Dün değişik şeylerden hoşlanan, sevgileri, beğenileri farklı olan, farklı hayatlar süren insanların bir mahallede, bir sokakta, bir apartmanda birlikte yaşama meselesine değinmeye çalışmıştım.
Alman filozof Schopenhauer, insan ilişkilerine değinirken kirpilerin hikayesini anlatır.
Ortalığın buz kestiği bir kış günü kirpiler ısınmak için bir araya toplanırlar.
Ama sokuldukça okları birbirlerine batmaya, yaralamaya başlar.
Mecburen ayrılırlar, ayaz basınca yine mecburen toplanır, yine yaralanırlar.
Bu ayrılma sokulma hali, kirpilerin kendilerine zarar vermeden birbirlerine yaklaşabilecekleri mesafeyi bulana kadar sürer.
* * *
Kirpilerin bir mesafade /dengede buluşma hali, zorunlu bir ihtiyaçtan, bir çıkardan kaynaklanan bir örnek.
Mesela, yorgun adımlarla sokaktan geçen hurdacının, muhtemelen çocukken öğrendiği vals makamından bir-iki nağmeyi kulağında kaldığı kadarıyla -aksak- çalarak dolaşan göçmen akordiyoncunun, patates-soğancının, yoğurtçunun, simitçinin eve sızan seslerine bayılıyorum.
Bana sokağın giderek tükenen tadı-tuzu gibi geliyor o sesler.
“Sokak”ın herşeye rağmen yaşadığını, yaşadığım yerin de halen “mahalle” olduğunu hayal ediyorum.
Ama sokaktan gelen seslerden rahatsız olanları, çocuğu uyandığı için söylenenleri de anlıyorum.
* * *
“Hanımların dikkatine! Overlokçu geldi...” anonsunun bana -sosyal açıdan da- mekanik gelen tınısından, ramazanda sokaklarda kamyonetle dört dönen, davulu baştansavma pataklayan “davulcu”lardan ise hoşlanmıyorum.
Ama biliyorum ki, bazı insanlar da gün boyu overlokçunun sesine kulak kesiliyor, sahura -bozuk düzen de olsa- davulun sesiyle kalkmayı seviyor.
* * *
İnancın, ahlakın, geleneğin, muhafazakarlığın tek derdi sanki kadın-erkek, cinsellik, müstehcenlik, kapalı ya da açık olmakmış gibi sunuluyor hayli zamandır.
Zinaydı, kürtajdı, üç-dört çocuktu, sunucunun kıyafeti, reklam afişindeki modelin bikinisi, kırmızı rujun meşrebiydi...
Gündemde şimdi de neredeyse hepsini sollayan aynı çatı altında kalan üniversiteli kızlarla erkekler vakası var.
Epey bir hadise yarattı, yaratacak da tabi. Çünkü böylesi çıkışların ardından “Kimseye karıştığımız yok” vurguları gelse de, o sunucu işinden olabiliyor, o afiş kalkabiliyor, o ruj yasaklanabiliyor.
Birlikte kalan kızlarla erkeklere yönelik olası zaptiye ya da “mahalle” tedbirleri ise vahim ve koyu bir soru işareti olarak ortalıkta duruyor.
* * *
Tam bu tartışmaların dumanı tüterken, Hair, Guguk Kuşu, Amadeus gibi kült yapımların yönetmeni Milos Forman’ın kaçırdığım bir filmini yakaladım TV’de.
Mahalle Kahvesi kitabında yer alan öyküsünde, babasının memuriyeti nedeniyle ilk gençliği tayinlerde geçen 12 yaşında bir çocuğu, belki de kendini anlatır Abasıyanık.
“Yaşı kırkı aşmış bir adamın mevsimler içinde ilkbaharı üzüntü ile duymamasına imkân yoktur” uyarısıyla başlar, “Bir İlkbahar Hikayesi”.
* * *
Mütemadi tayinler nedeniyle, anılarını kalıcı bir mekanla, arkadaşlarla eşleştiremeyen 12 yaşındaki kahramanımız, kasabadan devşirme bir Anadolu şehrindedir.
Bitmek bilmeyen kırkikindi yağmurlarıyla karşılar şehir ilkbaharı...
“Saat 11.00’de bir kara bulut peyda olur, on dakika sonra bardaktan boşanırcasına bir yağmur bütün gün tıkır tıkır, şakır şakır durmadan yağar”.
Öyle daraltır ki o grilik gönlü; çocuğun penceresinden karaçayır dedikleri ve göğün her rengini deniz gibi emen o koyu yeşil ovadaki renk oyunları olmasa, “evden bir deli çığlığı ile fırlaması işten değildir”.
* * *
Ahmet Altan ilginç bir hayallemeyle yaklaşıyor, “aynalar”a... Ve aynalara her gün değil de, yılda sadece bir kez bakmamıza izin verilseydi, çok şaşıracağımız değişiklikler göreceğimizi söylüyor:
“Bakışlarımızda, ifademizde, yüzümüzün solan ya da artan ışığında meydana gelen farklılıkları keşfedecektik. Gözümüzün kenarına eklenmiş şu ince çizgide bizi üzmüş bir olayı, dudağımızın kenarındaki derinleşen şu kıvrımda bir sevinci yakalayacaktık. Koca bir yıl yansıyacaktı aynaya yüzümüzle birlikte...”
Her gün bakılan bir yüzün ise suskun olduğunu savunuyor Altan:
“Her gün ona eklenenler, bir günden bir güne değişenler öylesine az, ufak, öylesine fark edilmezdir ki onların söylediklerini duyamayız. Gördüğümüz yüz, dün gördüğümüzün aynısıdır.
Kör oluruz kendi yüzümüze, kendi hayatımıza. Ona her baktığımızda sadece görmeye alışkın olduğumuzu görürüz.”
* * *
Her gün aynada gördüğümüz, değişimine ufak ufak, fark etmeden alıştığımız “canlı” halimizden değil, vesikalık fotoğraflarımızdan anlarız yaşlandığımızı...
“Çünkü Ankara boş, parlak bir levhaydı...”
Amaç, eskinin, özellikle İstanbul’un temsil ettiği geçmişin “hat” çizgilerinin hakim olmadığı, üzerine yeni kadrolar tarafından yeni değerlerin, ilkelerin, kuralların ince ince işleneceği bir levha yaratmaktı...
Bu kullanılmamış parlak levha, aynı zamanda “modern Türkiye”yi ülkeye ve dünyaya yansıtan bir ayna da olacaktı.
Ki aynalar da zaten bir dönem şehrin moder(e)n hallerine tanık olmakla kalmayıp, bir nevi kanıt olarak da girdi hayata...
* * *
Kurumsal yapıların Aynalı Salon’larını, Maltepe’de açılan düğün salonu izledi:
“Aynalı Salon...”
Espri gibi gelen bu cümle, trajik bir haberin başlığıydı aslında...
Karadeniz’de küçücük ekmek teknelerini, kayıklarını başının üstüne alıp yoldan karşıya geçmeye, denize ulaşmaya çalışan iki kişi otobüsün altında kalmıştı.
Yanlış hatırlamıyorsam, kayığı taşıyanlardan birisi hayatını kaybetmişti bu tuhaf ama acı kazada...
* * *
Bir diğer trajik “çarpma” haberi de Sahra Çölü’nden gelmişti.
Uçsuz bucaksız çölün ortasında, tek başına yaşıyordu Tenere Ağacı.
Dünyanın en yalnız ağacıydı... Akasyaydı üstelik.
Tenere Ağacı’na en yakın ağaç, 400 kilometre uzaktaydı. Ankara ile İstanbul’u içine alan bir daire düşünün, o geniş alandaki tek ağaçtı...
Ne menem bir hal olduğunu biliyorum o yaşın...
Bir iki -katlanılır- ipucu, bir erken -katlanılmaz- yorgunluk olsa da, “Yaşlanıyoruz işte...” diyeceği bir dönemi değil henüz insanın.
Ama onun gibi, yani 43 yaşında ölmek nedir, nasıl gelir, bastırır bilemiyorum.
* * *
Paris’te... Sabah saat 07.30’da durursa kalp...
Gülten Kaya, 12 yaşındaki kızı Melis’le onu koridorda boylu boyunca bulursa...
Uzaksa memleketinden, “fişlenmişse, adı eşgali bilinmekteyse, üstelik göğsünde, yani tam şurasında, kirli sakalıyla bir eşkıya gezinmekteyse”...