Paylaş
Ama mevzu çok dallı, kökü de derinde...
Eğer niyetiniz (tarzınız) “laf olsun, torba dolsun” değilse, bir filmi, bir diziyi eleştirmek için “haberdar” olmanın yetmeyeceğini bilmeniz gerekir.
Sinemaya vakıf olmanız bile bazen eleştirinizi sağlam, makul bir zemine oturtmaz.
Konuya yaklaşımınız çok önemlidir. Ve sizi bir anda eleverir.
* * *
Benim için, bu tarz “film, hatta sinema eleştirileri”nin atipik örneği Hıncal Uluç’tur.
Muhteremin, Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmine yönelik eleştirilerini hatırlatmak istiyorum.
Uluç, “2.5 saatlik estetik sıkıntı” başlığını attığı yazısına şu cümleyle giriyor:
“Benim paramla, on para etmez...”
Ardından da bu cümleyi kendisinin değil yabancı bir seyircinin söylediğini ekliyor.
Ama yazdıkları, onun bu cümleyi sarf etmediğine ikna etmiyor beni. (Ettiyse de, sarftır zaten...)
* * *
Uluç, “eleştiri”sini filmin kilit sahnelerinden birisinden hareketle ortaya yuvarlıyor.
Filmde ağaçtan bir elma düşüyor, yuvarlanıyor ve bir dereye düşüyor. Orada da suyun etkisiyle ilerlemeye devam ediyor ve en sonunda bir dala takılarak, kendini çürümüş başka elmaların yanında buluyor.
Uluç düşen, yuvarlanan, derede sürüklenen elma sahnesinin uzunluğundan yakınarak, “İyi ki denize kadar gitmedi, yoksa film 2.5 saat değil 2.5 sene sürecekti” esprisini yapıyor. (Okurken fonda ünlü Hıncal Uluç kahkahası)
Sonra da, “Ama bakın, sahne gereksiz. Kesin atın, kimse fark etmez.. Yuvarlanan elma yerine, yokuş aşağı koşan bir kuzu koyun.. O da fark etmez... Öyle bir sahne işte..” deyiveriyor.
Üst perdeden, “Filmin hikayesini 20 dakikada anlatmak mümkün” makaslamasını da yaparak, “Film, hiç bir şey anlatmıyor” cümlesiyle noktayı koyuyor.
Ardından Levent Kırca da bu mevzuda Uluç’a yerden göğe hak veriyor.
* * *
Bir yanda 17 yıldır filmleriyle Cannes’dan Berlin’e, Chicago’dan Meksika’ya, Altın Portakal-Altın Lale’den Altın Palmiye’ye koşturan bir yönetmen var. Rüşdünü bir köşede değil, dünyanın dört köşesinde kanıtlamış bir sinema ustası...
Bir köşede ise, “Şu sahne uzun, bu sahne gereksiz, kesin atın” diye hıncallanan bir “seyirci”. Ötesi, “Film hiç bir şey anlatmıyor” demeler...
Sinema eleştirmeni değilim ama en azından neyin film eleştirisi sayılabileceğini, eleştirmenliğin ne(ler) gerektirdiğini ayırt edebiliyorum.
“Elmalı sahne”yi de, “Anlayana vişne kiraz, anlamayana elma karpuz az” diyerek geçebilirdim ama, anlamayanlara az biraz anladığımı anlatmak isterim.
Filmlerinde, ne köy, ne şehir olabilen “kasaba”ya ağırlıklı, derinlikli bir yer veren Ceylan, “Bir Zamanlar Anadolu’da” da kasabaya sıkışan insanları anlatıyor.
Dalından kopup, dereye doğru yuvarlanan -ve bir umut dereyle sürüklenir gider, kurtulur mu oradan (o kasabadan)- diye izlenen elma, bir süre sonra deredeki taşlara takılıp, kimi çoktan çürümüş diğer elmaların yanına yerleşiyordu. Ve bence diyor ki o sahnede yönetmen:
“Dalından kopup yuvarlanan bir elmanın gidebileceği yer, en fazla kendinden önce düşen, çürüyen elmaların yanıdır...”
Ha, eğer sahne uzunsa, sıkıcıysa, kasabada da hayat, gün uzundur, sıkıcıdır abiler-amcalar... Filmdeki doktor, savcı gibi oraya sürüklenir, takılır kalırsanız, bazen diğer elmalarla birlikte çürürsünüz...
Gökten üç elma düştü... Biri bu masalı düzene, biri anlatana/yazana, biri de okuyana-dinleyene...
Yarın da devam edip, “dizi”yi hayırlısıyla bitireceğim.
Paylaş