Amerikalı, Çinli, Avrupalı ve Türkiyeli bin 987 şair ve yazarın hayatını incelemiş Kaufmann.
Ve şu sonuca varmış:
“Şairler yazarlardan daha erken ölüyor. Şairlerin ortalama ömrü, yazarlardan 10 yıl kadar kısa...”
* * *
Ve ne zaman bir şair, bir yazar ayrılsa usulca, çoğunda yazdır mevsim. Ölüm onları hep yazın kıstırır sanki...
“Uy anam anam, haziranda ölmek zor”dur çünkü.
İlkyazda Edip Cansever, haziranda Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Cahit Külebi, Orhan Kemal...
Elektrik Mühendisi 60 yaşındaki baba, eşinden ayrılıp Ankara’dan Kayseri’ye gelen bir aylık hamile kızı Ş.Ç.’yi sopayla döverek iki bacağını da kırmış.
Ve demiş ki:
“Aslında kızımın evliliği iyi, eşiyle bir sorunları yok. Ama kızımda kişilik bozukluğu olduğu için hem eşine, hem de bize sorun yaratıyor.
Eşinin yanına Ankara’ya dönmesini istedim, kabul etmedi...
Ben de dayanamadım.”
Önce Acil’de tedavi ettiler 22 yaşındaki S.Ç.’yi, şimdi sığınma evinde...
* * *
Adı, Ş. genç kadının. Belki Şule, belki Şenay, belki Şebnem, Şengül, Şükran...
Haftaların gün gibi, ayların hafta gibi, yılların üç-dört ay gibi geçtiğinden yakınıyor, yaşını alanlar.
Düşünüyorum, mevsimler de öyle.
Trafiğin hızla aktığı caddede, mevsimi gelmeden hızla değiştirilen vitrinleri neden sonra fark etmişçesine geçip, gidiyor onlar da...
* * *
İşte yaz... Temmuz-ağustos derken geçiyor mu, yoksa geçti mi Ankara’da çoktan...
“Boşvermişim Dünyaya” şarkısının, “temmuz-ağustos-eylül /her mevsimde durma gül” nakaratı eskidendi değil mi, çok eskiden?
Öyle, ama öyle hissetmiyorum.
Altmışlarında iki kadın, yatak odasından pikeleri kaldırıp yeniden yorganları indirdiklerinden söz ediyordu:
“Ağustosa giriyoruz, hala nasıl soğuk akşamları...”
Şefkate benzer duygular yarattı içimde, mevsimi böyle duyumsama halleri...
Mevsimleri, tene değen sıcağı-soğuğu, sadece atlas yorganları kaldırıp tiril pikeleri indirmekle ya da tersiyle yaşamayı, hissetmeyi düşündüm.
Her yıl kışlıkları kaldırıp, yazlıkları çıkarmakla gelen baharı...
Biraz hüzünlendim.
* * *
Hafızamda tüm duyularımla canlandı, baharın da, benim de daha canlı olduğu zamanlar.
Kurmak kolaydır; çünkü komploya zemin oluşturulan “delil”lerin genelde görünmez, gizli/gizemli olması, tersinin kanıtlanması zor, hatta imkansız kılar.
Ekranlardan, meydanlardan, gazetelerden yağdığı ve bir çok insan o komplo teorisiyle yıkandığı için çürütmek de kolay değildir.
Ateş olmayan yerden, duman da çıkmaz ya zaten...
Atarsın taşı kuyuya, sarkanlar taşı çıkarmaya değil bakmaya doluşur çevresine...
Olaya yönelik kendi açıklaması, hatta düşüncesi olmayan ya da yetersiz kalanlar da, inanmaya meyleder.
İşine gelene inanır.
* * *
Kullanışlıdır da üstelik; bir şeyi başka bir kılıfa sokarak unutturmaya (ya da kanıksanmasına) da hizmet edebilir, unutturmamaya da...
Hatta “dönen” nitelemesi bile bizde, “siyasette dönen dolaplar” nevinden bir güvensizliğe, peşin yargıya karşılık geliyor.
Her türlü olayın altında olur-olmaz birşeyler aramanın, “Öküzün altındaki buzağı” ile karşılığı da var atasözlerimizde aslında... Ama nafile.
Buzdağının görünen ucunda değil, görünmeyen rahminde ararız hep buzağıyı...
* * *
Komplo teorilerine sadece siyaset arenasında değil, hemen her halde/yerde yatkın olduğumuzu söylemek yanlış olmaz.
Evde, sokakta, işyerinde bir şeyler olur, bazıları bunu koskoca bir komploya halkalar, biz de “Acaba?” deriz.
* * *
“Komplocu düşünce”nin nedeni de çok elbet.
Hatta “asla onsuz yaşayamama” durumunu yaratıyor bir çok insanda...
Vodafone Türkiye İcra Kurulu Başkanı Serpil Timuray’ın, bu konuda aktardığı veriler ilginç.
Kullanıcıların yüzde 91’i cep telefonunu 7 gün 24 saat, en fazla 1 metre mesafede tutuyor. (Hani, sevgilin olsa 7/24 üstüne üstüne gelir gibi olur, sıkılırsın; ki araştırmaya katılanların yüzde 20’isi telefonunu kaybetmektense evlilik yüzüğünü kaybetmeyi yeğliyor zaten)
Yüzde 66’sı uyurken bile telefonu yanında bulunduruyor. (Bi yastık, bi yorgan, bi telefon)
Yüzde 70’i ise gün içinde telefonlarını her saat başı en az bir kez kontrol ediyor. (Meşaj geldi mi acaba)
Her üç kişiden birisi de telefonunu kaybetmek yerine, cüzdanını kaybetmeyi tercih ediyor. (Eh, paralar gitse ne olur, bir mesajda kredi hazır. Bu ülkede “insan”ın, hiç bir zaman “kredisi” bu kadar yüksek olmadı)
* * *
Bu hal, fobi literatürüne bile girmiş:
Az ötedeki karısına, kusmuk görmüş gibi bir ifadeyle telefonu gösterir:
“Şunu açar mısın?”
“Şu”nu ellemek bile istemiyordur...
* * *
Enis Batur, “Marazi bir araç üzerine sağlıklı gözlemler: Telefon” başlıklı makalesine Strauss Ailesi dizisindeki bu sahneyle başlar.
Strauss da, “pek çok ‘eski dünyalı’nın ortak tavrını göstererek” sevmiyordur telefonu...
Batur da hiç haz etmez telefondan...