Misal, Aile Hekimliği...
Hekim, akademisyen ya da sağlık bilimci gözüyle eksisini artısını yeterince değerlendiremem elbet. Özellikle geçiş sürecinde eczanelere yaşattığı kabusu, getirdiği yükü, sorunları da...
Ama bizzat ve yakın çevremdekilerin gözlemleriyle, ilaç alma prosedürü açısından hayatı çok kolaylaştırdığını söyleyebilirim.
Emek Mahallesi 10. Cadde’deki (Kırım Caddesi de deniyor, ama Bahçelievler ve Emek’in yeni isimler/numaralar verilen anadan doğma değil sonradan olma diğer caddeleri, sokakları gibi diyeni duymadım) Kırım Aile Hekimliği’ni örnek verebilirim.
* * *
Merkez, öncelikle her zaman inanılmaz temiz, modern ve işlevsel. Merkezin park yeri yeterli, dekorasyonu zevkli, sağlıklı ve tertemiz.
Beklerken LCD televizyonu izleyerek, sehpadaki dergileri karıştırarak vakit de geçirebilirsiniz, girişteki çay ve tüm kahve çeşitlerini içeren ve fiyatlarından kar değil hizmet amacıyla oraya yerleştirildiği belli olan otomattan bir şeyler de içebilirsiniz.
* * *
YEŞİLÇAM’ın değişmez fabrikatörü Hulusi Kentmen’in şımarık oğlu Ferit’i canlandıran Tarık Akan, yoksul Münir Özkul’un işçi kızı Hülya Koçyiğit’e aşık olur.
Komedi-dram tadında gelişen olaylardan sonra Kentmen, yoksul ailenin kapısını çalar. Kapıyı açan, fakir ama onurlu genç kızı perdeye taşıyan Koçyiğit öfkeyle babasına döner:
“Baba, bu sayın aileye sorar mısın, bugün fabrikadan kovdukları benim gibi bir işçi parçasının evinde ne işleri var?”...
Kentmen, babacanlığını bıyıkaltından gülümseyerek gizleme imkanı tanıyan karakteristik bıyıklarını burarak yanıtlar:
“Buraya oğlumla kızınıza ait hayırlı bir konuyu konuşmaya geldik. Allahın izniyle kızınızı oğlumuza istiyoruz.”
“Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine” misali noktalan Ertem Eğilmez’in 1972 yapımı “Sev Kardeşim”in açılışı da, finali de filme adını veren aynı şarkıyla gelir.
Adnan Menderes’in sıyrık almadan kurtulduğu ve uçaktan yürüyerek çıktığı kazanın ardından, 60’lı yıllarda gündemde yine uçak kazaları vardır. Ankara en unutulmaz uçak faciasına ise 1 Şubat 1963 Cuma günü sahne olur.
Türk Hava Kuvvetleri’nin eğitim uçuşu yapan Çubuk 48 kuyruk işaretli Douglas C-47 askeri nakliye uçağı, Beyrut-Lefkoşa üzerinden Ankara’ya giden dört motorlu Viscount Middle East Airlines (MEA) uçağıyla saat 16.12’de havada çarpışır.
İki uçak da hava açık olduğu için Aletli Uçuş IFR cihazını kullanmadan, sadece görerek uçmaktadır.
Askeri uçağın havada olduğundan Esenboğa Havaalanı Kule de, MEA da habersizdir. Ve yolcu uçağı sol arka kuyruktan askeri uçağa çarpar. Uçak infilak eder, tüm şehrin camlarını sarsan bir patlama olur.
İki banka alev alev kurtulan kimse yok
Yolcuların bir kısmı çarpma anında ani hava basıncıyla parçalanan kabinden dışarı uçar ve Ulus’taki binaların çatılarında parçalanmış halde bulunurlar. Yolcuların bedenleri her yana saçılır, etrafı siyah dumanlar, yanık ceset kokusu sarar. Yerlerde şapkalar, çantalar, ayakkabı tekleri, parçalanmış bedenler, kopmuş uzuvlar vardır. Kazanın aybaşında, Ramazan ayında ve cuma günü olması, ölü ve yaralı sayısını arttırır. Kazada gazetelere yansıyan ilk ölü sayısı 87-90 arasındadır, ancak bir kaç gün içinde 120’ye ulaşacaktır, 140 kişi de yaralanır. Ankara’daki 7 hastane alarma geçer. Uçakların dağılan parçaları Ulus’ta başta Karaoğlan Caddesi, Bent Deresi Yehihayat Mahallesi olmak üzere geniş bir alanda bomba tesiri yaratır. Raşit Efendi Apartmanı’nın yanındaki Ticaret Han’ın altındaki Garanti Bankası merkezi ve karşısındaki İstanbul Bankası, Amele Kahvesi ile lokanta alev alır. O binalardan kimse kurtarılamaz. Anafartalar Karakolu’nda da bir bekçi yanarak hayatını kaybeder.
20 terzihane ve 12 otomobil yandı
Gima, Büyük Eczane, Musiki Sevenler Cemiyeti, Suhulet Tuhafiye Mağazası, yanındaki tatlıcı dükkanı, fotoğrafçı, çay ocağı, ayakkabı mağazası Tekel Bayii ile yolun karşı tarafındaki İstanbul Tatlıcısı ve Pasta Salonu, kuru kahveci, gözlükçü, elektrikçi, İmren Boğaziçi Lokantası, Uğrak Lokantası, uçağın çarptığı Ticaret Han’da bulunan yirmiye yakın terzihane, emlakçı, doktor muayenehanesi ve avukatlık yazıhaneleri ve 12 otomobil tamamen yanar. Ankara’daki bütün eğlence yerleri, sinema ve tiyatrolar matem nedeniyle kapatılır. Radyoda ise gün boyunca sadece klasik müzik çalar. Kazada ölenler arasında Jet Turizm’in sahibi Zeki Bayraktar, Konya Mebusu Ahmet Gürkan’ın 23 yaşındaki oğlu Mustafa Gürkan, Suudi Arabistan’ın Ankara Büyük Elçisi Rıza Mukhtar’ın eşi ve çocukları, Ali Şenbay, Adem-Fatma Okçu, A. Okkar, Melek Akkor, Ayla İskeçe, Ali Şambol, Aygül Akkor, Cevat Varol, Ali Köşküer, Belma Alkışlar, Seyfettin Şahin, Naciye Eroge, Ünal Erzurumlu, Şahin Topraklı, Tahsin Kırıkkalkaner, Sevil Alkan, Dürdane Emine Sezer, Mustafa Tülin, Haluk Gözenk, Mestan Durnaz, Nuri Yalçın, Ziya Işık, Ünal Erdemli, Enver Avşar, Mehmet Sezer, Aysel Tezel, Recep Dağdeviren, Selçuk Karafakioğlu, Osman Tekel, Veysel Ünal, Kemal Danışman, Fahrettin Ayvaz, Yaşar Yıldırım, Fevzi Uyar, Dede Kulluk, Seyit Şahin, Reşit Sönmez, Fatma, Süleyman, Mehmet ve Kadınkız Okkalı da vardır.
Dönemin TRT Müzik Denetleme Kurulu’nun şarkıları yasaklama gerekçeleri ise, tam “her telden”...
Kimi bestecisi Ermeni, mesajı -güya- siyasi olduğu için yasaklanmış, kimi güftesinde müstehcen ya da argo kelimeler olduğu için...
İkinci Bahar şarkısı bileTürk aile yapısına ters ve ahlaka aykırı olarak değerlendirilmiş.
Yasaklama gerekçelerinden en özlüsü ise, Esmeray’ın “İnsanız” şarkısına dair...
Yasak, iki kelimeyle geçmiş kurul kararına:
“Eleştiri var”...
Ormancı türküsü, devlet memurunu yerdiği, Arkadaşım Eşek de “İnsanın arkadaşı eşek olamaz” gerekçesiyle sakıncalı bulunmuş. Hatta Barış Manço’ya şarkıdaki “eşek” kelimesini “kuzu” olarak değiştirmesi önerilmiş.
Bu kadar içten, samimi, safdil, itiraf gibi bir öneri olur doğrusu; “kuzu” olsun ki, büyüyünce rahatça güdelim... Değil mi? (Tam bu satırları yazarken, dilime -katmerli yasaklı- o türkü dolandı. Mırıldana mırıldana yazdım; “Eşeği saldım çayıra, otlaya karın doyura, yaptığı işi hayıra...”)
Bu yılın geyiği de, 2013’ün son iki rakamının uğursuzluğu, “tefsir”i ile gelir yakında...
13.3.2013 riskli bir gün olabilir, mesela. Konuşur, yazar, çizeriz biteviye...
Çünkü ortalıkta yeterince kıyamet, ussuz-uğursuz muhabbet dönse de, yine ekmek elden, laf gölden “mevzu” lazımdır bize.
Birbirine benzer günlerle yaşanan, bir zaman sonra da kalan ömürden geriye sayılan “hayat”ın konusu yoktur çünkü...
Zararsızca genelleştirilecek konular elzemdir... İki laf edilerek geçiştirilecek konular...
Muhteşem Yüzyıl’a öfkelenir, “Esra Abla Beni Eversene”deki çiftin mutluluğuna sevinir, “Behzat Ç.”yi ayıplar, geçer-geçinir-gideriz.
Çünkü, bir tek orada -uzaktan da olsa- kumanda bizdedir, elimizdedir...
Dün kaldığım yerden, Aydınlar Dilekçesi’ndeki taleplere özetle devam ediyorum:
“Güncel siyasetin her ülkede görülen ve kaçınılmaz olan aksaklıkları, herkese açık olması gereken siyaset yoluyla topluma hizmetin engellenmesinin ve belirli zümrelerin, kişinin ve kişilerin tekeline bırakılmasının nedeni olamaz.
Kimsenin siyasal kanı ve felsefi düşüncesinden ötürü suçlanmadığı, hiçbir yurttaşın dinsel inançlarından dolayı kınanmadığı ülkelerde milli irade en üstün güçtür. Bu üstün gücün meşruluğu, temel hak ve özgürlüklere karşı takındığı tavra bağlıdır.
Çoğunluk iradesinin özgürce belirlenmesini engelleyen koşullar demokrasiye aykırıdır. Bunun gibi, çoğunluk iradesini bahane ederek temel hakları yok etmek de demokrasi ile bağdaşmaz.
* * *
Bir toplumun yaşayışında, özgürlük, çeşitlilik ve yenilik öğelerinin bulunması, toplumun geleceği ve gelişmeye açık tutulması için zorunludur. Bu bakımdan yeni öneriler kamuya özgürce sunulabilmelidir.
Özgür basın, demokratik düzeni bütünleyen temel öğelerden biridir. Bunun sağlanması için, bağımsız, denetimsiz ve çok yanlı olarak toplumun kendinden haberli olması, değişik düşüncelerin özgürce yansıtılması ve her türlü eleştirinin basında yer bulması zorunludur.
Ne 27 Mayıs, ne 12 Mart... Tanrısı, ilahı, her gün meydana çıkan yüzüydü 12 Eylül’ün Evren.
Bir insan, 50 genci astırdıktan sonra -geh geh- “Asmasaydık da, beslese miydik” diyebiliyorsa, bu tüm bilim dallarının muammasıdır. Siyaset, tarih bir yana, psikiyatri ar eder, Irwin Yalom’un divanı dar gelir...
Dün yazımda söz ettim; Nesin, işte bu “Evren”e dil çıkardı/uzattı...
Evren’e tazminat davası açan Nesin, yine onu kastederek “Bunlar okumazlar” demişti.
Nesin ile konuşan gazeteci “şevkle” girmişti araya:
“Olur mu efendim, Devlet Başkanımız Sayın Evren Platon’un Devlet’ini okuyordu geçenlerde. Fotoğraflı haberini bile yaptık...”
“Eh” demişti Nesin, “Platon’un Devlet’i 70’inde okunursa böyle olur”...
Derdim, meramım Nesin’in görüşünden, ideolojisinden, kitapları-mizah tarzından azade...
Şimdi MSN’de kameralı sohbet misali yargılanan Kenan Evren, herkesi, hatta herşeyi bilfiil, iş edinerek, her durumdan vazife çıkartarak yargıladığı (ve askeri mahkemelerinde yargılattığı) dönemlerde aydınlara çok kızardı.
Hani, aydın, sanatçı filan denince “elinin tabancasına gittiğini” söyleyen, Nazi faşizmi sırasında Almanya’daki tüm haber kaynakları, gazeteler, dergiler, radyolar üzerinde “tam kontrol” sağlayan Propaganda Bakanı Goebbels gibi...
Evren aydınların önüne yargıyı, zindanı koydu... Varlığını “mektepli” sürdürmeye çalışanlara da, 1402 ile sorgusuz-sualsiz işten atmaları, YÖK’leri yağdırdı.
Ya, kendisinden beklenmeyecek “nebze”de öngörülüydü, ya da izini sürdüğü diktatörlerdi menzili...
Darbesini yapıp Çankaya Köşkü’ne yerleştikten sonra ilk tepki aydınlardan geldi, “netekim”. “Aydınlar Dilekçesi”, Evren’i hop oturtup, hop kaldırdı...
Mayıs 1984’de köpüren öfkesini o ünlü konuşmasıyla dışavurdu:
“Vatan hainliği yapan bazı aydınlarımız var. Ne yapayım ben böyle aydını?