Başardı da. Çok kişinin sevdasına, umuduna, hasretine denk düştü, şarkıları, türküleri...
Karadeniz türküsünü sadece “Ha uşak ha” kemençeden ibaret sayan, kıyıyı sadece Ege, Akdeniz diye tanıyan/tanımlayan bir çok insanı o götürdü başka “sevda”lara.
Hatta o sevdanın başka diline, Lazca’ya...
Bize, “Biz dünyayı biraz da böyle adamlar sayesinde seviyoruz”, dedirtti.
* * *
“Bütün dünyanın, bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır. Müzikle değil ama hayatla meselem var. Sahne hayat saldırısını en fazla hissettiğim ama her şeye rağmen en güvendiğim yer” dedi, söyledi.
Giderayak, “Hayatım ve sağlığım nere giderse gitsin daha da gıcık, illet, muhalif, deli olmaya, yaramazlığa devam edeceğim. Bizde duygular da radikal” dedi, -müziğiyle, duruşuyla- söyledi.
Benim için -farklı yorumlarına karşın- “Islak Islak” Cem Karaca’ya, “Senden Daha Güzel” mutlaka Duman’a, “Sevince” Erkin Koray’a, “Benimle Oynar mısın” Bülent Ortaçgil’e, “Unutma Beni” Esmeray’a, “Kol Düğmeleri” Barış Manço’ya aittir, onun alamet-i farikasıdır mesela.
Bazen de bir yörenin her ezgisi, her kıpırtısı, her sanatçısı bana bir ismi hatırlatır.
Ne zaman Karadeniz’in yaylalarından, kıyısından bir ses ulaşşa kulağıma, aklıma ille de Kazım Koyuncu gelir.
* * *
O Ses Türkiye’de Cemal&Soysal Dilmaç “Hayde”yi, “Divane Aşık Gibi”yi bi-güzel yorumlarken de aklıma yine Koyuncu düştü.
Bazı insanların yüzü bile bir şeylerin hissedildiği, öğrenildiği bir yer, bir ülke, bir şehirdir sanki… En çok da hüznün.
Sekiz yıl önce 34 yaşında hayata veda eden Koyuncu’nun yüzündeki hüzün gibi... Arada tebessümünün, -akciğer kanserine rağmen- Karadeniz’in nazlı güneşi gibi doğduğu, sevgili duru hüzün:
Katları da, otoparkı da bazı hemcinsleri gibi labirent değildir mesela...
Ama diyeceğim o değil.
CEPA’da kapağı liseden üniversiteye yeni attığını/atacağını düşündüğüm 17-18 yaşlarında beş genç gördüm.
Üçü kız, ikisi oğlan.
İkisinin üzerinde yıldızlı klasik spor ayakkabısı markasının irice yazdığı tişörtler var.
Giriş katında süpermarketin hemen yakınındaki bir mağazanın yan vitrininin önüne, yere, taşın üstüne bağdaş kurup oturmuşlar.
Ellerinde su şişesi...
Adı, dokusu değişse de, aynı sokaklardan aynı caddelere, aynı duraklardan aynı bulvarlara geçip gider ömrümüz.
Yürüdüğümüz sokağın, geçtiğimiz caddenin çamur olmaması, trafiğin sürpriz yapmaması, asansörün bozulmaması, yeter bize.
Çünkü dar yaşarız şehri.
* * *
Şehir, kırmızı kalemle çembere alınmış kendi coğrafyamızdan ibarettir.
Kendi güzergahımızdaki sorunlar batar gözümüze...
Çözümü de kendi küçük haritamızda ararız.
Misal, yerel seçimler yaklaştıkça artan “Başkanımı seviyorum, yaptığı her işe de bayılıyorum” cıvıldamaları...
Oysa bir belediye başkanını “insan” olarak sevmekle, bir kentin, bir ilçenin, bir beldenin “patronu” olarak sevmek ayrı bir şey olmalı.
Sadece karasevdada, platonik aşkta vardır, “topyekun kabul”. Ve bu nedenle arızaya açıktır.
“Başkanı sevmiyorum, yaptığı hiç bir işi de beğenmiyorum” yargısı da -aynı şekilde- marazidir.
* * *
Bir kentin, bir ilçenin başkanını sadece yürekle değil, akılla da sevmenin yolu, önce o kenti, o ilçeyi sevmekten geçer.
Başkanı aynı partiden, “kafadan” olduğu için “aşk”la sevip de, arıza çıkınca “Aşkın gözü kördür” diyemezsiniz bu örnekte.
Heyeti, insanın farklı yüzlerinden, postlarından oluşur.
Gelişmekte olan toplumlarda hukuk ile vicdanın arasındaki mesafe açılabilir.
Vicdan yaralanır, kanar, sızlar bazen...
Toplumun, insanın “iç mahkemeleri”ndeki duruşmalar bu nedenle büyük önem taşır.
Vicdan kuvvetliyse, o dünyanın hakimine otorite işlemez.
* * *
Vicdan ille de bir stil gerektirmez ama hakikaten vicdanlı olmak, insana stil kazandırır.
İnsanın içinde duru, tertemiz suyuyla durma kaynayan bir pınardır sanki.
En müşkül, en yaman mevzularda bile kolayca, -neredeyse kendiliğinden- devreye girer, durular, temize çeker meseleyi...
Victor Hugo’nun “Vicdan, insanın içindeki tanrıdır” sözü, üzerinde etraflıca düşünmeye değerdir.
* * *
Vicdan doğuştan değildir elbet. Ama insanın muhakeme yeteneğiyle vücut bulan idrak ve adalet network’ünde, kuruluşunda yüklenmedikçe düzenli çalışmayan ya da bir anda çökebilen bir şeydir de sanki.
Anlamaktan öte hissetmek için kalbin açık olması yetmiyor çünkü.
Hissedilene adaletle yaklaşabilmek de gerekiyor. Ki, bu da içişlerimizde-dışişlerimizde yüzleşmeyi getiriyor çoğu kez.
* * *
Mesela Georges Simenon, Edgar Allan Poe ve tanıdık alemlere ironik dokunuşuyla Emrah Serbes, bana okurken film seyrettirir.
Sayfalarda dolaşırken, “Katil kim?” sorusundan öte, suçun, suçlunun, kurbanın derinleştikçe koyulaşan halet-i ruhiyesi, çoğu kez ölümcül sırları cezbeder beni.
Ve yolunda giden hayatları bir anda alt-üst eden travmaların, insanları sürükleyebileceği yerler.
* * *
Misal... Simenon’un kahramanları her şey yolunda giderken bir “durum”la karşılaşırlar. Ve sıradan, düzenli sandıkları hayatlarının, rutinlerinin aslında hiç de ebedi olmadığını anlarlar.
Bunu Michael Haneke de Amour, Ölümcül Oyun, Saklı, Beyaz Bant, Şato başta olmak üzere hemen tüm filmlerinde bıçak keskinliğinde yapar.
Öyle bir şey olur ki, insanların -düzenli sandıkları- hayatında, sürüp giden yaşamlarında artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır.