21 Şubat 2012
FARKLI yıllarda ama aynı gün, 26 Şubat’ta hayata veda eden iki Hasan. Biri şair babası “çağın en güzel gözlü maarif müfettişi”, biri tepeden tırnağa şair.
İkisi de memleket sevdalısı... İkisi de Ankara’da yatıyor.
Can Yücel’in babası Hasan Ali Yücel Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verildi 51 yıl önce.
Şair Hasan Hüseyin (Korkmazgil) de 1984’den beri Karşıyaka Mezarlığı’nda...
Efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bazı okullarda, üniversitelerde anılıyor her yıl.
Bir kaç satır haber de çıkıyor, anma törenleriyle ilgili...
Aynı gün hayattan ayrılan adaşı, şair olanı şiirleri ile hala esse de, Karşıyaka’daki adresi artık unutulmuş sanki...
Yatıyor, kendi dizelerindeki gibi:
“Öyle bir yerdeyim ki
ne karanfil ne kurbağa
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe...”
Hasan Hüseyin belki de kendi deyişiyle, “Akarsuya bırakılan mektup” gibi...
Bu yıl da hatırlayalım diye, o şiirinden aktarıyorum dizeleri:
“İncecikti /gül dalıydı
dokunsam kırılacaktı /dokunmadım, kurudu
gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
ağaçlar bükmesinler n’olursun boyunlarını
neden akşam oluyorum tren kalkınca
kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
mendiller sallanınca neden tıkanıyorum
öyle çok acımasız ki, öyle birdenbire ki
gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
o sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik bitti
o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti
artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz
günler devlet alacağı, yıllar bir kadehcik buzlu rakı
(...) gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç...”
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2012
BAŞKAN Melih Gökçek’in bugün manşetimizde yer alan “İstanbul rekabeti”, bana Meltem Ahıska’nın “İstanbul’un kışkırtmadığı bir Ankara düşünmek çok zor” vurgulamasını hatırlattı. Ardından da aklıma, artık Ankara nostaljileri arasına karışan “Denizimiz yok ama trafiğimiz akıyor” türünden şehirperest diklenmeler geliyor.
* * *
Ankara-İstanbul karşılaştırmaları, kent şovenizminin kıyılarında gezer çoğu kez...
Belki bu, Ankara’yı savunurken şovenizm dışında pek fazla heyecan dökümanının kalmamasıyla da ilgilidir.
Doğan Hızlan, “Via Ankara (Ankara üzerinden)” yazısında, Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul’un kirlenmeyi, Ankara’nın ise arınmayı temsil ettiğini vurgulamıştı.
Ardından da hazin (belki de doğal/olağan) bir saptama yapmıştı:
“Bozulmadaki eşitlik, Ankara’yı da İstanbul’a benzetti...”
Hızlan, Ankara sevgisini, İstanbul aşkının altında ezmiyordu yazısında.
Oysa, bazı konularda artık ezilmeyi de hak ediyor Ankara.
* * *
Başkan Gökçek’in vurguladığı gibi İstanbul ile ilk rekabet konusu “dönme dolap” ise...
Ben Ankara’dan yana çok ümitliyim, “dönme dolap”da değil İstanbul’u dünyayı sollar geçeriz...
Bu konuda deneyimimiz de yüksektir.
Misal, Yenimahalle Belediyesi’nin “Çayyolu Meydanı” projesi.
Büyükşehir Belediye Meclisi CHP’li ve MHP’li üyelerin itirazına rağmen, meydan alanına lunapark yapılması kararını almıştı.
Meydansız Başkent’e, meydan yerine dönme dolap, yani...
* * *
İstanbul ile ikinci rekabet konumuz da “Alışveriş Festivali”...
Ondan da umudum var.
AVM’de Avrupa ortalaması, bin kişiye 200 metrekare... Ankara bırakın İstanbul’u. Avrupa şampiyonu...
2011 yılı sonunda İstanbul 117 AVM ile 272 metrekarede kalırken, Ankara 35 AVM ve 297 metrekare ile şampiyonluğunu sürdürüyor.
Rekabet konuları buysa, elimize su dökemez İstanbul.
Hadi, kim tutar bizi...
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2012
“ANKARA’da karbonmonoksit sonbaharlar yaşanır. Biz çok zehirlendik... İlk gençliğim kirli havanın kabusunda geçti”.
Yılmaz Erdoğan’ın Başkent ile ilgili en kalıcı anılarından birisi bu: “Ankara’ya usul usul karbonmonoksit yağıyordu...”
Erdoğan’ın dizeleri ve Ankara’yı “sevebilme ihtimali”, gerek hava kirliliği, gerek Kızılırmak’tır-yağıştır-barajdır su meseleleri ile şehrin “havadan-sudan tarihi”dir bir bakıma...
* * *
Gazete kupürlerini gezip, hatırlayalım bakalım.
Doğalgaz kullanımı ve kaçak kömürün engellenmesiyle, 1990’ın ilk yıllarında temizlendi Ankara’nın havası.
“Temiz hava kenti Ankara” sloganları asıldı başkente, sevindik, soluklandı isli-paslı ciğerimiz.
1994 yılında ansızın değişti ve 14 Aralık 1994 tarihli haberimize sindi havamız:
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2012
TAKSİM’deki yayalaştırma projesi üzerinden yerel düzeyde katılım, katılımcı demokrasi, ardından Murat Belge’nin yazısından hareketle şehir hayatı bağlamında “değişim” ve “süreklilik” kavramlarına temas ederken, araya bir İstanbul seyahati girdi.
İstanbul’a genelde otomobille gitmeyi yeğliyorum. Çünkü, önce kalkış saatinden en az yarım saat önce varman gereken Esenboğa, oradan havalan Atatürk Havalimanı, oradan gideceğin yer... Üzerine “mutat beklemeler”i de ekleyince, manzaralı-molalı karayolu seyahatine denk geliyor.
Ancak karayollarını etkileyebilecek “hava muhalefeti beklentisi” nedeniyle (ki, bu yıl mevsim normallerindeki değişim nedeniyle bu da süreklilik taşıyan bir beklenti hali), uçakla gidelim-öylece de dönelim dedik.
Der demez de, “Uçakla bir İstanbul seyahati” muhabbetine başladık. Uçak ve toplantı saati belli de, rötar saati “mutat” değil uzun süredir...
Kimimiz, Bülent Ortaçgil’in “Biralar soğuk mu dedim, dedi ki normal” tadında, “En az 1 saat rötar normal” fikrinde. Kimimiz gözünü uzaklara-gökyüzüne dikip, “İki saat de sen ona” bilgeliğinde... Arada, “Bir gün önce yatılı gidelim, sağlam olur” türünden garantici Anadolu kurnazlığı da katılıyor elbet muhabbete.
Neyse, “sabahın körü”nde kalkıp, sabahın şaşı saatinde havalanmaya karar kıldık.
Ve 40-50 dakikalık rötarlarla filan, tamamladık İstanbul seferini...
* * *
Eh ehveni şerden mutlu da olduk tabi. Çünkü “Uçakla İstanbul seyahati” bir süredir perişan-ı umumiye hali.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2012
YAYALAŞTIRMA projesini dün Taksim’den Kızılay’a, Kuğulu’ya küpelerken, “yerel katılımcı demokrasi” meselesine değinmeye çalışmıştım.
Bunca yıldır Ankara’da yaşayan insanlar için “katılımcı demokrasi-yerel katılım” anca panel konusu oldu.
Hala da hayata geçmesi için, uzun, ince bir yol gözüküyor önümüzde...
*
“Taksim örneği”ne dün kentle ilgili alınan kararlar açısından değindim.
“Taksim’i Yayalaştırma Projesi”ne tepki gösterenler, “Daha iyi bir proje, daha iyi bir Taksim, daha iyi bir gelecek” sloganı altında toplanıyor.
Bunun yolunun da geniş katılımlı yerel demokrasiden geçtiğini savunuyorlar. Ki, haklılar.
Ancak Taksim’e verilmesi düşünülen yeni biçimin, katılımcı demokrasi dışında her şehri ilgilendiren başka bir yönü de var.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2012
İSTANBUL’da “Taksim’i Yayalaştırma Projesi” ile ilgili tartışmalar, zaman zaman protesto zemininde de sürüyor.
Görünen amaç araç trafiğinin yeraltına alınarak, Taksim’in tümüyle yaya bölgesi olması ve yeni yaşam alanları, yeşil alanlar yaratılması.
Açıklandığı kadarıyla, yayalaştırma projesi yeraltı otoparklarıyla da desteklenecek.
Şehir Plancıları, uzmanlar “yayalaştırma”yı desteklerken, proje çerçevesinde açıklanan Topçu Kışlası’nın yeniden yapılmasını, tarihi yeniden yaratmaktan çok orada elde edilecek kapalı alanla rant yaratma çabası olarak nitelendiriyor ve eleştiriyor.
*
Bizim de “uzaktan” gördüğümüz haliyle “Taksim açılımı”, Ankara’da yıllardır Kızılay, Kuğulu somutunda özlenen bir yayalaştırma projesi gibi duruyor.
Ancak projenin “neden”i, “nasıl”ı, yaşam alanlarının ne menem bir şey olacağı, nasıl yapılacağı, uygulamaların estetik ve işlevsel durumunun ne olacağı, yeraltında yaratılacak kapalı alanların ne amaçla kullanılacağı vb... gibi bir çok soru işareti var.
Tam bu noktada, kentsel değişim-dönüşüm gibi konularda da son derece duyarlı olan Murat Belge’nin, soru işaretlerini “Ankara örneği” açısından da kıymetli bulduğum için paylaşmak istiyorum:
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2012
İNSAN organizmasındaki duyarlı bölgeler; yani uyarıldığında hızlı ve güçlü tepkiler veren beden kuytuları, “fizyolojik hassasiyeti” ortaya koyar. Duyarlılığın fizyolojideki tanımı: Uyarılganlık, irkilgenlik... Bedenin bir şeye duyarlılığı, örneğin çiçek tozuna, alerjiye yol açabiliyor.
Ya toplumsal duyarlılık; yani uyarıldığında hızlı ve güçlü tepkiler verebilen toplumsal organizmalar.
Toplumsal “irkilgenlik”, denebilir belki buna... Birçok şeye hassasiyet, örneğin farklı insanların hala etiketlenmesine, doğanın yok olmasına...
Bunun da toplumsal bir alerjiye neden olması beklenir çağımızda.
Olmuyor çoğu kez. Kent yaşamının umarsız virüsü devreye giriyor ve duygu düzeyinde yaşanan aldırmazlıkla teşhis edilen duyarlılık erozyonu sarıyor sokaklar.
Artık nostalji tadında olan “Türkiye’nin an aydın kenti Ankara” da bu erozyonun en tipik adayı.
Ankara, doğa, tarih, kültür, sanat, kent yaşamı ve bunları bir sistem olarak ele alan demokrasi konusundaki birçok uyarıya “güçlü” bir tepki veremedi.
“Lokal irkilmeler” ise ancak duyarlılık çöküntüsünü kanıtlayan “sitemkar” iyi niyetler olarak karıştı Angara havasına.
Misal, hala şu sokak isimlerinin, numaralarının değişmesine takılı kafam.
Takılı, çünkü özellikle Bahçeli-Emek’te adressiz kaldık.
Durmadan isimleri değiştirilen, gündelik/seçimlik yakıştırmalarla yeniden adlandırılan sokaklar kaç kentlinin kafasını karıştırdı?
Yirmi yıl önce oturduğu sokağın adını hala tabelada görebilen kaç başkentli var?
İsminin son harfinin “D” ile telaffuz edilmesine sinirlenip, “T ile T ile” diye bağıran kaç Vahit Bey düşündü bunu?
Belki de sorun insanların kenti babasını evi gibi görmemesinde. “Benim kentim, benim sokağım... Benim yeşilim... Ve asıl önemlisi benim taleplerim, haklarım” diyememesinde...
Duyarlılık tıkanması, toplumsal hücre ölümüne yol açar. Toplumsal organizmayı yaşlandıran, tepkisiz kılan “Damar sertliği” bir anda yok edilebilir, çıkmaza sokar aslında adı “hayat” olan gündelik yaşamı; yani kent yaşamını, yani aile, ev, çevre, yani “benim” yaşamımı...
Böyle bir enfarktüs “son söze” bile şans tanımayacaktır.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2012
“NESİL yetiştirme” iddiası, tarihte totaliter rejimlerin en “baba ve babacan” lansmanları arasındadır.
Ülkeyi devlet yetiştirme yurdu görürsen, devleti de “baba” olarak göreceksin elbet.
Devletin “baba” olarak görüldüğü/sunulduğu ülkelerde hayatın kuytularına kadar yerleşen pederşahi gelenek ise, bu “fidan” yetiştirme ülküsüne funda toprağı olur bir güzel.
“Devlet baba” meselesinin soyağacı, vatandaşı -çoğu kez yaşına bile bakmaksızın- “evlat” görme üzerinde yükselir. Ki, “evlad”, bu bereketli kelime, zaten “nesil” anlamına da gelmektedir.
Gençliği “evladım” görme anlayışının en mümtaz -ve hala etkili- örnekleri ise, bizi kendi ülkemizde “evlatlık” eyleyen hal-i pürmelalimizden “canlı” izlenebilir.
* * *
Ebeveynler, özellikle devletle yaşıt ya da devlet neslinden gelenler “evlat” hitabını pek bi sever.
Sever çünkü; “evlat” ünlemesi ya bir nasihate, ya bir azara ya da nasihat görünümlü şahin azara -yumuşak geçişle- kapı aralar. Çok kullanışlıdır bu nedenle...
Yazının Devamını Oku