ODTÜ’de 45 yapının kaçak olduğu gerekçesiyle kesilen 1 milyon 800 bin YTL ceza yargı duvarına çarparken, Başkan Melih Gökçek 25 Ağustos 2008’de katıldığı TV programında yol restini sürdürdü:
“ODTÜ istese de, istemese de biz bu yolu geçireceğiz.”
Tartışma sürerken, Büyükşehir Belediyesi bir açıklama geçti:
“ODTÜ ormanında ağaç katliamı yapılıyor...”
Ancak ODTÜ ormanındaki 140 çeşit kuşun güldüğü bu iddia da tutmadı elbet.
Ağaç katliamı yaptığı öne sürülen ODTÜ, yarım asır önce kendisine tahsis edilen 4 bin 500 hektar bozkırın yüzde 70’ini 35 milyon ağaçla dev bir ormana dönüştürmüştü çünkü.
* * *Büyükşehir Belediyesi, sürekli Eymir’i de “müdahale ve tasarruf alanları” içine almak istedi.
Ardından da tartışmalar, sosyal medyaya yansıyan bir görüntüyle başörtüsü-cemaat yurtları vb. eksenine kaydı.
Eksen kayması yaratan bu durumu, “taraflardan azade” tartışmak hem mümkün, hem de gerekli. Propagandanın da, protestonun da hak olduğunu baştan kabul ettiğimizde, münazara yerine münakaşaya giden bir yol bulabiliriz sanırım.
Ancak ben tartışmalara, “yoldan çıkmadan” yaklaşmak istiyorum.
* * *Öncelikle yol değil, yollar var tartışmanın zemininde.
ODTÜ Rektörlüğü’nün de vurguladığı iki ayrı yol...
İlki, ODTÜ’nün doğu sınır bölgesinden geçmesi planlanan Anadolu Bulvarı’nın devamı olan yol.
Rektörlüğün bu yolla bir meselesi yok, 20 yıl önce de onay vermiş zaten.
Sigarayı bırakma kararı almanın kolektif halleri de, belki bu güçlükten kaynaklanıyor.
“Hadi gel beraber bırakalım” demek, bir bakıma sabrı, iradeyi ortaklaştırıp arabayı birlikte itme umudu...
Başkasını şahit tutarak, iddiaya girenler de çok:
“Aybaşında bırakıyorum, var mısın iddiaya?”
Kolektif ya da iddiaya girerek çıkılan yolda bırakmayı başaramayanın, verdiği sözü tutamayanın yaşayacağı bir mahcubiyet de oluyor haliyle.
Ama mahcup olmak, o koca bağımlılığın yanında sıradan insanlık hali...
Ve Geleneksel Sigara Bırakma Günleri ile geçiyor bazı insanların yılları.
Zaman hep kısa; yaş alıyor, alıp da yaşlanıyoruz, belki ondandır.
İnsanın kaç bahar daha yaşayacağı, parmak hesabına indiğinde... Bir sonraki bahar için karar(lar) alması muhtemel, hatta gerekli oluyor.
Eğer, o aritmetikten ibaret “ömür”ü bir yana bırakıp, “hayat”la yatıp-kalkmaya gönlü varsa...
* * *Kaz Dağları’nın zirvesindeki karlar dökülmeden, eteklerinde ayaklanan ilkbahara, o yeniden doğuşa -bir kerecik- tanık olmayı arzular mesela gönül.
Belki son bahardır, o bahar...
Sonbaharla birlikte kasımpatının o baharatlı kokusunu da, bir kez daha duymayı ister.
Diğer adıyla krizantemin, bir çok ülkede ölümün sembolü olduğunu unutur.
Sadece aralarındaki tensel çekim, yataktaki uyum değildi bunun nedeni... Gerçi o da çok eğlenceliydi ama, bir çok şeyde aynı zevkleri paylaşıyorlardı.
Mesela ayakkabılar... İkisi de ayakkabı almaya bayılıyordu.
Televizyon izlemeyi de seviyorlardı, saatlerce...
Ama bir gün artık aynı duyguları, ruh halini paylaşmadıklarını fark etti genç kadın:
“Ben Umutsuz Ev Kadınları’nı izliyordum, ama o sevmiyordu. Olabilir tabi... O kendi kablolu kanallarını izliyordu.
Tanrı zaten bu yüzden birden fazla televizyon yarattı.
Ayrı odalarda televizyon izlemeye başladık.
Mesela trafik açısından hiç yabancılık çekmiyorsunuz!
Kahire de Ankara gibi otomobil öncelikli bir şehir.
Yayalar hızla dolanan arabaların arasında karşıdan karşıya geçmek için türlü cambazlık yapıyor.
Değil yayaya saygıyı, yayayı yok sayan trafik düzeni, yayaya da sürücüyü de “fırsatçı”, “aradan sıyrılmacı” bir karakter kazandırıyor sanki.
Çünkü şehirler, yapılarına, işleyişine, günlük hayata sızan kent düzenine/düzensizliğine göre alışkanlıklar yaratıyor kentlilerde...
* * *Yayaya değil otomobile verilen öncelik, bizdeki gibi kendi mimarisini de yaratmış.
Alt-üstgeçitler, tuhaf kavşaklar, otobana dönüştürülen şehir içi yollar, gırla...
Kahire’de “Ölüler Şehri (Ölü Şehir)” olarak anılan en yoksul kesimin yaşadığı bölge, bugünlere de nazire sanki...
“Kabir azabı” deyimine dünyada somut örnek verilecek bir yer varsa eğer, mutlaka orasıdır.
“Mezar ev”lerden oluşan eski Memluk Mezarlığı’nda bugün yüz binlerce insan yaşıyor.
Ölüler Şehri’nde hayat, önce bekçiler, kazıcılar ve ailelerinin yerleşmesiyle başlamış.
Ve Halil Cibran’ın yüz yıl öncesinden gelen isyanı, burada ayaklanmış gibi:
“Siz ölülerin canlılar için yaptığı mezarlarda oturamazsınız...”
* * *Ama oturmuşlar.
Arap Baharı’na iki yıl kala, ülkenin görece sakin günlerinde gezdiğimiz Kahire sokaklarında askerlerin güvenlik endişesi dikkatimizi çekmişti.
Tekerlekli, gerektiğinde ateş edebilmek için önü küçücük mazgallı, kulübe iriliğinde demir kalkanlarla geziyorlardı ana caddelerde...
Develi devriyeler ise piramitlerin çevresinde önlem almıştı.
Özellikle Kahire’de askerin otoritesi, bizimle birlikte dolaşıyordu sanki şehri....
* * *
Büyülü bir kent Kahire...
Ama gecesiyle gündüzüyle şehri dinlemiş ve en büyük ihtiyacının sessizlik olduğunu düşünmüştüm.