Yaşar Sökmensüer

Tüm şarkılar herkesindir

26 Aralık 2013
Dünden devamla, Kazım Koyuncu o güzel ama hırçın, -kendi deyimiyle- o heyelan coğrafyada şarkılarını “bir sevgi yaratmak ya da varolan sevgiyi büyütmek” için söylediğini anlatıyordu, bir röportajında.

Başardı da. Çok kişinin sevdasına, umuduna, hasretine denk düştü, şarkıları, türküleri...
Karadeniz türküsünü sadece “Ha uşak ha” kemençeden ibaret sayan, kıyıyı sadece Ege, Akdeniz diye tanıyan/tanımlayan bir çok insanı o götürdü başka “sevda”lara.
Hatta o sevdanın başka diline, Lazca’ya...
Bize, “Biz dünyayı biraz da böyle adamlar sayesinde seviyoruz”, dedirtti.

* * *

“Bütün dünyanın, bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır. Müzikle değil ama hayatla meselem var. Sahne hayat saldırısını en fazla hissettiğim ama her şeye rağmen en güvendiğim yer” dedi, söyledi.
Giderayak, “Hayatım ve sağlığım nere giderse gitsin daha da gıcık, illet, muhalif, deli olmaya, yaramazlığa devam edeceğim. Bizde duygular da radikal” dedi, -müziğiyle, duruşuyla- söyledi.

Yazının Devamını Oku

Dar yerde-zamanda “sevgi”yi söylemek

25 Aralık 2013
Bazı şarkılar, ezgiler solistine, yorumlayanına mal olmuştur.

Benim için -farklı yorumlarına karşın- “Islak Islak” Cem Karaca’ya, “Senden Daha Güzel” mutlaka Duman’a, “Sevince” Erkin Koray’a, “Benimle Oynar mısın” Bülent Ortaçgil’e, “Unutma Beni” Esmeray’a, “Kol Düğmeleri” Barış Manço’ya aittir, onun alamet-i farikasıdır mesela.
Bazen de bir yörenin her ezgisi, her kıpırtısı, her sanatçısı bana bir ismi hatırlatır.
Ne zaman Karadeniz’in yaylalarından, kıyısından bir ses ulaşşa kulağıma, aklıma ille de Kazım Koyuncu gelir.

* * *

O Ses Türkiye’de Cemal&Soysal Dilmaç “Hayde”yi, “Divane Aşık Gibi”yi bi-güzel yorumlarken de aklıma yine Koyuncu düştü.
Bazı insanların yüzü bile bir şeylerin hissedildiği, öğrenildiği bir yer, bir ülke, bir şehirdir sanki… En çok da hüznün.
Sekiz yıl önce 34 yaşında hayata veda eden Koyuncu’nun yüzündeki hüzün gibi... Arada tebessümünün, -akciğer kanserine rağmen- Karadeniz’in nazlı güneşi gibi doğduğu, sevgili duru hüzün:

Yazının Devamını Oku

AVM sosyalleşmesi

8 Aralık 2013
Ofisin komşusu, CEPA’daydım cuma günü. AVM’ler arasında, kat planı, mağaza dizini, otopark olanağı ile en düzenlilerinden, işlevsellerinden birisi gelir bana...

Katları da, otoparkı da bazı hemcinsleri gibi labirent değildir mesela...
Ama diyeceğim o değil.
CEPA’da kapağı liseden üniversiteye yeni attığını/atacağını düşündüğüm 17-18 yaşlarında beş genç gördüm.
Üçü kız, ikisi oğlan.
İkisinin üzerinde yıldızlı klasik spor ayakkabısı markasının irice yazdığı tişörtler var.
Giriş katında süpermarketin hemen yakınındaki bir mağazanın yan vitrininin önüne, yere, taşın üstüne bağdaş kurup oturmuşlar.
Ellerinde su şişesi...

Yazının Devamını Oku

Dar vakitler dar şehirler

7 Aralık 2013
Dar yaşıyoruz, koskoca şehri... “İşten-eve, evden işe”dir çoğumuzun devr-i alemi.

Adı, dokusu değişse de, aynı sokaklardan aynı caddelere, aynı duraklardan aynı bulvarlara geçip gider ömrümüz.
Yürüdüğümüz sokağın, geçtiğimiz caddenin çamur olmaması, trafiğin sürpriz yapmaması, asansörün bozulmaması, yeter bize.
Çünkü dar yaşarız şehri.

* * *

Şehir, kırmızı kalemle çembere alınmış kendi coğrafyamızdan ibarettir.
Kendi güzergahımızdaki sorunlar batar gözümüze...
Çözümü de kendi küçük haritamızda ararız.

Yazının Devamını Oku

Brutus Sezar’ı seviyor muydu

30 Kasım 2013
Twitter aleminde -bir gün bitmesini, usulca sönmesini dilediğim- sövgüler bir yana, övgüler de sınırsızdır.

Misal, yerel seçimler yaklaştıkça artan “Başkanımı seviyorum, yaptığı her işe de bayılıyorum” cıvıldamaları...
Oysa bir belediye başkanını “insan” olarak sevmekle, bir kentin, bir ilçenin, bir beldenin “patronu” olarak sevmek ayrı bir şey olmalı.
Sadece karasevdada, platonik aşkta vardır, “topyekun kabul”. Ve bu nedenle arızaya açıktır.
“Başkanı sevmiyorum, yaptığı hiç bir işi de beğenmiyorum” yargısı da -aynı şekilde- marazidir.
* * *
Bir kentin, bir ilçenin başkanını sadece yürekle değil, akılla da sevmenin yolu, önce o kenti, o ilçeyi sevmekten geçer.
Başkanı aynı partiden, “kafadan” olduğu için “aşk”la sevip de, arıza çıkınca “Aşkın gözü kördür” diyemezsiniz bu örnekte.

Yazının Devamını Oku

Vicdani duruş(ma)

24 Kasım 2013
Dünden devamla, vicdan insanın içinde kurulan bir mahkemedir bir bakıma.

Heyeti, insanın farklı yüzlerinden, postlarından oluşur.
Gelişmekte olan toplumlarda hukuk ile vicdanın arasındaki mesafe açılabilir.
Vicdan yaralanır, kanar, sızlar bazen...
Toplumun, insanın “iç mahkemeleri”ndeki duruşmalar bu nedenle büyük önem taşır.
Vicdan kuvvetliyse, o dünyanın hakimine otorite işlemez.

* * *

Vicdan ille de bir stil gerektirmez ama hakikaten vicdanlı olmak, insana stil kazandırır.

Yazının Devamını Oku

Vicdan ve iç’işleri

23 Kasım 2013
Dün bıraktığım yerden, “vicdan”dan devam edeyim.Vicdanın, bazı insanları, hatta toplumları diğerlerinden farklı kılan en önemli meziyetlerden birisi olduğuna inanırım.

İnsanın içinde duru, tertemiz suyuyla durma kaynayan bir pınardır sanki.
En müşkül, en yaman mevzularda bile kolayca, -neredeyse kendiliğinden- devreye girer, durular, temize çeker meseleyi...
Victor Hugo’nun “Vicdan, insanın içindeki tanrıdır” sözü, üzerinde etraflıca düşünmeye değerdir.

* * *

Vicdan doğuştan değildir elbet. Ama insanın muhakeme yeteneğiyle vücut bulan idrak ve adalet network’ünde, kuruluşunda yüklenmedikçe düzenli çalışmayan ya da bir anda çökebilen bir şeydir de sanki.
Anlamaktan öte hissetmek için kalbin açık olması yetmiyor çünkü.
Hissedilene adaletle yaklaşabilmek de gerekiyor. Ki, bu da içişlerimizde-dışişlerimizde yüzleşmeyi getiriyor çoğu kez.

* * *

Yazının Devamını Oku

Benim başıma asla gelmez

22 Kasım 2013
Polisiye romanı çok severim.Ama suçun, suçlunun, dedektifin, kurbanın dünyasına nüfuz edenleri...

Mesela Georges Simenon, Edgar Allan Poe ve tanıdık alemlere ironik dokunuşuyla Emrah Serbes, bana okurken film seyrettirir.
Sayfalarda dolaşırken, “Katil kim?” sorusundan öte, suçun, suçlunun, kurbanın derinleştikçe koyulaşan halet-i ruhiyesi, çoğu kez ölümcül sırları cezbeder beni.
Ve yolunda giden hayatları bir anda alt-üst eden travmaların, insanları sürükleyebileceği yerler.

* * *

Misal... Simenon’un kahramanları her şey yolunda giderken bir “durum”la karşılaşırlar. Ve sıradan, düzenli sandıkları hayatlarının, rutinlerinin aslında hiç de ebedi olmadığını anlarlar.
Bunu Michael Haneke de Amour, Ölümcül Oyun, Saklı, Beyaz Bant, Şato başta olmak üzere hemen tüm filmlerinde bıçak keskinliğinde yapar.
Öyle bir şey olur ki, insanların -düzenli sandıkları- hayatında, sürüp giden yaşamlarında artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Yazının Devamını Oku