Yirmi yılda her yerel seçimden önce de, “Metro bu kez tamam, bitiyor” dolmuşuna bindirildik.
Ama yıllarca, her seçim arifesinde bitiş tarihi 18 ay ile 36 ay arasında gezinen, hatta çoğu kez “Hemen” bitirileceği vaat edilen metrolara bir türlü binemedik.
* * *
Metroyla, tramvayla, hafif raylı vaatlerle 2009 yerel seçimi de çıktı aradan...
Sandıklar kalkınca da Başkan Melih Gökçek, metro vaatlerine noktayı koydu:
“Metroya gücümüz yetmez, parayı uzaydan mı bulalım...”
Hemen ardından da iki yıl önce Ankara metroları törenle hükümete, Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na devredildi.
Ama yine de şans dileyerek atıyorlar zarlarını
Herkes biliyor, zaten dövüş hileliydi
Herkes teknenin su aldığını biliyor /Herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini...
Herkes bu kalp kırıklığını var /Herkes biliyor, herkes biliyor
Bu işlerin böyle gittiğini /Herkes biliyor.”
* * *
Aşka, umutsuzluğa düşmenin, yalnızlığa saplanmanın, hayatı sevip de dünyayı sevmemenin ya da tam tersinin; hayata küsmenin, işin-gücün, cüzdanın-vicdanın bunaltan baskısının, biteviye evin salonuna sızan yalan-dolan ekranın varsa panzehiri... Herkes için değişiktir.
Şu yarım asırlık ömrümde, ne zaman muhabbet “hak-hukuk”tan açılsa, dedemden kalma duvar saatindeki kuş başını minik, ahşap penceresinden çıkarır “guguk” yapar.
Sanki guguk, “hak-hukuk” ihlalinin dozajına göre ayarlanmış gibi... Bazen bir iki kez, çoğunda 12 kez...
* * *
Bizdeki tekerlemelerin aksine, Batı’da hak-hukuk sözcüğünün ardından guguk değil, gak-guk da değil, adalet, demokrasi kavramları gelir.
Yerel seçimler yaklaşırken, Gezi Parkı’ndan başlayıp gezinin ve bakın yerel demokrasinin, yerel katılım ve hakların, hukukun haline/ihlaline...
Hukukun gücünün, otoritesinin, otoritenin hukukuna dönüştüğü bir çok örnekle karşılaşacaksınız.
Kentli hakkının, kentsel katılımın yok sayıldığı bir çok örnekle...
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi geleneksel Mimarlık Şenliği’ni beş yıl önce tek cümlelik bir sloganla duyurmuştu:
“Kendi Hakkım, Kentli Hakkım”.
Kentlerde her şeyin öncelikle bu yalın ama derinlikli dört kelimeden geçtiğine inanırım.
* * *
Eğer Büyükşehir Belediyesi Başkan’ın sonsuz/fütursuz iradesiyle, Kuğulu Park-Atatürk Bulvarı-Cinnah Caddesi üçgenini tepeden inme kavşak, alt geçit “proce”siyle darmadağın ediyorsa...
Kırk yıllık ağaçlar “proce”ye kurban gidiyor, sonra da siz 40 yıldır oturduğunuz eve gitmek için, kent içi otobana dönüşen Cinnah Caddesi’nde otomobillerle her gün “tavşan kaç-tazı tut” oynamak zorunda kalıyorsanız...
İki karışlık, perdahı doğaya bırakılan eğri büğrü kaldırımlarda ipte yürüyen mahalle cambazı gibi bir o yana-bir bu yana sallanıyorsanız...
Ve Gezi olaylarında bir ölüme, bir yaralamaya, bir saldırıya tanık olanların bir çoğunun olaydan haftalar sonra ortaya çıktığına ya da olaya hiç “bulaşmadığı”na değinmeye çalıştım.
* * *
Ömer Cansızoğlu Aylık Çevrimiçi “Açık Bilim Dergisi”nde sosyal psikoloji kavramları arasına yerleşen “Genovese sendromu (Seyirci etkisi)”ni bazen insanı buz gibi donduran satırlarıyla anlatıyor:
“Seyirci Etkisi olarak anılan bu durumun tam olarak tahlilini yapmak zor, ancak bir fenomen olarak hayatımızda yer aldığı da bir gerçek…
Kitty’in katili Winston Moseley 78 yaşında ve halen cezasını çekiyor. Kasım 2013’te şartlı tahliye komisyonu jürisi önüne çıkacak.
Sosyal psikologlar yaptıkları araştırmalarda, seyircilerin müdahale olasılığı ile seyircilerin sayıları arasında ters orantılı bir ilişki olduğunu ortaya koyuyor.
Seyircilerin olaya bireysel olarak müdahale etmemesi ve gruptaki herkesin aynı şekilde düşünmesi, müdahalenin gecikmesi, belki de hiç yapılmaması sonucunu doğuruyor.
Mahalle sakinlerinin tümünün bir şey duymadığını, görmediğini iddia ettiğini, ama daha sonra olaya bizzat tanık olan en az 38 kişinin polisi bile aramadığının, sustuğunun ortaya çıktığını yazmıştım.
Ben o satırları yazarken, Eskişehir’de 19 yaşında hayatını kaybeden Ali İsmail Korkmaz’ın insafızca dövülmesini gören (izleyen) yeni tanıklar çıkmış.
Olaydan 7 hafta sonra...
Bir kaybolup, bir geri gelen kamera kayıtları ise hala incelemede.
* * *
Kitty’nin trajedesini, geçen hafta Lucas Belvaux’nun gerçek olaydan ve romanından sinemaya uyarladığı “38 Şahit” filminde izledim.
Filmin başrol oyuncusu da defalarca bıçaklanarak öldürülen, çığlıklarıyla mahalleyi ayağa kaldıran Kitty’nin katline tanık olur. Ama ilk ifadesinde “Evde değildim” der.
Bir kafede çalışan 29 yaşındaki C.G. evine dönüyor.
Sokak lambasının altına geldiğinde aynı yaştaki bir adamın saldırısına uğruyor.
Adam bıçaklıyor kadını... Genç kadın bağırmaya, mahalleyi ayağa kaldıran çığlıklar atmaya başlıyor.
Çevredeki 10-15 katlı apartmanlarda ışıklar yanıyor, perdelerin ardında karaltılar seçiliyor.
Birisi balkona çıkıp bağırınca saldırgan uzaklaşıyor. Ama apartmanlardaki ışıklar sönünce yeniden geri geliyor. Ve C.G.’yi yeniden bıçaklıyor.
Yere düşen kadın yeniden çığlıklar atıyor; “Beni bıçakladı, yardım edin, ölüyorum...” Ardından ayağa kalkıyor, sendeleyerek, karnını tutarak yürümeye çalışıyor.
Saat 03.35... Saldırı sürüyor...
İyidir de bu hal; geçen hafta yazımda değindiğim gibi, astarı yüzünden pahalı olmadıkça, “old fart”latmadıkça ziyanı yok.
Dahası; keskin sirke, -kendi- küpüne...
Ama yazar Murat Menteş farklı bir pencereden bakıyor olaya ve diyor ki:
“Elli yaşındaki bir adam kendini otuz yaşında hissediyorsa, yirmi yılını boşa harcamıştır.”
Eh... Hayatın sekseğinde iki ayağınla bastığı yaşta sağlamca durup, elindeki taşı geriye bakmadan fırlatan ve farklı bir mutluluğa isabet ettiren de var.
“Yaş oyunu”nda maharet “oyunculuk”sa, Brad Pitt 50, Richard Gere 65 yaşındaymış mesela...
* * *
İnsanın kendini olduğu yaşta değil daha genç hissetmesi sık görülen bir hal.