
“Çocuk gelin” ise mahçup...
Elleriyle oynuyor fotoğraf çekilirken.
Eline yakılan kına, aklıma o düğün akşamını, “kan”ı getiriyor.
Belki nerede kına görse, onun da aklına kan gelecek artık.

Evet, yine bir düğünde silahlar ateşlendi.
Ve bu kez Kırıkkale kana bulandı...
Ben de geçenlerde yazımda “Sıkılası kafamız” başlığıyla aktarmaya çalışmıştım tepkimi, düşüncelerimi.
Kendi düğününde, 64 yaşındaki bir densizin “eğlence olsun” diye sıktığı kurşunla ölüyordu o gencecik damat.
Kendi düğününde!
O kurtuldu kurşun yarasıyla, kimbilir kaç santim, milimle...
Ama 11 yaşındaki Ener Kaçar artık yaşamıyor.
O belki sadece 6-7 bahar oynadı, koşturdu bu hayatta.
Hepsi o kadar.

Çıktı magandanın biri, sıktı silahını. Töredir diye, eğlencedir diye, gelenektir, şandır-şöhrettir, ağalıktır diye.
O da 64 yaşında, şimdi Delice Cezaevi’nde. (Şu ana kadar karşılaştığım en mütenasip, belki en trajik, belki de en ironik cezaevi ismi. Orayı “delice” suçların mekanı yapmalı diyeceğim ama sığmaz ki)
O cezaevinde kimbilir neler görecek, her gece düşünde...
Belki bu hayatta hiç görmediği, görmediği için de bir düğünde tabancasını ateşlemeye de beis görmediği o “şey”i görecek, rüyasında.
Yaşarken çıkarsa hapisten, başı önünde.

Adli Tıp Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Ahmet Turla yaptığı araştırmayı şöyle özetliyor:
“Silah ruhsatı almak isteyenlerin yüzde 95’inin eğitim düzeyi, ilköğretim. Yüzde 92’si de maddi açıdan ailesini geçindirmekte zorlanıyor...”
Ama “at, avrat, silah” değil mi...

Düğününde kurşun yiyen damat, gözünü açınca ilk lafı “Daha da gitmem, silah atılan düğüne” olmuş.
Demek, bir çok düğüne gidemeyecek oralarda...
Yazının Devamını Oku

Mahsusmahal ve Ruhi Su

1 Ekim 2011

1976 Mayıs’ıydı.
Hacettepe Üniversite Beytepe Kampusu’nun ilk öğrencileriydik.
Yeni taşınmadan kaynaklanan sorunlar vardı.
Kurufasulyeden kum, pilavdan taş çıkınca, bardak taştı.
Yemekhane protestosu için toplandı öğrenciler.
Sonra türküler başladı, elbet.
“Drama Köprüsü bre Hasan dardır geçilmez /Soğuktur suyu bre Hasan bir tas içilmez”.

Yazının Devamını Oku

Sıkılası kafamız

27 Eylül 2011
DÜN yine gazetemizin sürmanşetindeydi. “Bir sen eksiktin” diye attık başlığı...
“Düğün terörü” Kırıkkale’de, Kalecik’teki iki düğünde bir çocuğun canına mal olmuştu... Biri ağır üç kişinin de yaralanmasına.
O mutlu gününde damat da şakağından aldı nasibini... Şimdi yaşam savaşı veriyor.
Aynı gün Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde de düğün magandaları iki kişiyi yaraladı.
Neymiş, kutlama!

Her gün bir çok cana “adres sormadan” değen kurşunların acısı yürek yakarken, bir de düğün magandaları...
Kurşunların her gün can aldığı bir ülkede, mutluluk kurşunla kutlanır mı?
Mutluluğa kurşun sıkılır mı...

Düğün-maç terörü yılda bine yakın insanın canına mal oluyor.
Bireysel silahlanma ve bunun “düğün terörü” olarak insanların en mutlu günlerine yansımasının “bir günlük” acı sonuçları dün sürmanşetimizdeydi...
Yarın da olacak.
“At-avrat-silah” üçgeninde gürültü çıkarmak, marifet sayıldıkça.
O marifet, her gün “avrat”a da sıktırmıyor mu kurşunu...

Düğünlerdeki “terör” tüm karşı kampanyalara karşı artıyor.
Örneğin Nazire Dedeman.
Kurduğu Umut Vakfı ile 18 yıldır silaha karşı mücadele veriyor.
Oğlu da silah kurbanı...
Silah edinmenin nedenlerini sıralıyor:
Kontrol edilemeyen ilkel güdü.
Toplumda rağbet görme isteği. Erkeklik, güç simgesi.
Topluma ve kendine güvensizlik. Geri kalmış alt kültür.
Korku ve savunma güdüsü.
Yanlış eğitim. Moda. Suç işlemek.

Edinilen silahların bir kısmı “kutlama” adına çıkıyor kılıfından.
Berkowitz’in yaptığı deney, insanların masanın üstünde silahı gördükleri andan itibaren olağan durumlarından daha saldırgan olduğunu kanıtlıyor.
Sadece görmekle bile...
Silah atımı törenlerinde de bu saldırgan güdü var.
Namus cinayetlerinin de daha çok “silah atılan toplumlarda” görüldüğünü belgeliyor araştırmalar.
Kadınlar ve çocuklar, erkeklerin edindiği silahların gölgesinde yaşıyor.
Düğün terörü kurbanlarına bakın.
Büyük çoğunluğu kadın ve çocuk...

Sonra yakalıyorlar magandayı.
“Ama ben havaya sıktım...” diyor, sanki havaya sıkmak hakkı, hukukuymuş gibi.
Daha çok sıkarız.
Tüm aileyi, sevgiliyi, bacıyı, eşi öldürüp, sonra o sıkılası kafamıza da sıkarız.
Yazının Devamını Oku

Güneşi zapt etmeyelim

25 Eylül 2011
TAYLAN Özgür, 68 kuşağının gençlik liderlerindendi. Kırk iki yıl önce 23 Eylül’de öldürüldü. O kuşağın ilk faili meçhul ama “katli malum” cinayetlerinden birisi olarak değerlendirildi yıllar sonra.
Can Dündar, emekli yarbay Talat Turhan’ın bu cinayeti kontgerillanın işlediğini anlatan açıklamasını aktardı.
Yani yine göründüğünden derindi mesele...
Şaşırmadık.
* * *
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da andı Taylan Özgür’ü, “twitter”daki hesabına attığı “tweet” ile:
“Ülkemizin bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinde öncü olduğu için öldürülen Taylan Özgür’ü sevgiyle anıyoruz. 42 yıldır katilleri bulunamadı”.
Ardına da Nazım’ın “Akın var/güneşe akın! Güneşi zapt edeceğiz, güneşin zaptı yakın!” dizelerini ekledi.
* * *
Kılıçdaroğlu’nun bu iletisine ben şaşırdım.
Hani güneşi zaptetmek, yine Nazım’ın “sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak”ı ile uyumlu da...
Memleketin haline, artık “adres bile sormayan” kurşunlara, ölümlere bakınca, nedeni ne olursa olsun, “Artık kimse yanmasa... Güneş filan da zapt edilmese” oluyor şiirim.
Ötesi, Nazım’a vatandaşlığının iadesini en sonunda AKP halletti.
Gerçi şiirleri tüm dünya dillerine çevrilen bir şaire iade-i itibar eylemek hiç bir hükümetin haddi olamaz da...
Çünkü bu mevzuda bir itibar arayışı varsa eğer... O itibar, o şairin şiirlerini yıllarca yasaklayan ve yıllar boyu bu yasağa gözyuman hükümetlerin, muhalefetlerin, koalisyon ortaklarının, siyasetçilerin ihtiyacıdır.
Şairin değil!
* * *
“Ölüm yazıtları” bazen öyle “kapsayıcı”dır ki, isimler yiter bazen tek başlıkta toplanıverir mesele. Bir yazı okumuştum internetten, yeniden baktım. Kaan Arslanoğlu’nun yazısı.
Bir başka “Mustafa Taylan”dan söz ediyor.
DTCF’de öğrencidir Mustafa Taylan, o da gençlik önderlerindendir cürmünce... Üzerlerine atılan bir bombayı savuşturmak isterken eli kopar.
“Bir süre hapis yatar. Eskişehir’e sürgüne gönderilir, bir kitapçı açar.  Kitapçı kapanır, bir market açar bu kez.
Ve Gün Sazak’ın öldürülmesinin hemen ardından 28 Mayıs 1980’de marketinin önünde vurulur. Belki misillemedir...
30 Mayıs 1980 tarihli Milliyet gazetesinin 10. sayfasında ölümü o gün başka kentlerde ölen 12 kişiyle birlikte duyurulur:
Eskişehir’de de Adım Gıda Pazarı sahibi Mustafa Taylan, iki teröristin açtığı yaylım ateşiyle öldürüldü...”
Ama o Mustafa Taylan’ın ölümü, Beyazıt’ta öldürülen Mustafa Taylan Özgür’ün “ölüm yazıtları”nda kaybolur.
Yazın Google’a, onu bulamazsınız. Anamazsınız da...
Artık o yazıtın altındaki binlerce isimsiz ölüden birisidir.
* * *
Güneş zapt edilmez, yoksa yanarsınız.
“Sen yapmasan, biz yanmasak” ile de olmaz. “Ateş düştüğü yeri yakar”...
Ayışığı gerek, belki memlekete...
Sakin, dingin, görünce yürek aydınlatan.
Yazının Devamını Oku

İçinden demiryolu geçen kafeden Ankara ekonomisine bakış

25 Eylül 2011
Her sene yenilenen ve 14 yıldan bu yana süregelen bir araştırma dosyasından bahsetmek istiyorum. Düzenleyen kurum, benim de Ankara Bölge Temsilcisi olarak görev yaptığım Capital Dergisi... Dosyanın konusu ise “Türkiye’nin En Büyük 500 Özel Şirketi” başlığı altında özel sektöre panoramik bakış. Tüm şirketlerin karneleri analiz ediliyor ve ülkemizin en büyük 500 şirketi listesi oluşuyor. Başarılı şirketlerin olduğu kadar illerin performansı da bu değerlendirme raporunun içinde yer alıyor.
Başkentlileri ilgilendiren kısmı ise Capital 500’de bu yıl 39 farklı ilden listeye giren şirketler arasında en büyüğünün Ankaralı bir şirket, yani Türk Telekom olması. Dahası 2010 yılındaki performansa göre Capital’in 500’ü arasına tam tamına 36 Ankaralı şirket bulunması.  
Geçen yılın listesinde 500 şirketin 337’si İstanbul, İzmir ve Ankaralı iken, 2010 liderler liginde üç büyük il 340 şirket ile temsil edildi. Listenin zirvesinde yine İstanbul var. 276 şirketle zirvede yer alan İstanbul’u 36 şirketle Ankara takip ediyor. Ankara aynı zamanda Capital500’de şirket sayısını en fazla artıran il olarak da öne çıkıyor. Cirosal büyüklük açısından da bakarsak, zirvede yine İstanbul var. Ancak bu kez cirodan aldığı pay yüzde 67,5’ten yüzde 66,5’e gerilemiş durumda. 7,8 ile ikinciliği elinde tutan Kocaeli’nden sonra Ankara yüzde 5,9 pay ile üçüncülük sırasına oturuyor.
İHRACATINI 5 YILDA İKİYE KATLADI
Şimdi bu veriler ışığında devletin resmi rakamlarına sadık kalarak yaptığım araştırmayı aktarayım. Bildiğiniz üzere Ankara denilince akla ilk ‘Başkent’ olma özelliği geliyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yanı sıra Başbakanlık, bakanlıklar, yani tüm kamu kurumlarının merkezi konumunda. Ancak son dönemlerde Ankara’nın da özellikleri değişmeye başladı. Savunma sanayi, tekstil gibi sektörlerle atılım içine giren şehir ‘Başkent’ olma özelliğinin yanına şimdilerde sanayici olma özelliğini de iliştirdi.
2001 yılında sadece 1,6 milyar dolar ihracatı olan Ankara, 2005 ve 2006 yılında atılıma geçti. 2005 yılında 2 milyar 645 milyon dolar civarında olan Başkentin ihracatı, 2006 yılında 3,6 milyar dolara, 2007 yılında ise 4,2 milyar dolara çıktı. 2007 yılından 2008 yılına geçerken iyi bir atılım yapan Ankaralı şirketler, 2008 yılında ihracatlarını bir milyar doların üzerinde artırarak 5,4 milyar dolara çıkardı. Ancak aynı başarı 2009 yılında devam edemedi. 2008 yılında yaşanan küresel krizin etkisiyle 2009 yılında Ankara’nın ihracatı 4,9 milyar dolara geriledi. Küresel krizin etkilerinin silinmesiyle birlikte 2010 yılında ihracat artışı yine hızlandı ve 5,6 milyar dolara çıktı. Küresel krizin izinin silinmesiyle birlikte 2009 yılından 2010 yılına yaklaşık 700 milyon dolar artış gerçekleştirildi.
MALIMIZI EN ÇOK ÇEKİK GÖZLÜ DOSTLAR ALIYOR
2005 yılında 2 bin 603 olan ihracatçı firma sayısı yıllar itibariyle sürekli artış gösterdi. 2006 yılında 2 bin 734 olan firma sayısı, 2007 yılında 2 bin 952’ye çıktı. 2008 yılında ise ihracattaki artış hızına paralel olarak şirket sayısında da artış oldu ve sayısı 3 bin 225’e yükseldi. Küresel krizin yaşandığı 2008 yılında ihracat miktarında gerileme olsa da firma sayısında herhangi bir gerileme olmadı ve sayı 3 bin 340’a çıktı. 2010 yılına gelindiğinde ise ihracatçı firma sayısı 3 bin 420’ye ulaştı.
Ankara ilinin ihracatında hangi ülkelerin ilk sırada olduğunu bakıldığında ise son iki yıldır Çin’in lider ülke konumuna yükseldiği görülüyor. Halbuki 2008 yılında en çok Almanya’ya ihracat yapılmıştı. 2009 yılına gelindiğinde ise ilk sırada Çin var. 2009 yılında Almanya 5’nci sıraya kadar geriliyor. 2010 yılında yine ilk sırada Çin var. Çin’e 440 milyon dolar ihracat yapan Ankara, ikinci sıradaki ABD’ye de 322 milyon dolarlık ihracat yaptı. Ankara’nın ihracatındaki ilk sıradan sonra gelen ülkeler ise sırasıyla şöyle; Libya, Irak, Almanya, Azerbaycan, İtalya, Türkmenistan, Suriye ve Rusya.
YABANCI FİRMALARDAKİ İLK ÜÇÜMÜZ
Ankara’nın sanayi ve ticaret resmine bakıldığında, en çok makine ve teçhizat imalatının yapıldığı görülüyor. Ülkelere göre Ankara’da kurulan yabancı şirketler incelendiğinde ise ilk sırada Almanya yer alıyor. Almanya’nın bu kentte 312 şirketi var. İkinci sırada İran geliyor ki, İranlı şirketlerin sayısı 149... ABD’li şirketlerin sayısı 119, İngiltere’nin 98, Hollanda’nın da 82 şirketi var. Uluslararası sermayeli şirketlerin yatırım projelerinin 2006-2010 yılları arasındaki dağılımına bakıldığında Ankara 378 milyon dolar çekebilmiş. İstanbul 3,3 milyar dolarla ilk sırada. İkinci sırada Bursa var. Ankara ise 18’nci sırada. Yatırım projeleri açısından bakıldığında ise Ankara 6’ncı sırada. İstanbul 163 yatırım projesi çekerken, Kocaeli 123, Ankara ise 40 proje çekmiş.
Ankaralı şirketlerin teşvik sisteminden yaralanıp yararlanmadığına gelirsek... Aslında 2005 yılına göre belge sayısında bir gerileme var. 2005 yılında 204 teşvik belgesi verilirken, sayı 2010’a gelindiğinde 139’a gerilemiş gözüküyor. Sabit yatırım açısından bakıldığında ise önemli bir artış söz konusu. 2005 yılında 991,4 milyon liralık bir yatırım varken, 2010 yılına gelindiğinde sabit yatırım 1 milyar 820 milyon liraya yükseliyor.
PARAMIZ EN FAZLA KİRAYA GİDİYOR
Ankaralı firmaların ar-ge ve yenilikçiliğe verdiği önem rakamlara yansıyor. Ankara’daki teknoparkta firmalar en fazla yazılım bilişim üzerine faaliyet gösteriyor. Bu konuda 366 firma çalışma yapıyor. Savunma sektöründe 92, elektronik sektöründe 86, telekomünikasyon konusunda da 31 firma teknoparklarda çalışıyor.
Kişi başına gayrisafi katma değere bakıldığında Ankara’da kişi başına düşen gelir miktarı 12,5 bin dolar. Şehrin Türkiye içindeki vergi gelirleri payı ise azımsanmayacak durumda. Tahakkuk eden kurumlar vergisinin yüzde 24,6’sı Ankaralı şirketlerden. Gelir vergisinin yüzde 8,7’si ile kira gelirlerinin yüzde 11’i de Ankara’dan. Ülkenin toplam vergi gelirlerinin yüzde 12,23’ü de Başkentten toplanıyor.
Ankaralıların harcamalarına bakıldığında en önemli kalem kiraya gidiyor. Harcamalar içinde kiranın payı yüzde 28,2. İkinci sırada ulaştırmaya yapılan harcamalar geliyor. Giyim ve ayakkabı, lokanta ve oteller ile haberleşmeye yapılan harcamalar da yüzde 5 oranında.
NE VARSA ALMANLARDA VAR
Ankara’da toplam 146 turizm işletme belgeli konaklama tesisi var. Bu sektördeki en çok işletme ise Çankaya’da. Çankaya ilçesinde 67 tesis var. Bu tesislerin oda sayısı 9 bin 647, yatak sayısı ise 19 bin 442. Ankara’da en çok üç yıldızlı otel bulunuyor. 3 yıldızlı otel sayısı 46, iki yıldızlı otel sayısı 41 ve dört yıldızlı otel sayısı 32. Ankara’ya en çok Almanya’dan turist geliyor. 2009 yılında Almanlardan sonra Ankara’ya en çok gelen yabancılar ise Hollandalılar, Avusturyalılar, İranlılar ve Belçikalılar.
MODERN YAŞAM ALANINA DİVAN DOKUNUŞU
Sizi rakamlar arasında daha fazla boğmadan, burnumuzun dibinde olmasına rağmen farkına varmadığımız özel bir yerden bahsetmek istiyorum. Sıhhiye’de, tren garının hemen yanında konumlanan bu yerin adı “Cer Modern”. Son zamanlarda modern Sanatın merkezi konumundaki bu mekana gidişlerim sıklaştı. Önceleri yakınlarımın düğünlerine katılmak için giderken, şimdilerde farklı bir keyif için kopamıyorum. Sırası gelmişken aktarayım, düğün ve davetler için harika bir mekan. Otel salonlarında yer arayacağınıza Cer Modern’de şansınızı deneyin. Eminim misafirleriniz de çok memnun kalacak.
Bu özel mekan sahip olduğu geniş sergi salonları, sosyal alanları, kongre merkezi ve ağırlama hizmetleriyle Ankara’da yepyeni bir iş ve sosyal yaşantı alanı yarattı. 370 kişilik konferans salonu ve dev resepsiyon alanı ile etkinliklerin sanatsal bir ortam içerisinde gerçekleşmesine imkan sağlıyor. Yiyecek ve içecek hizmetleri ise Divan Şirketi tarafından sağlanıyor.
İÇİNDEN DEMİRYOLU GEÇEN KAFE
İşte bu aşamada yaşadığım farklı keyfi aktarayım. Cer Modern’in bir bölümünde yer alan Divan Kafe ben ve benim gibi düşünenler için çekim alanı oluşturdu. Her gün kapılarını müşteriye açan kafede, Divan şeflerinin özenle hazırladığı mönüyü yerken farklı lezzetlere uzanıyorum. Huzurlu ve rahatlatıcı ortamı ise şehir kargaşasından sıyrılmamı sağlıyor. Cer Modern ziyaretçileri için de bir soluklanma olanağı sağlayan Divan Cafeteria’da çay ve kahve alternatifleri ile sunulan taptaze Divan pastaları ve kurabiyelerin de tadına doyulmuyor. Ajandanıza yazın; Perşembe günleri caz gecesi, Pazar günleri ise Brunch veriliyor ki, oldukça keyifli.
Bu arada Cer Modern’in binası ise oldukça tarihi bir yer. Yıllarca Demiryollarının tamir ve bakım atölyesi olarak görev yapan bina, restore edildikten sonra ilk günkü halinden bile güzel bir görünüme kavuşmuş. Hatta nostalji olsun diye kapalı alanda bırakılmış raylar sanki tren birazdan geçecekmiş gibi muhafaza edilmiş.
Yazının Devamını Oku