1 Mart 2012
Meteorolojinin günlerdir yoğun kar yağışı/ buzlanma uyarılarına karşın önceki gün trafik çilesi çeken kentli, gecesine de “tatil muamması” yaşadı.Ankaralı geceyarılarına kadar ekran, internet başında “Yarın tatil mi” bilmecesine yanıt aradı.
NİNEME sorsam, pazartesi gecesi pembe-kızıla dönüşen gökyüzüne bakar, “Yarın kar yağacak” derdi de...
Hadi o rahmetli oldu, karın yağacağı ta pazar gününden, Meteoroloji’nin ısrarlı uyarılarılarıyla belliydi...
Bu teknoloji çağında, ıska geçecek değil a Meteoroloji. Önceki sabah kalktık, kesintisiz yağıyordu kar netekim.
Öğle saatlerinde de “felç”, tepelerden inmeye başladı Ankara’ya...
Sonra tatil edilmesine gerek duyulmayan okulların, ertelenmesi mümkün olmayan “dağılma saati” geldi.
Ve kelimenin tam anlamıyla, yoğun karın altında hep birlikte “dağıldılar”...
Balgat’tan Emek’e üç saatte gelebildi örneğin, öğretmeni öğrencisi...
Yazının Devamını Oku 29 Şubat 2012
ANKARA’nın yazılan/yazdırılan “resmi tarihi”, “resmi mekanları”, kurumsal tarihi kuvvetle ve çoğu kez bir örnek çoğaltılır da...
Kentin/kentlinin sivil tarihi kenarda, köşede, dağınık, eksik kalır hep.
Üniversitenin, odaların, sivil toplumun zorlu, özverili çalışmaları ya da yazarların bireysel çabaları ise çoğu kez kente/kentliye ulaş(a)maz yeterince...
Çünkü dolaşımı/ulaşımı kuşatılmıştır, ekonomik, sosyal nedenlerle.
Hele, “sözlü tarih”, yani kentlinin belleğindeki anıları, anlatıları derseniz, bu konuda iyice bozkırdır Ankara.
Bölük, pörçüktür; iki yakası, bir araya gelmez...
*
Ve gün gelir; bu koskoca şehrin yitirilen koca mahalleleri, koca meydanları, caddeleri-sokakları kent belleğine yıllar çöreklenen siste kaybolur.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2012
“GELİN birlikte Ankara’nın sokak sokak tarihini yazalım” çağrımızın ardından, okurlarımızdan rengarenk iletiler; mahalle-okul anıları, anekdotlar geliyor.Akademisyen okurumuz Besim Can Zırh ise çağrımızın çerçevesiyle ilgili önemli vurgulamalara yer vermiş iletisinde.
Zırh, gazetemizde “Gelin birlikte tarih yazalım” çağrısıyla başlattığımız kent kampanyasının, “sosyal bilimler alanında güçlü bir yöntem olan sözlü tarih (sokak tarihçiliği) çalışmasına yakın durduğunu” belirtiyor.
Ardından da projemizi duyururken yaptığımız “Çağrımız, elbette iddialı bir ‘tarih çalışması’ için değil. Biz de ne tarihçiyiz, ne bilimadamı”
vurgumuza katılmadığını belirterek, önemli bir değerlendirme yapıyor:
“Tam da iddialı bir çalışma olmalı.
Bunun için katılımcıların da, çağrıyı yapanların da, ne tarihçi, ne de bilimadamı olmasına gerek var.
Zira, insanlara önerdiğiniz şey içinde yaşadıkları, ve maalesef ki çok hızlı bir şekilde şekil değiştiren, belleğini yitiren, bir şehre anılarıyla sahip çıkmaları aslında.
Önerdiğiniz kampanyanın oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Ankara’yı giderek içe kapanan bir şehir olarak tanımladıktan sonra yaptığınız çağrı özellikle bir anlam kazanıyor.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2012
“GELİN birlikte tarih yazalım-Ankara’nın Hafıza Mekanları” çağrımızın ardından 24 saat geçmeden e-mail yağmuru başladı. Yağan e-mailleri görünce -bile- “yorulduk” diyemeyeceğim ama, şehrin ve hatıranın insan hayatındaki “hacmi”ni bir kez daha anladık.
Mutlu da olduk doğrusu...
En zoru da her semtten, sokaktan yağan anıları, bilgileri derlemek, ardından da konu bütünlüğü ve bir yayın mantığı içinde uygun periyodlarda yayınlamak olacak.
Ankara’yı semt semt ayırarak, “Hafıza Mekanları”nı bir dizi olarak yayınlamak ilk akla geleni...
Ancak “yazı dizisi formatı”, anıların zenginliğine, o akışa uygun bir sunum gibi gelmiyor bana bu örnekte...
Ve böyle bir yöntem, uzun süre gelecek malzemeleri beklemeyi, ardından onun işlenmesi için ek bir süreyi gerektiriyor.
Oysa hevesim beni, “hemen, şimdi” pürtelaşlığıyla, bir an önce, bir yerden başlamaya itiyor.
Eh, heves küstürülmemeli... Bugünün anısı yarına bırakılmamalı...
Ayrıca anıları, bir dizi şablonunda “sıraya sokmak-hizaya dizmek” de değil amacım...
İletilerdeki anıları bir yere götürmek yerine, onların beni biryerlere sürüklemesi, olayın doğasına daha uyacak sanki...
Anılara boğulmak, öylece de yazmak.
Bir anlamda İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin “Amarcord (Hatırlıyorum)” filmi gibi.
Fellini, belleğinde hayal-meyal kalan anıları/görüntüleri, bir kronoloji kaygısı gözetmeden, sanki çocukluğunun, hayatının gözünün önünden akıp-geçen film şeridi gibi aktarıyordu filminde.
Bazı görüntülerin başı-sonu da yoktu... Ama zaten bazı anılar, görüntüler de öyle kalmaz mı bellekte? Parçalı-bulutlu...
Hani top oynadık acıktık, düştük, dizlerimizi parçaladık mesela. Derinse, sonsuza kadar kalır izi dizkapaklarında...
Taş atar karşı mahallenin size rakip haylazı, yarılır kafanız. İzi kalır...
İyidir de o izlerin kalması; “her yaşta asi, yaramaz çocuk” olabilme hayalinin, delilidir. Façasıdır.
Hem şöyle bir yoklarsınız, ele gelen o yara izinin dokunduğunuz saniyede sizi götürdüğü zaman tünelinde hatırlarsınız o “an”ı...
Hem hatırlamak da iyidir.
Hele ilk-orta-lise durma okuduğunuz tarih dersinden, tüm aklınızda kalan 1071, 1453 filan, “Yıldırım Beyazıt’ın atının kuyruğu yere değerdi” falansa...
Ama o dizinizi parçaladığınız, kafanızı yardığınız, dudağınızı patlattığınız “an”ı/anıyı 32 kısım tekmili birden -bugün gibi- hatırlıyorsanız, iyidir.
Hatırlatamayanlar, hatırlanmayanlar çatlasın... Böyle derken, “eğitim”i öğrenci dövmek, “hatırlatmayı” tırnakları tene geçirerek kulak çekmek olarak gören bilimum hocalarımızın da kulakları çınlasın.
Hatıralar da, onları “geleceğe dönüş” misali, bugüne taşıyacak “hafıza mekanları” da geliyor.
Pek Yakında... (Bu spot da, Bahçelievler Renkli Sinema, Arı Sineması, Cebeci’de İnci Cineması, Kızılay’da Ulus Sineması, Cep, Gölbaşı, Maltepe Alemdar filan ile hafızamızı tetikleyen, anılarımızdan gelen iki kelime değil mi zaten...)
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2012
BUGÜN manşetimizdeki çağrımız, elbette iddialı bir “tarih çalışması” için değil. Biz de ne tarihçiyiz, ne bilimadamı...
Tüm derdim, yaşadığımız şehrin tüm sokaklarında, anı, fotoğraf, kağıt toplayıcılığı... İster 50 yıl öncesinin olsun, isterse 10 yıl öncesinin...
Ankara Hürriyet, yine okuruyla el ele, “akraba” bir proje için yola çıkıyor.
Şu giderek içe kapanan Ankara’da, “Hey gidi dünler...” diyenlerdenseniz, yiten mekanları, anıları, semt semt Ankara tarihini birlikte yazabiliriz.
Yaşadığınız semti-sokağı, okuduğunuz okulu-okul anılarını, gençlik mekanlarınızı, yiten hafıza mekanlarını, yani “hatırat”ınızı anlatın.
Kenti, o kentin içindeki sizi, sizin çocukluğunuzu, gençliğinizi mahallesi, sokağı, mekanıyla bize (ysokmensuer@hurriyet.com.tr) yazın yayınlayalım.
Böylece toplu, yazılı olarak hiçbir kaynakta yer almayan “Yakın Ankara Tarihi”ni, elimizden geldiğince sokak sokak, mekan mekan, anı anı birlikte toplayalım.
Belki bir örnek babından, Emek ve kendi çocukluğum geldi aklıma.
Emek Mahallesi’nin 4. Cadde’si, Emek’in hatta 7. Cadde ile birilkte Bahçelievler’in “soyağacı bulvarı”dır aslında...
Adını sonradan Kazakistan Caddesi de koysalar, kaç yazar. (Bir (1) yazar, o da sadece caddenin tabelasında...)
Herkes yine oraya -iyi ki- 4. Cadde der ki, öyle demesinde bir dönem mahallelinin sabah-akşam yanıt verdiği tarihi sorunun etkisi de vardır:
“4 mü, 8 mi?..”
Çünkü bir zamanlar cümle Emek sakini, oralardan dolmuşa bindi. Her yerel seçimde bindirildiğimiz dolmuştan bahsetmiyorum...
O geniş geniş, yaylana yaylana süzülen, güzelim station Amerikanlardan; Chevroletler, Buickler, Plymouthlar, Dodgelardan söz ediyorum.
Sonradan araya o dönemin arka lastikleri içe dönük, çarpık bacaklı Skodaları katılsa da... Göğsü oto-pikaplı, ta o tarihte kilamalı, direksiyonu bile havalı Amerikanlar, durakta beklemeye değerdi diyorum.
Neyse Beşevler’e geldiğinde sorardı dolmuşçu:
“4 mü, 8 mi?...”
Ve dolmuştaki yolcu çokluğuna bağlı olarak, ya 71. Sokak’tan ya 4. Cadde’ye devam edirdi, ya da direksiyonunu 8’e çevirirdi.
Çoğunluk evine biraz daha erken varırdı, dolmuşcu da bazen iki caddeyi dolaşmadan, adambaşı 75 kuruşluk yeni turu için Kızılay’a yollanırdı.
Yani her gün referandum, her gün ulaşımda yurttaş demokrasisi...
(Ki, “Emekli”ler bugün emekli de olsalar, bu gelenekle büyüdükleri için de, öyle tepeden inme isim değişikliklerine, Kazakistanlara filan itibar etmezler)
Devamını birlikte yazacağız, çok yakında...
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2012
HAYATIN hemen her alanına sızan; medyaydı, kurultaydı, bilgiydi-belgeydi durma açımlanan-saçımlanan “ideolojik kirlilik” malumumuz da...
Hava kirliliğinin “ideolojik” olması, halis-mulis “Bir Ankara Polemiği”...
***
Kimya Mühendisleri Odası Hava Kalitesi Takip Merkezi Başkanı Erkin Etike, “Biz günlük olarak Ankara’nın hava kalitesini takip ediyoruz. Geçtiğimiz yıl Mayıs ve Haziran ayları dışında Ankara’nın havası kirliydi” iddiasını seslendirdi.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da bu iddianın doğru olmadığını vurguladı.Büyükşehir Belediyesi ise tartışmaya “uslubunca” katıldı:
“Kimya Mühendisleri Odası, kasıtlı olarak sık sık Ankara’da hava kirliğinin yüksek boyutlarda ulaştığını ileri sürmektedir.
Bu hava kirliliği değil, olsa olsa ideolojik davranış kirliliğidir.”
***
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2012
KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay TBMM Genel Kurulu’nda yeni yeni temize çekilmeye başlanan bir konuyu gündeme getirdi. AKP iktidarı öncesinde ismi değiştirilmiş yerlerin olduğunu belirten Günay, şunları söyledi:
“Bizim dönemimizde ismi değişmiş yani asıl ismi kayıttan çıkarılmış ve yeni bir isim takılmış hiçbir yerleşim yeri hemen hemen yok.
Ama eski yıllarda 80’den önce veya 80’den sonra bu tür tahribatlar var, onları düzeltmeye çalışıyoruz.
Mümkün olduğu kadar Anadolu’nun bütünlüğünü zedelemeyecek bir yaklaşım içerisinde eski isimlerini iade etmeye çalışıyoruz...”
Bakan Günay elbette yöneltilen soru doğrultusunda ismi değiştirilen kasaba,köy gibi “yerleşim yerleri”ni kasdediyor.
Özellikle de akıl-fikir, kültür-tarih demeden “Türkleştirilen”, darbeyle “Evrenleştirilen” isimleri filan...
Ki, çok önemli.
Ancak “isim değişikliği” deyince, benim aklıma caddeler, sokaklar, meydanlar da geliyor.
Daha doğrusu, her gün yaşadığım bu şehirde hiç aklımdan çıkmıyor.
Çıkmıyor çünkü, yerel yönetim marifetiyle ismi, numarası değiştirilen caddelerde, sokaklarda geçiyor yaya ya da motorize ömrüm.
Dahası, sokaklarının numaraları iskambil destesi gibi karılıp yeniden dağıtılan Emek-Bahçelievler sakiniyim. (Lafın gelişi sakiniyim, yoksa bu mevzuda sakinlik zor kelime)
O nedenle değiştirilen sokak isim ve numaralarının bir semtin, bir mahallenin kimliğini nasıl hırpaladığını, kent hafızasını nasıl flulaştırdığını bizzat yaşıyorum.
Sokaklar, caddeler, meydanlar isimleriyle de hafıza mekanıdır.
Ve Çevre Sokak’ın Üsküp Caddesi olmasına, Emek’teki caddelerin Kazakistan, Bişkek diye yeniden adlandırmasına direnen hafızanın bir kuşaklık işi kalmıştır.
Yeni kuşaklar, “Banghabandu Şeyh Mucibir Rahman Bulvarı”nın telaffuzuyla, ezberiyle uğraşacaktır anca...
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2012
YAPILAN araştımalara göre, “hayatımız dizi”...
Demokrat Eğitimciler Sendikası’nın (DES) yaptığırdığı ankete göre TV izleyicilerinin yüzde 40’ı yerli dizi izlemek için açıyor televizyonunu. Aynı araştırmaya göre günde 5 saat televizyon izliyoruz...
Eh, bu verilerin de ortaya koyduğu gibi “diziler dünyamız” da demek mümkün... “Dünyamız dizi” demek de...
*
Ancak pek izleme olanağı bulamasam da, dizilerde son dönemde gözüme çarpan ya da gazetelerden okuduğum bir “gelişme” var.
Bazı diziler, bazı konularda satır arasında mesaj vererek “farkındalık yaratma” çabalarına katkıda bulunuyor.
Bu konuda en çok, hatta bazen tek başına öne çıkanı da Behzat Ç.
Diziye neredeyse her hafta “kıymetli” bir mesele “tema” ya da “alt sürüm” olarak yerleştiriliyor.
Yazının Devamını Oku