27 Ocak 2012
“HERKES biliyor, zarların hileli olduğunu İyi çocuklar yenildi, herkes biliyor bunu
Herkes biliyor, zaten dövüş hileliydi
Teknenin su aldığını herkes biliyor
Herkes biliyor, kaptan yalan söyledi
Herkeste bu kırıklık var /Herkes biliyor...”
Biz de yaşadık sık sık bunu; zarlar cıvalıydı, dövüş de hileliydi zaten ve iyi çocuklar yenildi, kaptan da yalan söylüyordu, gemi su alırken... Hepimiz biliyorduk da, bilmek yetmedi.
* * *
Şarkı söyleyen değil, hayata karşı şarkı söylenen ozanın, Leonard Cohen’in yeni albümü “Old Ideas” ay sonunda çıkıyor.
Albümden bazı şarkıları, internet üzerinden dinledim. Belli, özletmiş kendini...
Yaşını da koluna takan bir “görmüş”lüğü var, kendisini ti’ye almayı biliyor ve seviyor.
“Going Home” adlı şarkısında “Leonard ile konuşmayı severim. O takım elbise içinde yaşayan tembel piç” diyor mesela.
Albümün Paris’te düzenlenen tanıtım toplantısına katılan Zülal Kalkandelen, Cohen’i sıcağı sıcağına aktarıyor satırlarında:
“Hayatın her yönü var onun yazdığı sözlerde, şarkıların hüznün en zarif ve esprili halini yansıtıyor.”
Yeni albümünün kapağındaki fotoğrafı, “Türkiyeli genç dostum” dediği Kezban Özcan çekmiş.
Evindeki yardımcısı da Türk.
* * *
Albümünün adının, “Old Ideas”ın ne anlama geldiğini soruyorlar, toplantıda.
“Bizi en çok ilgilendiren konulara dönüp bakmak anlamında bir düşünce... Tam ne olduğunu söylemek zor. Bizimle kalıp yaşayan, günlük endişeler...” diyor.
Bir gazeteci, “Ölümden sonraki hayatınızda ne yapmak isterdiniz?” sorusunu yöneltiyor, nedense...
“O süreci pek anlamıyorum ama kızımın köpeği olarak yeniden hayata dönmek isterdim” yanıtını veriyor.
* * *
Toplantıda gazeteciler Cohen’e şarkılarındaki espri unsurunu soruyorlar, şöyle yanıt veriyor:
“Kadınların erkeği (Ladies’ man) olarak, hayatımın bu döneminde onlarla ilişkim çok miktarda espri içermek zorunda...”
Sadece şiiri, nefesiyle değil, hala stili, hüznüyle de yakışıklı...
Kadınlarla ilgili sözleri ise, kulağa küpe cinsinden:
“Çapkın bir adam olarak yayılan ünüm, yatağımda yalnız geçirdiğim binlerce geceyi hatırlayınca, beni acıtan bir şey sadece...”
Herkeste bu kırıklık var... Herkes biliyor, aslında...
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2012
“ESKİDEN Fransa’da giyotinle bazı suçları işleyenlerin başları kesilirdi. Grafiti yapanları da televizyona çıkarıp, başparmaklarını kesmek gerek. Bu bana iyi bir önlem gibi geliyor.
Las Vegas’taki otoyolların duvarlarını çok güzel kaplumbağa resimleriyle dekore ettik, ancak bu sersemler gelip herşeyi mahvettiler. (Kulakların çınlasın Ankara Eskişehir Yolu’ndaki tavşanlar, kediler)
Bazı çocuklar öğrenemiyor, bunlara biraz sert yöntemlerle ders vermek gerekir...”
¡ ¡ ¡
Ciddi ciddi bu öneriyi getiren, hukuk anlayışı ortaçağda kalmış gamalı bir dangalak değil, dönemin Las Vegas Belediye Başkanı Oscar Goodman...
Goodman televizyonda bu öneriyi getirince, programa katılan öğretim üyesi Howard Rosenberg gereken karşılığı bir cümlede veriyor:
“Belediye Başkanının kafasını şapka takmaktan başka şeyler için de kullanması gerekiyor...”
¡ ¡ ¡
Yedi yıl önce 4 Kasım’da Hürriyet’te yayınlanan Goodman ile ilgili haberi, Önder Şenyapılı’nın “İbrahim Demirel’in Duvarları” kitabından okudum.
Sadece sanatçılığını değil sanat emekçiliğini de tüm yaşamına yayan, Beştepe’de Galeri Sanat Yapım’da 30 yıldır sanatı tüm engellere, zorluklara karşın kentliyle buluşturan fotoğraf sanatçısı Demirel’in çektiği “dünyanın fotoğrafı” var kitapta.
Tümü, bir çok Batı ülkesinde takdir, bizde ise tekdir edilen grafiti sanatçılarının çalışmaları...
Attila İlhan’ın şiirinden mülhem, o duvarlar, “dinliyen, duyan, düşünen -ve konuşan- duvarlar” oluyor grafiti ile...
Böylece, hayatta önümüze çıkan engelleri, hatta çoğu kez yasakları, bazen bir hapishaneyi simgeleyen duvarlar, yaşayan ve özgür bir simgeye dönüşüveriyor.
Ve hem yaşatıyor, hem okutuyor, kendini duvarlar...
¡ ¡ ¡
Uzunyol sürücülerinin kamyonlarının, otobüslerinin, gün-gece boyu yaşadıkları, ömürlerini verdikleri o tekerlekli “dünya”nın arkasına yazdığı yazıların, kendi dünyalarından gelen esprilerin, bazen çığlıkların, kendilerini o masum “dışavurma” çabalarının yasaklanma hevesini, hem haksız, hem de hüzünlü görmüştüm.
Ve yazılarımda, aklımla da gönlümle de kendi cürmümce karşı çıkmıştım bu “söz yasakçılığı”na...
Grafiti yoluyla “hikayesi”ni, kentle, başka insanlarla paylaşan sanatçılara karşı tahammülsüzlük de aynı kategoriden bir tepki.
¡ ¡ ¡
ABD’de grafiti sanatının, duvara yapılan bir resmin kaderini, yine sanatçılar belirliyor.
Eğer yapanın “iş”i kötü olduysa, önce üzerine “toy (oyuncak)” yazılıyor. Ardından da üzerine başka bir resim yapılıyor.
Ancak resim güzelse, uzun yıllar kalıyor duvarda... Ve herkes saygı gösteriyor.
Sanat sokağa grafiti yoluyla katılıyorsa, gerçekten bir sanatsa zaten yasaklama çabası boşuna olacaktır.
Eğer bir karalamaysa, zaten silinir-gider duvardan da, hafızadan da...
Grafitiye özgürlük!
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2012
ÜNİVERSİTE sınavında Hacettepe Sosyoloji’yi kazandığımda, Beytepe Kampusu inşa halindeydi. İki yıl Hacettepe Merkez’de okuduk. Ardından Beytepe’ye taşınan ilk öğrenciler biz olduk.
Yemeklerden (karavana aslında) kum çıkıyordu, yemek boykotu yaptık. Düzelttiler.
Yemek ücreti çoktu, indirdiler.
Kışın kaloriferler çalışmadı, boykota gittik, yanıncaya kadar dönmedik okula. Hallettiler...
Okul servisi yetersiz/düzensizdi. Bir gün kente topluca sloganlarla yürüyünce, onu da çözdüler.
Bölüm kurullarına “öğrenci temsilcisi”nin de alınmasını istedik. Kabul ettiler, bir süre için...
Ancak bu “çağdaş eğitim hakkı” mücadelesine bir süre sonra, hemen her seferinde kelepçe, jandarma-polis baskısı, giderek dayağı eşlik etti.
Eğitim de şarttı yani, dayak da...
Sonra, 12 Eylül darbesine döşenen yolda, bu hakların hemen hepsi askıya alındı.
Ardından, ölümler de geldi.
Mezun olduktan sonra bölümde asistan olarak kaldım. Darbe öncesi ve sonrası Hacettepe’nin “rektör-dekan-hoca” yüzünü, 1402 kıyımına kadar akademisyen olarak da 4 yıl yaşadım...
Hacettepe Üniversitesi’nin yeni rektörü Prof. Dr. Murat Tuncer’in tez elden icraatlarına, böyle bir “özgeçmiş” ile bakıyorum.
Prof. Dr. Tuncer, Emniyet’in talebine rağmen Uludere katliamını protesto eden öğrencilerin listesini polise vermedi.
Bundan sonra da vermeyeceğini söylüyor. Artık eylem ve etkinlikler nedeniyle öğrencilere soruşturma da açılmayacak.
Tuncer, üniversitenin gaz bombası, kalkan ve maske alımı için hazırlandığı ihaleyi de iptal etti.
Öğrencilerle yapılan toplantıda alınan kararlara göre, artık üniversitenin hiç bir yerinde “öğrenciler giremez” yazısı olmayacak. (Böyle bir kararı gerektiren varolan şartlar, ne traji-komik bir durum, değil mi. İnsana ‘Zenciler giremez’ yazısını anımsatıyor)
Üniversitede kantinler özel işletmelerce değil üniversite bünyesinde olacak ve öğrencilere yarı zamanlı çalışma olanağı sağlanacak.
Üniversitede taciz en ağır şekilde cezalandırılacak.
Amfiler öğrencilerin kullanımına açık olacak.
Öğrenciler için serbest kürsü oluşturulacak.
Yurda giriş saatlerini de 02.00’ye çeken Prof. Dr. Tuncer, son olarak öğrencilik dönemimizdeki uzak bir hayali de gerçekleştirdi.
Artık Hacettepe’de dekan adaylığı eğilim yoklamasında öğrencilerin de söz hakkı olacak.
Tuncer’in bir çırpıda hayata geçirdiği bu “örnek” uygulamaların kıymetini, -aradan uzun zaman geçse de- aynı üniversitenin bir öğrencisi olarak da içselleştirebiliyorum.
Ve bu duygularla (da) kutluyorum.
Üniversitelerde yüzünü -gerçekten- öğrenciye dönen bir yönetim, darbe dönemleri geride kalsa da, özlemdi her zaman.
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2012
RUHU değil de, yaşı geçkindi biraz adamın. Ya da öyle uygun, iyi geliyordu meşrebine... Bir zamanlar troleybüs ile Tandoğan’dan Set Kafeterya’ya taşınmış, oradan Maç Kıraathanesi’ne yürümüş çoğu anıları, artık morgda “teşhis” bekliyordu.
Ölen-yiten ya da kendini “diri gömen” mekanlarının-arkadaşlarının, bir zamanlar yaşadığını kanıtlayabilmesi için... Bir tanık, bir teşhis gerekliydi.
“İşte bu mahalle, işte o anılar, işte o adam” diyemeyecek kadar, solmuş-soldurulmuştu hafıza mekanları.
Binalar, sokak isimleri ve kent hafızasının, hafıza mekanlarının tüm izleri siliniyordu sanki teker teker.
Gönlündeki sızının, nostaljiden öte, vefa gibi, hala yaşayan bir özlem gibi, vicdan gibi filan bir şeyler olduğunun kanıtlanması için ise otopsi gerekti.
Nafile; çürümüş dokularda...
Kendini meydanlara vuran gençliği, hep “yürüyen”, sesli adımları zaten gerilerde kalmıştı da adamın.
Trajiktir; meydanları bile yok olmuştu yaşadığı kentin.
Koca koca, anı anı, tarih tarih meydanlar birer birer yok olmuştu...
Bir bina, bir gecekondu yıkılır, yok edilir de, koca bir meydan nasıl yok olur abiler-ablalar?
Hergelen, Tandoğan, Ulus, Kızılay, Gar, Sıhhiye, Opera, Zafer?
Nasıl, kuşatılır-daraltılır da özsuyunu, canını emerek kendini tüketen dere gibi çökertilir kendi içine... Kaybolur?
Meydanı olmayan bir Başkent’e, ne denir ha?
Var mıdır bir adı, bir teşhisi, hayattan, hafızadan malulen emekli bu durumun...
Yaşı geçkindi biraz adamın, ama ruhu gençti ve çağırınca geliyordu hala...
Yani, küsmemişti henüz sokaklara, şehre... Hepten ayrı düşmemişti, mahallesine, meyhanesine...Hayatının son 25 yılında, evinden hiç çıkmayan, 55 yaşında hayata veda edene dek agorafobinin en şiddetlisini yaşayan Emily Dickinson gibi değildi...
Ama Dickinson’ın ardından yazılan şu satırlar, burkuyordu elbet yüreğini:
“Yapmak istediği herşeye düşman, kendini gerçekleştirmesine karşıt bir dünyayla karşı karşıyaydı.
O da mülkiyetindeki tek silahla savaştı:
Geri çekildi...”
Yok, öyle değildi meşrebi daha.
Kimbilir, kaç bahar daha...
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2012
“BİZE türkülerimizi söyletmiyorlar Robson Kartal kanatlı kanaryam
Türkülerimizi söyletmiyorlar bize
Türkülerimizden korkuyorlar...”
Nazım Hikmet’in bu dizeleriyle destek verdiği oyuncu, müzisyen, insan hakları eylemcisi Paul Robeson 36 yıl önce bugünlerde, 23 Ocak’ta veda etti hayata.
ABD’de komünist ya da “öteki” olan herkes hakkında “cadı avı” başlatılan McCarthy döneminde, hem siyah, hem de muhalif olduğu için pasaport alması engellendi.
Yurtdışında kanser tedavisi olması 12 Eylül döneminde pasaport verilmeyerek engellenen Ruhi Su da Robeson gibi “bas-bariton”du... Bir dönem ikisine de türkülerini söyletmediler ama, sesleri hala gür.
* * *
Okuldaki iki siyah çocuktan biriydi Robeson.
Baro’ya kabul edilen ilk siyah avukat da o oldu.
Ardından tiyatroya yöneldi... Irkçı Ku Klux Klan nefretinin daimi hedeflerinden biriyken, Shakespeare’in Othello’sunu oynayan ilk siyah oyuncu da oydu.
Eğmedi hiç başını, ırkçılığın en koyu demlerinde, Ku Klux Klan’ın linç girişiminden son anda kurtulduğu günlerde, beyaz bir kadınla evlendi.
Ve Nazım’ın şiirini besteleyip, seslendirdi kendi ülkesinde:
“Balık tuttum yiyen ölür /elimize değen ölür
Bu gemi bir kara tabut / lumbarından giren ölür”...
Yıllar sonra Nazım Hikmet’le birlikte Dünya Barış Konseyi’nin “Uluslararası Barış Ödülü”nü paylaştı.
* * *
Grup Yorum, Eskişehir’de katıldığı bir sanat etkinliği nedeniyle DGM’de yargılanırken savunmasının bir bölümünü Robeson’un McCarty döneminde sanık sandalyesinden yaptığı savunmadan alıntıladı.
Yani artık değil “türküleri söyletmemek”, türküler dilden dile...
* * *
Robeson “Ol’ Man River” şarkısında, “koca nehir akıyor durmadan, yalnız akıyor” diyor ve ekliyor:
“Bezdim yaşayıp debelenmekten /Ama korkuyorum ölmekten...”
Hrant Dink, o itiraftan 70 yıl sonra sanırım benzer duygular içinde kendi “güvercin tedirginliğini” anlatıyor yazısında:
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında biraz ürkekçe yaşar, ama bir o kadar da özgür...
“Güvercinin ölümü” hala anı olamayacak kadar tazeyken, yarası hala kanarken, Nazım’ın hayatı mücadeleyle geçen o koca siyah adamı “kanarya”ya benzetmesi, bana Sarı Gelin türküsüne, özleme benzer bir hüzün veriyor.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2012
ZİHİNLERE kazınan bir algı eşiği oldu 19 Ocak. Bir çok insanda “daha önce” varolmayan ya da algının dağınık sisinde kaybolan bir tutumu, davranışı, hatta artık refleksi harekete geçiren bir milat 19 Ocak.
Vicdanı; bir çok insanın unuttuğu, ama hatırladığında “insan” olduğunun yeniden farkına varıp belki umutlandığı adalet duygusunu, kuytusundan kaldırıp uyandıran bir milat.
Bir çok insana, hatta bir çok aydına, Türkiye’de “azınlık(ta) olma hali”ni ve o halin yarattığı “güvercin tedirginliğini” bir anda ve ilk kez hatırlattı 19 Ocak.
Çevresi, bir toplum içinde “öteki olma hali”nin görünür/görünmez her türlü etiketi, küçümsemesi, baskısı ile kuşatılmış bir insanı görünce anladık bunu.
Görünce değil aslında, o insan ölünce, onun arkasından vurulmuş yatan, hafızalarda hala o yerde, yüzükoyun uzanan cansız bedeniyle anladık.
Yazıktır ki, anlamamızın bedeli çok yüksek oldu.
* * *
Balık hafızası bile denilemeyecek derinlikte, hızla gündemden, bellekten, zihinlerden düşerken bir sürü olay, her gelen gün bir çok insana hep aynı günün sıradanlığını yaşatırken... Dün Hrant Dink için inatla adalet isteyen on binler yine sokaktaydı.
Beş yıl geçti, her geçen yıl daha da büyüdü, sessiz çığlıkları. Büyüyecek de, o çığlığın kopup geldiği vicdan tatmin olana dek...
Çünkü, bellidir artık, “Bu dava böyle bitmez”...
“Örgüt bağlantısı yok” kararını veren mahkemenin başkanının o tarihe, varolan “hukuk”a kayıt düşen cümlesiyle de bellidir:
“Benim de içim rahat değil, biz de tatmin olmadık. Bizce de basit bir cinayet değil...”
* * *
Beş yılda bu noktaya, Hrant Dink’in öldürülmesinin hemen ardından o mahut kapatma demeçleriyle geldik.
Dink’in bedeni soğumadan İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın yaptığı “Siyasi boyut ve örgüt bağlantısı yoktur. Milliyetçi hislerle yapılmış” açıklamaları, delillendirme, soruşturma sürecindeki karartmaları aştık da geldik.
Kenan Evren bile o dönem kalkıp, darbecilerin ardan/izandan uzak “derin” tecrübesiyle “Bu olay katili görevlendiren o arkadaşlarının işi değil. Arkasında daha büyük şeyler var, örgüt işi...” diyerek, dilini tutamıyorsa... Çoktan bellidir...
On binlerce insanın dün Taksim’de başlayan, Dink’in öldürüldüğü yere adım adım, saatler süren yürüyüşünden, beş yıldır kanayan vicdanından bellidir.
* * *
İlk kez toplumsal sınavdan geçen “vicdan”, bu ülkede de hayatın çarpanlarından biri olacaktır artık.
Yazıktır ki, çok daha aydınlık, çok daha insani yollardan ulaşılabilecek bu nokta, Hrant Dink’in hayatına maloldu.
O bedeli bile bile hayatıyla ödedi.
Topluma düşen ise o ölümün toplumsal vicdanda, yüreklerde, çözülememiş kara bir nokta olarak kalmamasıdır.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2012
TANIL Bora yıllar önce Medyakronik’teki bir yazısında, medyada Ankara’nın, “bir şehir, bir sosyal mekan olarak değil bir simge olarak yer bulduğunu” vurgulamıştı. Ankara değil ‘Ankara’ olarak...
Bora, Ankara’nın “şişkin merkeziyetçiliğin gri yüzünü temsil ettiğini, cisimleştirdiğini” de belirtmişti:
“İş için buraya gelmek zorunda kalan insan için Ankara, Zebercetgil hademeler, Murtazagil memurlar ve Zübikgil siyasetçilerin kapan kurduğu büyük ölçekli bir devlet dairesi hasebiyle, sadece ve sadece ‘Ankara’dır.
Evet, Ankara’ya indirgenmiş Ankara, medyada, devlet-bürokrasi, Genelkurmay ve Meclis-bakanlıklar-siyaset haberlerinin mahreci olarak yer buluyor.
Koskocaman bir şehrin ‘ulusal’ medyada böyle ‘işlevselleştirilmesi’, ‘araçlaştırılması’ en azından orada yaşayanlar, şehirle ilgili dertler, düşünceler taşıyanlar için bir yoksunluktur.”
Sanayisi, ticareti, bilimi, üniversiteleri, festivalleri son yıllarda kıpırdansa da, Ankara’nın hala gri yüzü yansıyor medyaya.
Gerçekten ‘Ankara’ çoğu zaman yaşayan bir ‘organizma’, bir şehir gibi değil sadece bir simge olarak yer buluyor gündemde.
Ancak bunda yerel gazeteler dışında kentin derdini, düşüncelerini es geçen ulusal medyanın sorumluluğu kadar, Ankara’yı bir “basamak” olarak ‘yaşayan’ etkili/yetkililerin de önemli payı var.
Yaşadığı şehre sevgisi, Ankara’nın o simge yönüne odaklanan ihtirastan ibaret olanlar...
Onlar zaten Ankara’yı değil, ‘Ankara’yı sever.
Ankara’yı siyasetin, devletin, ekonomik gücün ana basamağı olarak görüp, adımlarını sadece o kulvarda koşturur.
Ankara onlar için sadece bir araçtır.
Maroken bir koltuk, bir makam arabasıdır bu şehre dair tek rüyası...
Koca şehir, onların ufkunda bir rozet, bir kartvizit kadar küçüktür.
Geçtikleri yollardaki ağaçları görmezler. Arazilere dikerler, hülyalı bakışlarını...
İhale ilanlarından ibarettir “resmi” gazeteleri.
Üstgeçitleri kullanmaz hiçbiri, onların geçitleri çoğu kez yerin altındadır.
Umurlarında bile değildir, hava kirliliği. Onlar sadece ‘kulis’lerin havasını solur, o atmosferde yaşarlar.
Onlar ‘Ankara’yı sever; tırnak içindeki, evraklara ‘ataç’lanmış ‘Ankara’yı...
Ve aralarından bazıları, günün birinde Ankaralı’nın oyuyla seçilir; dernek başkanı olur, yönetici olur, müdür olur bir yerlere, hatta vekil olur, başkan olur.
O andan itibaren, Ankaralı’nın da payı vardır, artık ‘Ankara’da...
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2012
PARKTA oynayan çocukları, “Kahkahaları beni rahatsız ediyor” diyerekten polise “ihbar” eden zat ile, o ihbarı muteber bulup çocukları gözaltına alan polisi yazmıştım dün. Aklıma, hala filmleriyle güldüren “Kahkahalar Kralı” düştü bugün.
Kemal Sunal, ardında yaşamınca ilke edindiğini vurguladığı şu sözü bıraktı:
“Çocuklar benim yüzümden ağlamasın.”
Ama biz çocuğun ağlayanına alışkınız, hatta öyle severiz ki, ağlayan çocuk posteriyle donatırız heryeri.
Kahkaha yerine asık suratlı deyimler-deyişler ile doludur kültürümüz.
“Karı gibi gülme” lafı, delikanlılık raconu olmuştur yıllarca. Ya da, “Fahişeliğin 10 çeşidi vardır, 9’u gülmeyle ilgilidir” teşhisi!
Öyle ki bazı ‘ilahiyatçı’lar, kahkahayı “ses zinası” sayar.
Ve kahkahadan kırılırken insanlar, bir bakarsınız kahkaha kalp kırmış.
Uzun yıllar önce izlediğim bir film vardı, Quest for Fire... Eskiden yazmıştım.
‘Ateşi aramak’ adıyla gösterilmişti uzun yıllar önce, Fransız Kültür’de.
Jean Jacques Annaud’nun yönettiği, 1981 yapımı, belgesel tadında bir film.
Filmde, farklı gelişmişlik düzeyinde üç ilkel topluluk anlatılıyordu.
Toplulukları sınıflandıran ölçüt ise, ‘ateş’ karşısındaki konumlarıydı.
En gelişmişi, ateş yakmasını bilenlerdi.
Daha az gelişmiş olanı ise, ateşi saklayabilenler.
Yıldırım düşen ağaçtaki ateşi mağaralarına taşıyan ve sürekli besleyerek, başında sırayla nöbet bekleyerek, söndürmeden saklayan toplum.
En ilkeli ise ateşi baskınla, ‘çalarak’ elde eden barbarlardı.
Bir gün barbarlar, diğer grubun sakladığı ateşi çaldılar mağaradan.
Ve bir grup genç, barbarlara kaptırdıkları ateşi aramaya çıktı.
Sonunda karşılaştılar, tanıştılar ateş yakmayı bilenlerle.
Ve onlardan ateş yakmanın yanısıra ateş kadar sıcak, o denli değerli iki şey daha öğrendiler:
Gülmeyi ve öpüşmeyi...
Gülümseme bir medeniyet ölçütüdür.
Kahkaha, 21. yüzyılın ihtiyaç duyduğu tek senfonidir.
Ve çocuk kahkahası gürültü kirliliği değil, hepimizin farklı ölçülerde yitirdiği gönül berraklığıdır.
Uzmanlar araştırmış.
Bir yetişkin, normal şartlarda günde ortalama 15 kez gülümsüyormuş.
Bir çocuk ise 400 kez...
Yeniden öğrenmenin zamanıdır artık.
Yazının Devamını Oku