“Eskiden Pirelli Takvimi’ne bakardık, şimdi Maya Takvimi’ne geldi sıra” diyeni mi istersiniz, “Şirince’de kıyamete dayanıklı 2+1” esprisini tedavüle çıkaranı mı...
Doğrusu, kıyamete ruhen ve lojistik olarak ezelden beri hazırlıklı bazı ecnebi tarikatlar gibi, 21 Aralık’ı henüz hakikaten beklemiyoruz.
Her zamanki gibi, “Bize bir şeycikler olmaz” rahatlığıyla Saatli Maarif Takvimi’nin 22 Aralık yaprağındaki vecizeyi şimdiden okuyan da var.
“İnceldiği yerden kopsun” diyerek, kadere kısmete efelenen de...
Çünkü bu mevzuda da “Biz bize benzeriz, Maya takvimindeki elalemin kıyameti” vaziyeti hakim belli.
Mevzu kıyamet bile olsa, Vatan Yahut Silistre’nin Abdullah Çavuş’u gibi, “Kıyamet mi kopar” deyip geçiyoruz.
* * *
Dinen olmasa da, fiilen kıyamet sözcüğüne, felakete, afete, teröre, darbeye, gürültüye patırtıya karşı nasır tutmuş, alışmış halet-i ruhiyemizdir belki bu durumun asıl nedeni.
Polis adamın ayakkabı numarasını sorduktan sonra, bir mağazadan aldığı botları adama veriyor. Bir turist de o anın fotoğrafını çekip, facebook sayfasına iliştiriyor.
Fotoğraf internette milyonlarca kez -övgü, takdir ile- tıklanırken, Peter Catapano da The New York Times’daki makalesinde esaslı bir soruyu gündeme getiriyor:
“İyilik bulaşıcı mıdır, insandan insana bulaşabilir mi?”
Yazar bu soruya önce, Deneysel Sosyal Psikoloji Dergisi’nde yayınlanan bir araştırmanın sonuçlarını aktararak yanıt arıyor.
Araştırmanın sonuçları, merhametli bir davranışa tanık olan insanların, başkalarına merhametli davranma ihtimalinin arttığını ortaya koyuyor.
Bir başka araştırma ise, açlığa karşı mücadele kampanyası düzenleyen bir organizasyon ile ilgili.
Örgüt, açlıkla savaşan 7 yaşındaki bir kızın fotoğrafını yayınlayınca, kampanyaya yapılan bağışlar anında iki kat artıyor.
ÜÇ gündür dizilerle ilgili heyheylenmeleri -ben de kısmen heyheylenerek- yazıyorum, bitiremedim.
Bitiremedim çünkü, sanat, sanatsal yaratı, düşünce, ifade özgürlüğünün en çerçeveye gelmez resmi...
O nedenle onu çerçevelemeye, çerçeveye almaya çalışmak, hem yanlıştır, hem de çoğu kez beyhudedir.
Darbeyi yaparsınız, toplatır, imha edersiniz onca kitabı, biri el yazısıyla yazdığı metni fotokopi ile fanzinler, kulaktan kulağa tirajına şaşar kalırsınız.
12 Eylül darbesinin ardından çıkar Edip Cansever, “Baylar! /(...) Karşınızda eylülün sesi /Ağustos çekildi, eylülün sesi /birazdan konuşacak /Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar” der, ne demeye getirdiğini idrak etseniz de imha edemezsiniz.
* * *
Dizilere yönelik gözde eleştirilerden birisi de, çoluk çocuğa verdikleri zarar. Hani hep denir ya, “Dizi kahramanları çocuklar için kötü örnek, model oluyor”.
Sanırsınız ki, 100 çocuğu toplayıp “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorsak, yarısı Muhteşem Yüzyılzede “Padişah olup harem kuracağım” diyecek...
Ama mevzu çok dallı, kökü de derinde...
Eğer niyetiniz (tarzınız) “laf olsun, torba dolsun” değilse, bir filmi, bir diziyi eleştirmek için “haberdar” olmanın yetmeyeceğini bilmeniz gerekir.
Sinemaya vakıf olmanız bile bazen eleştirinizi sağlam, makul bir zemine oturtmaz.
Konuya yaklaşımınız çok önemlidir. Ve sizi bir anda eleverir.
* * *
Benim için, bu tarz “film, hatta sinema eleştirileri”nin atipik örneği Hıncal Uluç’tur.
Muhteremin, Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmine yönelik eleştirilerini hatırlatmak istiyorum.
Derdim, Behzat Ç., Muhteşem Yüzyıl’dan öte, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın gündemdeki “dayanılmaz ağırlığı”ydı.
Bir dizinin tek bir bölümüne “denk gelip”, “Yahu 45 dakika rakı içtiler... Evden bile çıkmayıp diziyi bedavaya getirdiler” babından eleştiri şavullamaktı.
Ötesi, adını bile bilmediği, “bir kerecik” izlediği bir dizinin, senaristine, yönetmenine filan “Canım, içsin de 1 dakika, 5 dakika içsin” türünden yol-yordam göstermelerdi...
* * *
Filmleri, dizileri, romanları kahramanının karakteri, veriliş biçimi üzerinden eleştirerek ayara kalkarsınız, ortaya film, dizi, “yaratı” filan değil kamu spotu çıkar.
Aralarındaki mevzuyu “dibine” kadar konuşmak, eteklerdeki taşı-toprağı dökmek için özellikle eve kapanan Behzat Ç. ve ekibi, rakıyı-birayı RTÜK’leyip, semaverin başında çay içerek biraz sohbet etseler...
Sonra sohbeti, küfür müfür etmeden -adam gibi- bir muhallebicide sürdürseler, geceyi kapatırken de yine mekan değiştirip, üstüne bir mercimek çorbası...
BİR filmi beğenirsiniz, beğenmezsiniz, bir diziyi izlersiniz, izlemezsiniz...
Yahut izler, eleştirirsiniz de elbet.
Ancak eleştirinizi gazete köşesi, Tv programı gibi size bir imkan (ve bir ayrıcalık) olarak tanınan “kamusal” alandan “alem”e yapıyorsanız, o mevzuda bir nebze bilgi sahibi olmanız da beklenir.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, eş-dost arasında, cafede-kıraathanede bazen muhabbete gelen bir durumdur da... Yazıp, çiziyor, ekranlarda söyleşiyorsanız, fikrinizi -o mevzuda bilgi sahibi olmaya gerek duymadan- ortaya öylece yuvarlamanız abuk kaçabilir.
Charles Bukowski, “Aptalca şeyleri stille yapmak tehlikelidir, ama tehlikeli şeyleri stille yapmak sanattır” derken, tam da böyle durumlara kulak çınlatır.
* * *
Sanata gelince; romandır, şiirdir, sinemadır, resimdir, heykeldir, müziktir... Sanatın, sanatsal çalışmaların, yaratıların eleştirilmesi, bilhassa böyledir. Heves yetmez, erbabı olmasanız da eleştirinizin bir zemine, izana-mizana oturması gerekir. Yoksa ayakta kalır, “Gel otur” diyen bile çıkmaz.
Misal... Ekrana çıkıp, filmden, sinemadan bihaber
Gömülmek yerine yakılmak fikri, hatta isteği, benzer cümlelerle hemen her yıl sızar gündeme. Bir kaç gün konuşulur heves heves, sonra kül olur.
En son Meral Okay’ın vasiyetini hatırlıyorum. Göksu Göksel ile 8 Kasım 2010’da yaptığı şöyleşiyi:
“Ölünce yakılmak istiyorum. Çünkü toprağa değil küllerimle suya karışmak istiyorum.
Üstelik yasal olarak hakkınız da var. Ama Türkiye’de o yasa kullandırılmıyor...”
* * *
Öncesi de var. Ayşe Arman ile 8 yıl önce yaptığı röportaj:
“Kendi ölüm biçimime ve ritüelime kendim karar vermek istiyorum. Dünyaya gelirken bu kararlara eşlik edemiyoruz. Ama izin versinler de, son yolculuğumuza nasıl istiyorsak öyle çıkalım. Öldükten sonra bedenimizle ne yapacağımız bizim tasarrufumuzda olmalı. Ben yakılmak istiyorum.
PAZAR günü yayınlanan “Kurbanı da mozaikleyin madem” yazımda, ufacık çocukların kesimhanelerde, olmadı mahallede, sokakta, bahçede dehşet dolu gözlerle seyrettiği “kanlı ve canlı” envai çeşit kesimden söz etmiştim.
Çocukların, kesim anına, elde bıçak dirseklerine kadar kan içinde dolaşan “kasap”lara, yerlerdeki kesik hayvan başlarına bakışlarının ibretlik fotoğrafları da yayınlandı aynı süreçte gazetemizde.
Yazımda, ekranların geleneksel mozaik ustası RTÜK’ün, çocukların her anlamda kanlı canlı seyrettiği bu “sahneler” hakkında ne düşündüğünü merak ettiğimi de vurgulamıştım.
Filmlere (yani gerçek değil kurmacaya) 18+’yı kolayca iliştiren mevzuatın, yürüyebilen 3+ her çocuğun kesimhanelerde gerçek bir “kan-revan”ı başından sonuna seyretmesine seyirci kalması da merakımdır.
* * *
Ben tam bu meraklar, hayretler içindeyken, RTÜK’ten ilaç gibi olmasa da yanıt gibi bir uygulama geldi.
Radyo Televizyon Üst Kurulu, “En Büyük Show” programı nedeniyle Show TV’ye tam 130 bin 960 TL ceza kesmiş.
Cezanın gerekçesi ise “