Yaşar Sökmensüer

Her insanın 4 yaşı var

14 Temmuz 2013
İnsanın kendisini “gibi hissetmesi”, çoğu kez derinliklerinde saklı ve en balta girmemiş alanı.

Çünkü “çekirdeğe” oluşması için baltayı bizzat eline alması gerek. Sonra da neden kendisini olduğu yahut göründüğü gibi değil de, başka bir şey gibi hissettiğinin denklemine dalması...
Emrah Serbes “Hikayem Paramparça”da, insanın en az 3 kişi olduğunu söylüyor:
“Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü... En sahicisi üçüncüsüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen.”
İşte bu hengamenin git-gelinde, insanın kendisini “hıyar gibi” hissettiği durumlar da olabiliyor ki, ondan iki gündür söz etmeye çalıştım.

* * *

Bir de insanın kendini hissettiği yaş meselesi var ki, o da “en az 4 yaş”a tekabül ediyor.
Olduğu yaş, gösterdiği yaş, hisssettiği yaş ve olduğu yaşla hissettiği yaş arasındaki farkta yaşayan dördüncü...

Yazının Devamını Oku

İnsan emekli ünvan sonsuz

12 Temmuz 2013
İnsana kendisini “hıyar gibi” hissettiren hallere, mesela “otorite”nin kurumsal efelenmelerine dün biraz değindim.

Bu minvalde iktidarın, bürokrasinin (de) başkenti Ankara’nın eline hiç bir şehir su dökemez.
“Paşam”, “Bakanım”, “Başkanım”, “Üstadım” gırla gider.
Ve kişiler emekli olur, “ünvan” emekli olmaz bu şehirde...
Kırk yıl önce kırk gün bakanlık, başkanlık yap, ömrün boyunca “Bakanım”, “Başkanım”sındır artık.
Ama “ünvan”a en şirin, en ironik ve kitlesel karşılık da yine Ankara’dan, ODTÜ’den gelmiştir doğrusu.
Hizmetliden rektöre, öğrenciden minibüs şoförüne herkesin birbirine “Hocam” hitabı, ODTÜ’yü aşmış , sınıfsız-imtiyazsız şehirle kaynaşmıştır.

 * * *

İş ünvanla bitse iyi...

Yazının Devamını Oku

Bugünlerde hıyar gibiyim

11 Temmuz 2013
Lise yıllarımızdan itibaren hep “şu’cu, bu’cu” olarak nitelendirilen bir neslin evlatlarıyız.

Sağcı, solcu, hatta ikisine de mesafeliysen futbolcu...
“Şu’cu, bu’cu” olmaya bizim de meylimiz çoktu hak(i)katen.
Hatta, dinlediğimiz, beğendiğimiz müziğe de yansırdı o hal (evet, olağanüstü hallerdi o dönemler).
Elvisci, Beatlescı bir yanda, Deep Purple, Led Zeppelinci öte yanda...
Ama sanırım en baba ayrım, Cem Karaca ve Barış Manço arasında nüksederdi.
Mayaları Anadolu Rock da olsa, ayırt ederdik.
Ben -daha çok- Karacacı’ydım sanki.

Yazının Devamını Oku

Dil insanı konuşur

5 Temmuz 2013
İki gündür değinmeye çalıştığım medyada kadın meselesi, öncelikle dil, bakış açısı ve içerik sorunlarıyla çıkıyor karşımıza.

Alman düşünür Martin Heidegger “İnsan dili konuşmaz, dil insanı konuşur” der.
Medyada kadın söylemi açısından da biraz öyle aslında.
Konuştuğumuz dili biz yaratmadık, ama o dil hala bizi, kadına bakış açısını yeniden yaratıyor...
Kadınla ilgili kültürel küflerden, atasözlerinden, yaygın esprilerden etkilenen düşüncelerimiz, dil ile ortaya saçılıyor.
Ve sıradan sayılacak bir başlık, bir yorum, cinsiyetçi, ötekileştireci literatürün başucuna kıvrılıyor.
“Üslub-ı beyan ayniyle insandır” derler ya, evet üslup, insanın ta kendisi bu örnekte de...

* * *

Üslubu biçimlendiren algı ekranında, kadına daha çok “özel alan” yani ev-mutfak ve gündüz vakti, erkeğe ise “kamusal alan” yani sokak-iş ve gece vakti ayrılıyor.

Yazının Devamını Oku

Köşeler ve su şişesi

4 Temmuz 2013
“Kadın” başka bir hal sayılır bizim kültürümüzde, “bayan”, “hanım” başka bir hal...

Dilimizle, esprilerimizle, tüm ciddiyetimizle ötekileştirdiğimiz, ikincil konuma yerleştirdiğimiz, cinsiyetçi küfürlerle her an hırpaladığımız kadına, “bayan” adını koyarak inceltiriz yaklaşımımızı...
Dün yazımda değindiğim gibi bir köşede “kadınlar” vardır, öteki köşede “hanımlar”.
Onları, -bize göre- en ufak hatalarında, sendelemelerinde o köşeden bu köşeye savurmaya da bayılırız.
“Sahnelerimizin hanımefendi sanatçısı”, bir bakarsınız anında “yuva yıkan fettan kadın” olmuş medyada...

* * *

Kibarızdır ya, “hanım hanımcık” köşelerle, sayfalarla sesleniriz kadın okura.
“Bakın” deriz, “Bu ‘size özel’ hazırladığımız kadın sayfası/köşesi...”

Yazının Devamını Oku

Medya nakavt

3 Temmuz 2013
Takvim Gazetesi çok tepki toplayan (ki, az bile) bir başlığa yer verdi geçenlerde.

Habere göre, Yalova’da Osmanlı Park’ta yürüyen genç bir kadınla erkek tartışıyor. (Muhtemelen tartışmıyorlar, erkek bağırıyor, çağırıyor kadına...)
Ardından kadını tekme-tokat dövüyor.
Belli, öldüresiye dövüyor; kan içinde kalan kadın sırtüstü yatıyor yerde. Baygın...
Takvim’in habere uygun gördüğü başlık ise, “Nakavt”.
Parkın adından hareketle, “Osmanlı tokadı” da diyebilirlerdi ama akıllarına gelmemiş anlaşılan...

* * *

Ne denir, nasıl denir bilemiyorum.

Yazının Devamını Oku

Travmay Durağı

29 Haziran 2013
Travmanın ne menem bir şey olduğunu, geç gördük, geç algıladık, geç anladık biz.

Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partili yedi genç elbise askılarıyla boğulup, şakaklarından kurşunlandığında o eve gidip gelen bir arkadaşımız, önce sürekli kekelemeye sonra tümüyle susmaya, o koyu kapanmaya çöktü de, bunu korkudan kaynaklanan geçici bir hezeyan sandık.
Yemeden-içmeden kesilmeyi aşkın e-hali, aile içi şiddeti otoritenin ev-hali, kavgayı-dövüşü-dayağı delikanlının er-hali, işkenceyi, savaşı, darbeleri sıradan faşizmin eh-hali gördük de, öyle döndü belki bir kuşak toplu-travmanın kıyısından belki.

* * *

Hrant Dink arkadan kafasına ateş edilerek öldürülene kadar, azınlıkları yıllardır komşuluk ilişkilerinde “ayırt etmediğimiz”, hep birlikte güzelce yaşadığımız bir hal sandık.
Bir toplumda, azınlık, farklı, öteki olmanın nasıl bir psikoloji hatta travma yarattığı, ya aklımıza gelmedi, ya da üstünde durmadık.
Kötü, vicdana uzak şeyler de yaptık, bilmeden. Sağır da kaldık mesela...
Travmanın ne olduğunu bilmeden, bazı insanlara travmayı sanki yakıştırdık. Şimdilerde yön değiştirip, çakalların tehdit cümlesine dönüşen “Akıllı ol”unu, “Aklına mukayyet ol kardeşim” gibilerinden tercüme ettik travmatik durumlara...

Yazının Devamını Oku

Kedi krala bakabilir

18 Haziran 2013
Başta köpekler olmak bilumum hayvana muhabbetim hep tam oldu da, kedi sevmeyi geç öğrendim.

Erkin Koray’ın kedisine büyük bir isabetle “Mesafe” ismini bir madalya gibi takması misali, benim de kedilerle -karşılıklı- bir mesafe vardı aramda.
Onca “evcil” çağrıya karşı takdir edilesi yabanlıkları, boyun eğmeden yaşama becerileri, “hızlı idrakları” ile cesur ve alımlıydılar, özgür stilleriyle güzeldiler.
Otoriteye karşı dikti duruşları...
Sokaklar onlara, onlar sokağa yakışıyordu.
Muziptiler üstelik, muzırlık da yakışıyordu onlara...
Seziyordum bunu; ama onları, 30 yaşımda Duman isimli bir kediyi veterinere götürdüğümde tanıdım.
Ameliyat olurken kapıda beklediğimde, sonradan o yaralı/sarılı ama yine de mağrur haliyle eve döndüğümüzde anladım, öyle sevdim.

Yazının Devamını Oku