Ben futboldan pek anlamam.
Ama bazen bir şeyi görmek için, futbol uzmanı olmak da gerekmiyor.
Haberlere, arşive bakmak yetiyor.
* * *
Kaç zamandır gözümüzün önünde eriyip/eritilip giden Ankaragücü’nden söz edeceğim.
Daha geçen gün sürmanşetimizdeydi haberi:
“Sarı-lacivertliler aldığı mağlubiyetle, ‘Süper Lig’de üst üste 11 defa yenilen tek takım’ olarak tarihe geçti”.
Buzdolabının tersi...
Biri buzu, diğeri “kor”u saklar.
Kadınlar, ocaktaki koru külle örterler geceden; ki sabaha canlı kalsın.
Sabah usulca üflerler, kor uykusundan uyanır, ayaklanır, yanar ateş.
Anıları da korur bazen “kül”.
Örter üstünü hatıranın, bazen bir nefes yeter yıllar önceki bir “an”ın, anının yüzeye çıkmasına.
“Gelin birlikte Ankara’nın mahalle mahalle, sokak sokak tarihini yazalım” çağrımız da böyle bir nefes bekliyor zaten.
Bir yönüyle, Kırıkkale Keskin’de geçen “bir kamu polisiyesi”...
Hayranlıkla, sonsuz bir sinema keyfi alarak izledim.
Etkilisi/yetkilisi, savcısı, doktoru, komiseri, komutanı, memuru, saymanı, yani görünen “kamu”su erkeklerden ibaret bir kasabada, hayatı, hatta bazen hayallerinin menzili de dört duvar insanların hikayesi...
*
Filmde sadece iki sahnede kadınlar vardı.
Saatler süren cinayet yeri-tatbikatı sürecinde mola verip muhtarın evine giden iki sanık, savcı, doktor, komiser, jandarmalar, şoförler bir serapla, bozkır ortasında bir vahayla karşılaşıyordu.
Gaz lambasının büyülü ışığında çay dağıtan muhtarın melek gibi güzel kızı, tepside sıcacık çaylarla çıkıyordu ortaya.
Yani “iç mekana doğal ışığın girmesini, dışarının görünmesini ve gereğinde havalandırmayı sağlayan camlı açıklık”...
Doğaya, havaya, insana, ‘dışa’ açılırdı penceler.
Eve ‘mevsimi’ taşırdı...
Mevsimlerin farklı kokusunu, ışığını, kırlangıçlarla, sokakta oynayan çocukların birbirine karışan cıvıltılarını...
Dışında da, içinde de geniş pervazlar vardı.
Pencere çiçekleri, güvercinler ve onları gözleyen kedilere ‘mahsus’ pervazlar...
* * *
Önce ‘dışarısı’ bozuldu.
Gelecek, kadına yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin her yıl arttığı bu koyu atmosferde “kutlanacak”, sonra kadınların yaşadıkları yine kenarda-köşede belleğin insafına kalacak.
Bu nedenle bize “Kadın Ankara”yı yazın, diyoruz.
Ha, Ankara’nın kadın oluşuna gelince... Ankara bana, kenti saran griliğine, laci takım elbisesine rağmen (döpiyesle de olsa) hep “kadın” gelir.
Eski bir yazımdaki gibi:
“Önce makyajı bozuldu.
Aktı rimelleri, zamansız kışlarda/darbeli kışlalarda...
Çatladı dudakları... Ateş kırmızısı ruju dağıldı hoyrat temaslardan.
Ankara’nın yakın sözlü tarihini, sokak tarihini oluşturacak bu ileti havuzu da, giderek “olimpik” olma yolunda...
* * *
Anısını Abdi İpekçi Parkı’ndaki koca havuzun üstündeki köprüden geçirip, oradan Kocabeyoğlu Pasajı’na uğrayarak yazan okurumuz da var.
Bulvar Sineması’nda Filiz Akın filmi seyredip, o arada gazoz kapağı toplayıp, ardından Köşk Gazinosu’nda Zeki Müren’i izlemek için erkenden gidip yer tutanlar çocuklar da...
* * *
Bazı okurlarımız 200 yıllık Gölbaşı Hacılar Köyü’nden uluşatırıyor anılarını...
Bazıları Polatlı’dan yazıp, Ulus’u Anafartaları, anlatıyor bugün kül olan Modern Çarşı’nın yürüyen merdivenlerinden çıkarken.