Yaşar Sökmensüer

Sokağa çıksın

19 Ekim 2011
ORTA sondaydım. Bahçelievler Orta Okulu’nda. 19 Mayıs’tı ve AOÇ’de bir izcilik buluşması vardı. Yürüyerek gittik sokak aralarından...
Bir de marş tutturduk hafiften; “Dağ başını duman almış...”
Evlerin pencereleri açıldı, esnaf kapılara çıktı, bir alkış, bir kıyamet...
O “ulaşım amaçlı” yürüyüş, çocuksu marş, bir anda sokak festivaline dönüştü.

Beş yıl önce Büyükşehir’in partilerin Ankara İl Başkanları’na verdiği brifingde ilk kez gündeme gelmişti. Başkan Melih Gökçek 23 Nisan, 19 Mayıs ve 29 Ekim’in.sokaklarda kutlanmasını istemişti.
Hipodrum ve Stadyum’a sıkışmamasını...

Haklıydı da... Ama “dokunulmazlığı” vardı meselenin.
Adı tören, uygulaması protokol, mekanı Hipodrom olunca o kutlamalara sadece törenlere katılan çocukların velileri geliyor.
Manşetimizdeki haberde vurgulandığı gibi, “hazırol-rahat-rond için düzene gir” ile bayram mayram olmuyor.
Aslında belki değişime etkinliğin adından başlamak gerek; tören değil, şenlik olmalı sanki... Bir tür sokak festivali.... Her semtte, her mahallede, her sokakta...
Okulların bahçeleri, öğrencilerin ürünlerinin de satıldığı panayır yeri gibi olsa.
Sokak başlarında okul müzisyenleri, bandoları müzik yapsa...
Semt pazarında folklor, dans... Bir köşede doğayı korumaya yönelik kampanyalar.
Başka bir köşede izciler vatandaşa düğüm atmayı öğretiyor. Gemici düğümlerini...
Yani bayramlar sokağa çıksa, festival olsa... Daha “manalı” olmaz mı?

Ama elbette ve öncelikle, değişen dünya ve Türkiye açısından bayramların ne anlama geldiği, ne olması gerektiği, yeniden anlatılmalı insanlara.
İçinde demokrasi, özgürlük, birlikte yaşama, insan ve doğa saygısının bol geçtiği cümlelerle...
Yazının Devamını Oku

Çocuk oyuncağı

18 Ekim 2011
BUGÜN sürmanşetimiz, “oyuncak” meselesinde de Avrupa’nın 10 kat gerisinde olduğumuzu belgeliyor. Avrupa yolunda ciddi adımlar atamayıp ya da atılan adımların gerisini getiremeyip “oyuncak olmak”tan iyidir, diyenler de çıkabilir ama meramım o değil.
Ebeveynlerin oyuncak alımında Avrupa’nın epey gerilerde kalması elbette bu konuda “cimri” olduğunu göstermiyor.
Belki öncelikle “sosyo-ekonomik bütçe” planlamasında oyuncağın çok gerilerde kaldığını gösteriyor...
Nitekim dernek başkanının açıklaması, “güncelleme” adı yakıştırılan vergi bombardırmanının oyuncakta bile etkiliğini olduğunu ortaya koyuyor.
“Marka oyuncak”lar, her gün yeni bir “kahraman”la piyasaya sürülen “oyuncak modası”, sınırlı bütçelerin yanından geçeceği bir pazar değil.
Plastik bir arabaya “isim konunca”, arabanın fiyatı değişiyor.
Dandik bir kız çocuğu çantası, çizgi kahramanının ismiyle markalanınca, “derisi” kalınlaşıyor.

Ötesi kulağa tuhaf gelse de “oyuncak vergisi” babından bir realite var.
Ama ben oyuncaktan çok, bu ülkede “oyun”un yüksek bedeline dikkat çekmek istiyorum.
Şehirleşmenin, kent rantının buldozer etkisi ne mahalle bırakıyor, ne trafikten uzak oyun sokakları...
Sokaklarda var bir oyun ama o çocuklara göre değil!

“Oyun”un ev hapsine alınması, elbette oyuncak çeşidini, seçimini de etkileyecek.
Bilgisayar oyunları ve TV‘nin hegomonyası bir yanda... TV zaten bir çok evde çocuk oyuncağı...
Tazı yarışına dönüşen eğitim sisteminin “oyun zamanı” bırakmaması, öte yanda...
Ne mekan uygun, ne zaman, ne bütçe...
Nereye sığsın/sığınsın, oyun-oyuncak.

Her oyun, her oyuncak aslında hayal üretimidir.
Tersi de doğrudur sanırım, hayal varsa oyun kurulur...
Hayal kuracak vakit, hal varsa...
Sokak yoksa, hayal de evde kalır.
Hayal sokağa çıkamıyorsa, oyuncak zaten hücrede tutuklu malzemesi...
Gerisi lafugüzaf.
Yazının Devamını Oku

Metrolar ve hayal ayarı

15 Ekim 2011
BÜYÜKŞEHİR’in 17 yıldır “indirip-bindirdiği” metroların yapımını hükümet devralınca sevinmiştik.

Gerek Başbakan, gerekse Ulaştırma Bakanı’nın açıklamalarıyla da “tünelin ucunda ışık göründü” diye düşündüm.
Ama şimdi tünelden görünen o ışığın gelen bir metro mu, yoksa yine binilmez bir zaman tüneline giden bir metro mu olduğu kaygısındayım.
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Kasım ayında firmalardan alınacak teklifler ve firmaların zamanla ilgili teminatlarıyla belirleneceğini vurguluyor.
Umarız, firmaların zaman projeksiyonu “makul” olur.

* * *

Bakan Yıldırım’ın “öncelikle ilgili” açıklaması da önemli...
Çayyolu, Keçiören ve Sincan metro hatlarında öncelik gibi bir durumun olmayacağını altını çizerek söylüyor.

Yazının Devamını Oku

İnsanat bahçeleri

14 Ekim 2011
BİRAZ aklım başıma geldiğinden beri, hayvanat bahçeleri bana hep hüzün vermiştir.

Hayvanat bahçelerinde 3x4 kafesini inleyerek durma voltalayan aslan-kaplanı görünce, gözümün önünden “ormanların kralı”nı anlatan onca film geçer.
Hiçbirisi o kafese sığmaz...
Filin hali de dev bir hüzündür oralarda.
Ömrünü seyircilerine havlayarak geçiren finolar da...
Akvaryumun camı arasında kıvrım kıvrım debelenen boğa yılanı da.

* * *

Öyle bir abukluktur ki...

Yazının Devamını Oku

Direksiyondaki üç silahşörler

13 Ekim 2011
KOCA Başkent’te henüz üç kişiler. Sekiz bine yakın taksinin sadece üçünün direksiyonunda onlar var.
Başkent’in ilk kadın taksicisi Hacer Çakır, altı yıl öğretmenliğin ardından direksiyona geçmiş.
İki kızı ve torunları var.
Melahat Bademci ise dört yıldır taksicilik yapıyor. Neşe Kartal da aynı kıdemde...
* * *
Taksilerin her zaman “toplumsal iletişim”in sınav odası olduğunu düşünürüm.
Bir küçük “oda”da başbaşa iletişim...
Hani “İnsanı içki masasında, seyahatte, askerde tanırsın” filan diye uzayıp giden, ihtiyaca/duruma göre şıkları değişen o eski deyiş vardır ya...
Ben taksinin o mekanlardan birisi olduğuna inanırım.
Demokrasi karşılıklı tahammül, saygı ve birlikte yaşabilme yeteneği ise, açığı kapalısı orada (da) ortaya çıkar.
* * *
Kimi müşteri taksiye bindiği anda kendini “ağa-paşa” sanar ve yağdırır emirlerini:
“Radyoyu kapa, camı aç, hızlı git, yavaşla...”
Bir çok “ağa”, taksiyi kiraladığını değil satın aldığını sanar.
* * *
Kimi 100 metre ötedeki markete alışverişe gider, bekletir taksiyi.... Sonra 3 lira 60 kuruşu, kuruşu kuruşuna verip iner.
Kimi alkollüdür, taksiyi gece kulübünün devamı sayar.
Oysa müşteri sadece ‘konuk’tur.
Taksinin sahibi de değildir, sürücünün amiri de...
* * *
Elbette, artık oldukça azalsa da arızalı taksiciler de var.
Bozuk parası yoktur, müşteriye surat sallar, söylenir.
Kısa mesafeye gidersin, bakışlarıyla küfreder...
Caddeleri durak gibi kullanır, eğer taksinin içinde yaniu müşteri değilse “yaya”yı yok sayar. Ya da her yayaya “Gel bin” kornası çalar...
Bütün bunları düşündüğümde, kadın taksi sürücüleri iyi gelir, bu aleme...
Ama her “öncü” gibi çok zorlanıp, çok kırılacaklar bu süreçte.
Yolları hep açık olsun.
Yazının Devamını Oku

En eski hemşehrim

12 Ekim 2011
YİNE amblem, logo tartışması derken Ankara Kedisi gürültüye gidiyordu ki, AOÇ sahip çıktı. Kanımca çok yerinde bir uygulama. Ankara Kedisi’nin neslinin sadece yalıtılmış ortamlara değil, Ankaralı’ya emanet edilmesiyle kurtulabileceğini düşünüyorum.
Çünkü orada sahiplenme var.
Ankara Kedisi meselesi, yıllar önce arkadaşım Levent Seğmen’in yaptığı haberi getirdi aklıma, gülümsedim.
“Ankara’nın nesi meşhur?” diye sorsak. Yanıtların çoğu, “Kedisi, keçisi, tavşanı...” olacaktır.
Oysa tarihsel olarak böyle değilmiş. Ankara’nın asıl maymunu meşhurmuş.
Ötesi tekmiş dünyada. Ankarapithecus. Yani Ankara Maymunu.
Üstelik literatürde de, Ancyra ya da Angora ismiyle değil, doğrudan Ankara olarak yer alıyor.

O dönem müzedeki uzun bilgi yazısında, çok anlamlı bir satır geliyor aklıma.
Da Vinci şifresine ulaşmış gibi oluyorum.
Bilimsel açıklamadaki cümle aynen şöyle:
Morfolojik olarak karma özellikler göstermektedir. Ve farklı bir evrim çizgisine oturmaktadır...
Karma ve farklı... Eşi benzeri yok.
Ankara Maymunu’nun yüz iskeletine bakıyorum uzun uzun.
Hınzırca evrim teorilerini düşünüyorum.

Artık bana “Ankara’nın nesi meşhur” diye sorarlarsa. “Maymunu” diyeceğim mutlulukla. Ve Ankara’nın bozkır değil orman olduğu dönemleri anlatacağım.
Ankara’nın Afrikasındaki Ankarapithecus’ları.
Bir tür soyağacından bahseder gibi.
Barış Manço “Arkadaşım Eşek” diyerek, bir tabuyu yıkmıştı.
Bir küfrün altını oymuştu.
Bakıyorum yeniden pithecus’un fotoğrafına.
Hemşehrim maymun...
Yazının Devamını Oku

Yaralı Sokak 33 yaşında

11 Ekim 2011
“FARUK, Hürcan ve Salih çok yakın arkadaşlarımızdı. Düzenli gelip giderdik, Bahçelievler 15. Sokak’taki evlerine. Bekarlık hallerinin tamamını beraber yaşardık.
O akşam Serdar Alten ile beraberdim. Serdar’ın evi de o sokaktaydı, hemen her akşam o eve giderdi.
Toplantıdan çıktık, “Oraya gidelim” diye konuştuk aramızda. Serdar nişanlısı Sema’yla konuştu sonra, “Sinemaya gidelim” dediler. Ben de o eve gitmekten vazgeçtim. Ama Serdar daha geç bir vakitte gitmiş o eve.
Kapıda karşılamışlar...

Serdar’ı çok ağır yaralamışlardı.
Hacettepe Hastanesi’ne gidip, görüştük. Bilincinin açık olduğu bir dönem oldu. İlk gün iyiydi mesela. Biz ilk günlerde yaşayabileceğini düşünüyorduk.Behice Boran da görüştü. Ama çok fazla kurşun yarası vardı. Bir tanesi de bel kemiğine gelmişti, sanıyorum yaşasaydı da felç olacaktı.
Çok ağır yaralı olmasına rağmen, o çok kısa dönemde çok önemli bilgiler verdi. Haluk Kırcı’ya ilişkin bütün detayları anlattı.
“Bahçelievler Katliamı”nın faillerin önemli bir kısmının yakalanmış olmasından hareketle “Bunun arkasında kontrgerillaya rastlanamadı” denmesinin lüzumsuz bir tedbirsizlik olduğunu düşünüyorum. Çatlı’nın en kirli siyasal operasyon gücünün içinde olduğu bilinirken, “kontrgerillaya rastlayamadık” demek hatalıdır.
Kontrgerilla en azından olağan şüphelidir.”

İki yıl önce bir röportajda anlattı “o gün”ü Avukat Gürbüz Özaltınlı...
TİP’li yedi gencin Bahçelievler 15. Sokak’ta vahşice öldürülmesinin ardından 33 yıl geçti. 56 numaralı evin giriş katında... Küçücük, sobalı bir bekar evinde katlettiler.
Beşi o evde... İkisi o evden Eskişehir Yolu’na götürülerek, tarlada öldürüldü...
Elbise askılarıyla, havlularla boğularak... Kalbinden, karnından, şakağından, böbreğinden kurşunlanarak...
O apartmanın hemen arkasında oturan, genç bir kadın anlatmıştı o anı:
“Geceyarısı tok ama ritmik bir takırtıyla uyandım. Sanki birisi elindeki sopayı, bahçe demirinin parmaklıklarında gezdiriyordu...”
Aslında duyduğu ses, Haluk Kırcı’nın 14’lüğüydü. Sonradan, “Yaptığımız hayvanlıktı” diye itiraf etti cinayeti.
O cümleyi söyleyen gerçekten, sahici iç duygularıyla “kendi miydi”, yoksa söyleten zaman mıydı, bilemiyorum.

15. Sokak’ın devamında, Muammer Aksoy Caddesi uzanır.
Aşağı doğru indiğinizde Muammer Aksoy, başka bir caddeye yaslar sırtını:
Bahriye Üçok Caddesi’ne...
İlki kurşun, ikincisi bombayla öldürülen iki aydının ismini taşıyor o caddeler.
Şimdi 15. Sokak’ın numarası bile değişti sanırım.
Ama o sokak hala Bahçelievler’in yaralı tarihi...
Yazının Devamını Oku

Artık erkek ‘bayan yanı’

8 Ekim 2011
SÜRMANŞETİMİZE aldığımız Emniyet verilerine göre Türkiye’de nüfusa oranla en fazla kadın sürücü Ankara’da bulunuyor.

Bir puanla İstanbul’u da geride bırakmışız.
Ankara’da kadın sürücü sayısı, yarım milyona yaklaşmış.
Yaklaşacak elbet!
* * *
Çünkü o kolayından “sarışın esprileri”, “erkek geyik muhabbetleri” için en bereketli mevzulardan birisi olan “kadın sürücü” meselesi, demode oldu artık.
Layığını buldu yani, “out”...
* * *

Yazının Devamını Oku