6 Şubat 2012
DÜN yazımı “çiçek yetiştirme”nin -bile- müşkülatından hareketle, Başbakan’ın “nesil-kuşak yetiştirmek” meselesine iliştirmiştim. Ancak asıl sorun “yetiştirmek”in zorluğu da değildi elbette, “yetiştirilecek” gençliğin, neslin, “ne-menem” bir şey olacağı da...
Aslolan bir liderin, bir hükümetin “bir nesil yetiştirmek” söylemi, cüreti, hayali...
“Baskıyla nesil yetiştirme tarihi”ni, üç buçuk darbeyle “hayat”a, “günlük yaşam”a yerleştirmiş bir ülkenin, ötesi o dönemi yaşamış bir neslin “ihtiyar”ı olarak söylenecek, bizzat “anlatılacak” çok şey var bu konuda.
Var da; yaşayanlar her gün anlatıyor zaten...
O günlerdeki “nesli-han” olma hevesini, “karanlık 1980 çağı”na yerleştiren cuntacı başkomutan ise hakkında iki kez müebbet istenen iddianameyle yargılanıyor bu sıralar. Çünkü “darbecilik”ten emekli olunamıyor.
12 Eylül darbesiyle, bir örnek, “uygun” bir gençlik yetiştirmek için gençleri asan, öldüren, işkence eden, binlercesini hapsedenler henüz anı, tarih olamayacak kadar taze toplumsal belleğimizde.
Bugün YÖK, o dönemin akademik nişanı olarak hala asılı değil mi gençlerin yakasın(d)a...
Düzeltme girişimleri olsa da, ilköğretim müfredatı, töreni, nakaratıyla hala o “bahçe”lerde oynamıyor mu...
Sadece bizim tarihimiz mi...
“Bir nesil, yeni bir gençlik yetiştirmek”, Nazi Almanyası, Mussolini İtalyası, Franco İspanyası başta olmak üzere, bir çok ülkenin de en talihsiz miladı oldu.
Yıllarca bu ağır yükü taşıyıp, 78 yaşına geldiğinde 17 yaşında “genç SS” üniformasını giydiğini, “gençlik suçu”nu itiraf eden Nobel ödüllü Alman yazar Günter Grass da var o tarihte.
Ve Grass’ın romanından Volker Schlöndorff’un sinemaya uyarladığı “Teneke Trampet” var.
Filmin baş karakteri Oskar, İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken, kendisini bir Nazi olarak yetiştirmeye kalkan topluma, “büyükler”e tepki gösterir.
Büyüklerin yozlaşmış, otoriter dünyasına katılmamak, boyun eğmemek için büyümemekte direnir. Fiziksel olarak da hep çocuk olarak kalmayı seçer.
Tek protestosu büyümeyi reddetmek değildir, kendini “yetiştirmek” isteyenlere karşı. yanından ayırmadığı teneke trampetine şiddetle vurur...
Tiz çığlığı, sarar heryeri...
Trampeti, yarın da çalacağım.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2012
İSTER salon çiçeği densin, ister ev bitkisi, saksı çiçeği... Ben en çok Benjamin ile Sardunya’yı severim.
Ancak Sardunya’yı ayrı tutmak gerektiğini de bilirim.
Çünkü en mütevazılarından da olsa, ne saksı çiçeğine indirgenecek kadar “evcil”dir Sardunya, ne de ev bitkisi deyip geçecek kadar uysal ve “mevsimsiz”...
Yeşil bir daldır, kırarsın ortasından... Taşlı-tozlu da olsa toprağına değdiğinde hiç nazlanmadan boy atar.
Kollarını göğe açar, güneşi-ışığı çağırır ve kısa sürede havai fişeklenir “rengahenk” çiçekleri...
Güneş gider, kış gelir... O hala direnir, renginde...
* * *
Benjamin ise “dağlı-ovalı” akrabalarından ayrı düşmüş, o nedenle yaprakları nasırsız, dallları naif ama yeşili sıkı bir “ağaççık” gelir bana... Sıyırın dişinizle, yaprağı çayır tadındadır.
Biraz “muhallebi çocuğu” olsa da, görmeyi severim onu hayatımın bir kıyısında...
Size şimdi iki Benjamin’den söz edeceğim.
Biri evimde, diğeri gazetedeki odamda...
Evin Benjamin’ine “ebeveyn özeni” gösterdim desem, yerindedir.
Saksısını ferah tuttum öncelikle, çiçekçiden özel elenmiş, havadar, karışımı zengin toprağı ekledim.
Doğrudan güneş görmeyen, pencereden-balkondan sert hava akımının uğramadığı bir kuytuya yerleştirdim.
Kışın az suladım, oda sıcaklığında su kullandım.
Sararan yaprağını ayıkladım, dallarını düzenledim.
Konuşmadım onunla ama bakışımı da üzerinden eksik etmedim.
Olmadı, büyümedi, benim istediğim gibi yetişmedi evdeki Benjamin.
Her fırsatta yaprağını döktü. Yerini değiştirdim, vitamin desteği filan... Olmadı, çırılçıplak kaldı bir köşede...
Sakınan göze çöp mü battı, onun “tabiat”ına, “huy”una-“su”yuna çok mu müdahale ettim... Bir şey “yetiştirmek” isteyip de başarılı olamayan çoğu insan gibi tam bilmiyorum.
* * *
Gazetede odamdaki Benjamin ise boyumu aştı, tek tabanca “koru” oldu, dalları, gür yaprağı-yeşiliyle...
Kurumsal hizmet babından arada bir sulandı. Baktım durumu hep iyi, hep büyüyor, hep gür.
Ben de ellemedim, kendi “tabiat”ı ile kalktı, bu işin altından...
“Çiçek yetiştirme”den, Başbakan’ın “nesil yetiştirmek” örneğine atlamak, kolaycı bir benzetme, “organizmacı” bir yaklaşım gibi gelebilir.
Öyle değil elbette ama içimden öyle geldi... Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2012
ALTMIŞLI yıllarda “Ecnebi” sanatçıların kırık bir Türkçe’yle Türk Hafif Müziği söylemesi acayip modaydı... Bayılırdı o kuşaklar, bir yabancının Türkçe okumasına...
Juanito İspanya’dan gelir “Arkadaşımın Aşkısın”ı okur, ikinci vatanı da anında burası olurdu.
Marc Aryan “Dünya Dönüyor” derken, Pepino Di Capri ünlü “Melancolie im Septembre” şarkısını, “Melankoli ne güzelsin, rüzgardan, yağmurdan gel bana” diye girerdi araya...
Sacha Distel “Kime derler, sana derler” ile gönül alırdı.
Dario Moreno (asıl adı David Arugete) da vardı ama o ayrı. O zaten Aydın doğumluydu...
Ama o kuşak herhalde Adamo’yu tek geçer. “Her yerde kar var” dört mevsimin marşıydı; ki kumsalda insanlar o şarkıyla dans eder, buram buram terlerken “Her yerde kar var” derdi.
Güftesi de kelime oyunu gibiydi:
“Karda zordur yürümek” diye başlayıp, “Yürümek zordur karda” filan diye aynı minvalde devam ederdi.
Madem her yerde kar var günlerdir. Adamo’yu fon eyleyip, karda araba kullanmak zordur” diye devam edelim biz de.
Ve geçerken, kara meydan okuyan, buzu filan takmayan sürücülerin haleti ruhiyesinden söz edelim:
* Karda sol şeritten gitmek, olmadı kolay sağ-sol makas yapmak için yolu ortalamak, böylece iki şeritli yolu tek şeride düşürmek.
* Camdaki karı temizlemeyip, ön camda sadece baktığı yer kadar küçük bir pencere kazıyıp, gördüğü yeri de anca o kadar yapıp “at gözlüğü” ile gitmek.
* Dörtlüleri yakınca kendini ambulans, geçiş üstünlüğüne haiz araç sanıp kaya-kaya “Açılın, ben geliyorum” tavrıyla seyretmek.
* Aynı “Savulun geliyorum” tavrını, korna çalarak (da) göstermek.
* Buzun üstünde freni kazıklayıp, otomobil kayınca da fara yakalanmış tavşan gibi olacakları öylece izlemek.
* Yol kenarında kar-buz birikti diye, arabayı yola -neredeyse yolun ortasına- park etmek. Tepki gösterince de, Adamo edasıyla “Ama her yerde kar var” demek.
* Kar yağdı, OHAL (olağanüstü hal) var bahanesiyle, normalde yapılmayacak herşeyi yapıp, “Ama kar, buz var” demek. Park eden arabaları tıkayacak şekilde arkalarına park etmek. Kırmızıda geçmek, ters yola girmek vb...
* Arabayı -kendince- iyi ısıtmak, hatta içini “hamam gibi yapmak” için sabahın köründe, motoru dakikalarca çalıştırıp, motor sesini aragazıyla mahalle için “motor ısıtma vakti” eyleyip, milleti uyandırmak.
* Otomobilin üstünde günlerdir birikip artık kümelenen karları hiç temizleyip, anayolda kardanadam gibi gitmek. Ve hızlandıkça “çığ”ını arkadan gelen arabalara savurmak.
* Kabak lastikle trafiğe çıkıp, kendini yokuşa vurmak. Araba patinaj yapıp yolu, tüm trafiği tıkayınca da yüzüne “mağdur kuzu” ifadesi yerleştirmek.
* Kar lastiği takınca, kutba inen kızaklı uçak misali son hız gitmek. Tuhaf tuhaf bakanlara da, kar lastiğini işaret edip, “Bir şey olmaz” sırıtışı takınmak...
Evet, yürümek zordur karda...
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2012
ARADAN geçen 31 yıla karşın, “yökzede” kavramının eskimemesi, hala tedavülde olması tuhaf diyeceğim ama... Bizde tuhaf değil.
Son olarak KCK operasyonunda gözaltına alınan ve mahkemenin tutuksuz yargılamak üzere serbest bıraktığı dört öğrenci üniversiteden apar-topar atıldı.
Selçuk Üniversitesi mahkemenin vereceği nihai kararı beklemeyi filan düşünmedi elbet... Ne gerek.
YÖK’ün darbe gölgesinde hayata geçen tapu gibi “Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Disiplin Yönetmeliği’ni uyguladılar, attılar... O kadar basit.
YÖK, 12 Eylül darbesinin 1. yıldönümü coşkusu içinde 6 Kasım 1981’de kuruldu.
Darbenin “okumuş çocuğu”, has ürünüydü YÖK.
Sıkıyönetime, YÖK’e dayalı ünlü “1402 operasyonu” ile 250’ye yakın profesör, doçent, asistan, öğretim görevlisi atıldı üniversitelerden. Daha fazlası da istifaya zorlandı...
Sarı zarfa koyulmuş tek satırlık yazıyla atıldı akademisyenler:
“1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu gereğince görevinize son verilmiştir.”
Beytepe Kampüsü’nde asistandım o dönem.
“Yökzede” olmadan kısa süre önce, bizim bölümden, Hacettepe Sosyal Çalışma’dan bir türkü yayıldı tüm üniversitelere...
Hocamız, hukuk profesörü Ercan Eyüboğlu’nun düzenlediği “Yökleme”...
Daha önce de yazdım bu “türkü”yü, ama her fırsatta çığırmakta yarar var:
“Sabahtan uğradım ün’versiteye
Dedim özerk misin, söyledi yök yök
Cümle rektörlerin çıkmış TV’ye
Dedim bayram mıdır, söyledi yök yök
Dedim öğrenci ne, dedi ki hiçtir
Dedim ya asistan, dedi ki açtır
Dedim düşüncen ne, dedi ki suçtur
Dedim söyler misin, söyledi yök yök
Dedim bölüm başı, dedi aah ah
Dedim dekan kimdir, eyledi kah kah
Dedim peki rektör, dedi Allah
Dedim kim yarattı, dedi ki yök yök
Dedim ün’versite nedir, dedi çiftliktir
Dedim düzelmez mi, dedi saflıktır
Dedim ödüllenen, dedi kofluktur
Dedim bilimsellik, dedi ki yök yök...”
YÖK Başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya, darbe döneminde öğrenciler ve öğretim üyeleri için ayrı ayrı düzenlenen “disiplin yönetmeliği” üzerinde çalıştıklarını, değiştireceklerini açıkladı.
Yönetmeliğin değiştirilmesi elbette, olumlu, desteklenmesi gereken bir adım.
Ancak o yönetmelik YÖK’ün sadece dört öğrencinin atılmasıyla gündeme gelen görünen ucu.
Ve “darbenin okumuş çocuğu” YÖK, öyle bir-iki rötuşla çözülebilecek bir yapı/sistem değil.
Tümüyle kaldırılmalı..
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2012
BURASI, adı bizde saklı bir site... Site yöneticisi Barış Bey’e, daire 8’de oturan Sebahat Hanım’dan bir şikayet geliyor.
Ancak Barış Bey, konu doğrudan kendisini ilgilendirdiği için şikayetin diğer Yönetim Kurulu üyelerine yöneltilmesini istiyor.
Sebahat Hanım’ın şikayet mevzusu ise bahçeye yapılan kardanadamlar... Siteden sistemsel sitem ise özetle şöyle:
“Göz estetiğini bozduğu için bahçesinin hizasında duran, ortak alandaki üçgen bölgede yer alan kardanadamların yıkılması...”
Hem bahçe hizasında, hem ortak alandaki üçgen bölgede... Hem kardanadamlardan birisi üzerinize afiyet, resmen Ayı Yogi’ye filan benziyor. O nasıl kardanadam, bu nasıl ayı filan...yani...
Elbette katlanılır bir durum değil; değil kardanadamların göz estetiğini bozması, gözü-bakışı dondurabilir bile mazallah.
Site Yönetim Kurulu gereken kararı alır, cümlesini yıkar ve böylesi nahoş durumların bir daha tekrarlanmaması için bir muhtıra yayınlar mı bilemeyiz
Ama naçizane tavsiyemiz Sebahat Hanım’ın bu korkunç durum karşısında tevekkül gösterip, az dişini sıkması...
Erim erim eriyesin...
Konuyu öğrenir öğrenmez, muhabir arkadaşlarımızı hemen vazifelendirdim. Onlar da konunun önemine, şikayetin ivediliğine binaen, Meteoroloji yetkililerini anında ve bizzat arayarak, durumun vehametini aktardılar.
Meteoroloji yetkilileri de hava sıcaklıklarının yükseleceğini belirtmekle yetindiler. Tabi haklılar, resmi bir kurum olarak “No Comment” hali...
Neyse ve yani, kardanadamlar kısa süre içinde eriyecek.
O kardanadam süsü verilen ucubelerin yok olmalarını sabırla beklerken, erimeyi hızlandıracağı ve can sıkıntısına deva olacağı umuduyla Aşık Mahzuni Şerif’in bir türküsünü öneriyoruz:
“Köşkün sarayın yıkılsın
erim erim eriyesin
umudun suya dökülsün
erim erim eriyesin
çölden çöle sürünesin
erim erim eriyesin...”
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2012
BU şehirde muhteşem olan tek şey, denizinin yokluğudur. Gerisi yalan...
Hani “başkent” olması da bir imtiyaz(dı) da, şimdilerde bahçıvansın biberin yok, başkentsin haberin yok.
Aslolan, yokluğudur denizin.
Denizi olmadığı için, insanlar yüzünü denize değil, her daim ve hala birbirine dönmek zorundadır.
Efkarlandıysan, solduysan, bozuksan, şehre sırtını döneceğin ve dalıp gideceğin bir denizin olmaması iyidir bazen.
Denize çok bakarsan, onun gibi olursun sonra...
“Divane aşık gibi” türküsü, sana, senin için yazılmış gibi gelir.
Dalgasında, mavisinde kaybolursun.
Yıllar önce okumuştum, en güzel Onur Mat yazmıştı denizsizliğini Ankara’nın:
“Yüzünüzü denize verdiğinizde arkanızı dönersiniz insanlara. Bu yüzden, ancak deniz şehirlerinde yalnız kalabilir insan, denize kalır ve kendine... Ankara mı? Bakacak tek şey insan yüzleridir.
Otobüslerde, dolmuşlarda, parklarda, insanların yüzlerine bakılarak kurulur hayaller. Çünkü bir deniz yoktur, insanlara sırtınızı dönüp seyredebileceğiniz.
Yalnız kalamazsınız, denize kaçamazsınız. Bu yüzden insan ilişkileriyle varolur Ankara’da.
Bu yüzden insanlar kırıp dökmeye cesaret edemez birbirini kolay kolay. Ama belki de her yokuşun sonunda deniz çıkacakmış gibi olan bu şehirde kurulan deniz düşleri, denizin kendisinden daha mavidir.
Kuğulu Park’ta bir kadın ağlıyor. Garson, hiç bir şey sormadan masaya bir mendil bırakıyor...”
Biliriz ki, “denizi ilk kez gören bir çocuğun” gözleri, her gün gözünü denize açan hayallerden derindir.
Ve bu bozkır kenti, geldiği bu “beton”, bu kimliksiz hal ile hala övünebiliyorsa eğer, bu biraz da denizsizliğinin yarattığı şefkatle, merhametle filan ilgidir.
Gölbaşı, Eymir tüm rantlamalara, göz dikmelere rağmen hala kuru(tul)madıysa, bu da esasen denizin yokluğundan...
Hem deniz olsaydı Ankara’da, bunca zaman yitirilen şeylerin arasına koskoca bir deniz de eklenirdi...
Biz de ağlaşırdık ardından, içdeniz gibi.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2012
AHMET Hamdi Tanpınar, tam yarım asır önce 24 Ocak’ta öldü. Saatler ayarlandı, o gitti...
Ankara Hürriyet’te çok yakında duyuracağımız bir projeye de, tercüman oluyor “çocukluk” ile ilgili satırları.
Tanpınar, “benim çocukluğumun bellibaşlı imtiyazı (ayrıcalığı) hürriyetti” diyerek, özellikle bizim kuşakların, bizim çocukluğumuzun tüm “hazine”sini tek cümlede özetliyor. Şöyle devam ediyor:
“Hürriyet kelimesini bugün sadece siyasi manâsında kullanıyoruz. Ne yazık!
Ben hürriyet kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim.
Kısa ömrümde yedi-sekiz defa memleketimize geldiğini işittim.
Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi-sekiz defa geldi.
Hürriyete hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık.
Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur.
Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz.
Hayır, benim çocukluğumun hürriyeti, hiç de bu cinsten bir hürriyet değildir.
Evvelâ, burası zannımca en mühimdir, onu bana hiç kimse vermedi.
Bu sızdırılmış altın külçesini birdenbire kendi içimde buldum.
Tıpkı ağaçta kuş sesi, suda aydınlık gibi. Ve bir defa için buldum.
Hiç kimse mektebe giderken bin türlü sıkı tembihle beni öpmedi, ne de akşam üstü yolumu dört gözle beklediler.
Hattâ eve ne kadar geç gelirsem etrafımdakiler o kadar rahattı.
Bununla beraber mesuttum.
Bütün bu şeylerin yokluğuna karşılık hayatı ve sokağı kazanmıştım.”
*
Hayat, sokak, çocukluk...
Sanki artık çocuklar için ikincisi yani sokak tümden gitmiş. Onun gidişiyle de birlikte hayat da değişmiş...
Çok yakında, benim çok ama çok heyecanladığım yeni projemizi ayrıntılarıyla duyuracağım.
O “an”a kadar; hayat, sokak, çocukluğunuz aklınızda kalsın, hafızanızda yeniden uyansın...
Hepimize lazım olacak.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2012
KAR gelince, bildik başlıkları da getirir gazetelerin manşetlerine... En geleneksel ve popüler “kar manşetleri”nden birisi “teslim olmak” ile ilgilidir.
Karın menziline, kapsama alanına bağlı olarak atarız başlığımızı:
“Ankara kara teslim”...
“Ankaralıya kar işkencesi” de özellikle eve-işe gitmek için saatlerce duraklarda bekleyen, olmadı tabana kuvvet yürüyen kentlinin hal-i pür melali açısından, sempatik olmasa da empatik bir başlık sayılır.
Başta, Kemal Tahir’in “Rahmet Yolları Kesti” romanından mülhem, kar manşetlerine edebiyat uyarlamaları da yardım eder bazen:
“Kar yolları kesti...”
Kar, kelime oyununa en müsait fırsatları da sunar gazeteciye:
“Yollar karışık” da olur, “Donduran karmaşa”, “Karanlık ayaz” da... Ama çoğu kez basit kaçar.
Haberin başlığını türkülemek de mümkündür, özellikle Ankara’da:
“Kar yağar kar üstüne /Derdim var dert üstüne...”
Karın yatakçısı soğuk, ayaz da haber başlıklarına çoğu kez ayar verir.
Eski gazete arşivlerinin gözdesi “Kocakarı soğukları”, “Mart kapıdan baktırdı...”ları, masallardan, atasözlerinden birinci sayfalara ilişiverir.
Soğuk mevsimin, soğuk savaş dönemi de bir başkadır aslında...
Kara, ayaz eşlik ettiğinde, manşeti memlekete -nakıs derecede- komünizm getirir:
“Sibirya soğukları...”
Komünizmin erimesinin ardından, küresel ısınma ile eriyen başka bir coğrafya yerleşir başlığa:
“Kutup soğukları”.
Ve hemen her gazetenin ilk sayfasında, otobüs durağında bekleşen, evinin kapısındaki karları küreyen, başında beresi, şalı, kalpağı yerli eskimo fotoğrafları belirir.
Ardından da donan göller, dereler, nehirler fon olur sayfalara...
Dışarıda yağan kara, kar yağdıkça aklanamayan Ankara’ya baktıkça, aklımdan alternatif başlıklar geçiyor...
Bakarsınız, aklıma gelen, başlığımıza-manşetimize de gelir “kar halleri”ne bağlı olarak.
Mesela, trafiğe “yazlık” pabuçlarıyla, kabak lastikleriyle çıkan arabalara, onların trafiği nasıl tıkayıp, kazalara neden olduklarına bakıp bakıp, hafif argo soslu, ironik bir manşet olanaklı:
“Kar kabakları”.
“Lastik kafalılar” da denir ama, “ad takma”nın sevimsizliği bir yana, patenti çoktan ve maalesef külliyen/siyaseten alınmış...
Atasözlerinden hareketle, “Ar dünyası değil, kar dünyası” da uymaz mı, uyar aslında.
“Abdala ‘Kar yağıyor’ demişler, ‘Titremeye hazırım’ demiş”, ise uzun kaçar biraz başlıkta...
Kulağa kar suyu kaçıran bu mevzu daha çok su kaldırır da... Gazetemize atmamız muhtemel “kar başlıkları”nı tüketmeyeyim bir yazıda.
Yazının Devamını Oku