Ama hafıza, yaşamın ta kendisidir.
O nedenle, ortak hafızanın mayalandığı hafıza mekanları, insanlar için bizzat hayata dair kıymet kazanır.
Hayatımın, ana renkleri hala solmayan hafıza mekanlarından birisi Cumhuriyet Lisesi’ydi...
* * *
“İnsan zamanı durdurmak istediği yere aittir” diyen Emrah Serbes’ten mülhem, sadece “oralı” değil, “o zamanlı” olmak da önemlidir bu bahiste.
Ben öyle sevmişim ki mesela “o zamanlı” olmayı, hafızamın -öyle ya da böyle- hala yaşayan mekanları arasında olan Cumhuriyet Lisesi’ni 5 yılda ancak bitirebilmiştim.
Cumhuriyet Lisesi, sadece orada -bir yıl da olsa- okuyanların, mezunların değil hemen her Ankaralı’nın, en azından bir dönem tüm Bahçelievler ve Emek Mahallesi’nin hafıza mekanıdır.
Dün yazımda değindiğim gibi, bu sadece gerilimin değil, sistemli bir müdahale kronolojisinin de yeni örneği.
Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu (TAPDK), “Öğrenci yurtları, her türlü öğretim ve eğitim kurumlarında (...) alkollü içkilerin satışı için ruhsat verilmez” maddesinden hareketle Eymir Gölü için bu kararın alındığını vurguluyor.
Ama dün yazımda da değindiğim gibi Büyükşehir’in Eymir Gölü’nün yüzde 40’ına heveslenmesi, ODTÜ’den yol geçirilmesi hayali, 60 yıllık üniversiteye “45 bina ruhsatsız, yıkarız” deyip ceza yağdırılması, son ODTÜ olaylarının ardından iktidarın çıkışı, anı olamayacak kadar taze ve münferit sayılamayacak kadar iç içeyken, içki yasağı uygulamasının bu süreçle bir tür “illiyet bağı” olmadığını düşünmek zor geliyor bana.
* * *
Öyledir, değildir bilemem.
Ama, yasağa konu olan Eymir Gölü’nün “ne” olduğu ile girebilirim mevzuya...
Orası, adı üstünde Eymir Gölü... Ne yurtlar var orada, ne de öğretim kurumları...
Vakalar silsilesini sadece özetlemek bile, ardında yatan nedenler açısından insanı fikir sahibi yapabilir.
Başkan Melih Gökçek ve Büyükşehir Belediyesi, hemen her dönem ODTÜ’ye ve Eymir’i “müdahale ve tasarruf alanları” içine almak istedi.
Önce, Dikmen trafiğini rahatlatmak için ODTÜ’den yol geçirme projesi ile başladı mesele. Başkan, “ODTÜ istese de istemese de biz bu yolu açacağız” dedi.
Olmadı... Hemen ardından Büyükşehir Belediyesi, ODTÜ kampüsündeki binanın kaçak, ruhsatsız olduğu iddiasıyla tam 1 milyon 800 bin YTL
ceza kesti.
Tam 57 yıldır varlığıyla sadece Ankara’nın değil Türkiye’nin medar-ı iftiharı olan kampüsün “kaçak” binaları arasında, Rektörlük, Mimarlık, Fen Edebiyat, İktisadi ve İdari Bilimler, Eğitim Fakülteleri.yüksekokullar, kütüphane, rasathane, spor salonu, yüzme havuzları olmak üzere tam 45 bina vardı.
* * *
O dönemde, yani 5 yıl önce Gökçek, “ODTÜ ya yasayla düzelir, ya da mecburen yıkılır.Sayın Akbulut’un oturduğu lojmanı ibret olsun diye yıkacağım...” diye girdi meseleye... Ve ekledi:
Bir şiiri, bir romanı, bir eseri sevmek, beğenmek için yazanına mı bakmak gerekir, yazılana mı...
Sorunun yanıtı ortada olsa da, “şu yalnız ülkemizde” yalnız kalmamak, “cemaat”ine, “cemiyet”ine aykırı düşmemek isteyen bir çok insan, okuduğu kitabı, yazanın “kimliği”nin makbul olup olmadığıyla ilgilenir.
Kendi siyasi görüşüne ters geldiği için Necip Fazıl’a, Nazım Hikmet’e küfürlenenlere, öyle uzağa gitmeye gerek yok.
Nobel alan Orhan Pamuk mesela. Ona, “Al sana Nobel” diyenlerin kaçı, kitaplarını okudu acaba?
Hırant Dink’i eğip büktükleri, tahrif ettikleri bir tek cümlesiyle afişe edip infaz vitrinine çıkaranlar, muhtemelen onun -baştan sona- tek yazısını öldürüldükten sonra gazetelerden okudular:
“Benim için asıl tehdit, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. ‘Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?’ sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların ‘A bak, bu o Ermeni değil mi?’ diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Bu işkencenin bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim… Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım
Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.”
* * *
1951 yılında çıkarıldığı Türkiye vatandaşlığına anca 5 Ocak 2009’da alındı. Bu da bir başarı, bir marifet oldu her münazarada gönderine özgürlüğü değil yasakları çeken parlamentoda...
Ama hala ne vasiyetindeki gibi Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülebildi. Ne mezarında bir çınar gölgesi...
“Yazılarım otuz kırk dilde basılır, Türkiye’mde Türkçemle yasak” sitemi yaşarken yansıdı dizelerine...
Öldü, ölümünün üzerinden tam yarım asır geçti. Daha yeni çıkarıldı “Kurtuluş Savaşı Destanı” yasaklı kitaplar listesinden...
“Yuh” sözü, yüz yıllık “iktidarın 10 türküsü var 9’u yasak üzerine” türküsüne en uygun nakarat olur bu mevzuda.
* * *
Bir yanı buydu Nazım şiirinin... Öteki yanı ise, “dışı seni içi beni” misali...
Sağcıysa, “Komünistler Moskova’ya” sloganının tarihi ve en elverişli örneği olarak “vatan haini” gördü...
Solcuysa, baştacı etti. Kitaplarının hemen her dönem, yasaklı, en azından sakıncalı olması da ayrı bir cazibeydi aslında.
Gizli-saklı bir şeyler yapmanın heyecanı, mevzu şiir olunca iyice büyülü, naif bir hal kazanıyordu.
Özellikle bizden önceki kuşağın, 47’lilerin, onun şiirlerini bir sır gibi okuyan ve Fahrenheit 451 romanındaki gibi ezberleyip, yine sır ortamlarda dillendiren “kahraman”ları bile oldu.
* * *
Murat Belge Mayıs 2002’de Radikal Gazetesi’nde yayınlanan makalesinde o dönemi şöyle anlatıyor:
“Ortaokuldayken, annemin lisedeyken kendine hazırladığı şiir defteri elime geçmişti. ‘Salkım Söğüt’ü ve ‘Bahr-ı Hazer’i ilk olarak bu defterde görüp okumuş, çarpılmıştım. Herhalde basılı kitabı pek bulunamadığı için annem bulduğu şiirlerini bir deftere yazma gereğini duymuştu.
Ki bekleme gerektiren, kuyruk yaratan bir çok durumda yaşanan bir hal bu.
Sırada beklerken pürtelaş davranan, mırıldanan-söylenen müşteriler bile, sıra kendine geldiğinde aynı rehavete kapılabiliyor.
“Oh ben atlattım, şimdi sen çek” intikamı sanki.
* * *
Bir örneğine geçenlerde rastladım, AK Parti Genel Merkezi’nin yanındaki süpermarkette.
Sırada bekleyen zat, sürekli öndeki müşterinin işlemine oflayan, poflayan mimiklerle dahil oldu.
Sonra sıra ona geldi. Ve “bey” oldu, “beyzade”...
Hani sırada bekleyenleri yok sayıp, aradan “kaynak” olan, tepki alınca da “Bi bakıp çıkacaktım, bi şey soracaktım” ile özetlenebilecek arsızlık.
Hani, hekimler, görevliler, sıradakiler de buna izin vermemeye çabalıyor ama... O hep tetikte, yine de bir deneyecek. Mayası, alışkanlıkları, deneyimleri, geleneği öyle çünkü...
Ve başkalarını bilmem ama, onların açılan her kapıya kafa uzatan, sürekli aradan “kaynamak” için fırsat kollayan “o hali”, benim halet-i ruhiyemi feci şekilde etkiliyor.
Abartmıyorum... Bir eylemde bulunamasalar, aradan sızamasalar da, işi gücü bırakıp, onlara odaklanıyor, takılı kalıyorum.
Sırada beklediğim, durup durduğum yerde, beni de bir kıpırtı alıyor.
“Eylem”ini gerçekleştirmeden bir şey demem pek mümkün değil.
“Hanımefendi, beyefendi sıraya sıraya...” desem, “Ne yaptık ki, sırayı mı bozduk, öyle dolanıyorum işte” diye üste çıkacak belki. Ve ben iddiası sübuta ermemiş müdahil gibi melul mahzun kalacağım ortada...