İçlerinden birisinin sırtında bir çuval var; belki un, belki şeker çuvalı...
Çuvalda, 3 yaşındaki Muharrem Taş var. Cansız bedeninin silüeti, ana rahmine kıvrılmış gibi belli belirsiz fark ediliyor çuvalda.
Minik Muharrem’in bedenini, zatürreden öldüğü mezradan 16 kilometre uzaktaki Van’ın Yalınca Köyü’ne götürüyorlar.
Bata-çıka yürüyor “cenaze kafilesi”... Sessiz-sedasız yürüyorlar; o sert coğrafyanın, yılların, buza kesmiş anların/anıların o yorgun alışkanlığı, tevekkülü var adımlarında...
Lorca’nın dizelerindeki gibi yürüyorlar; “Bir yanı tutuşmuş, ateş çemberi /Bir yanı buza kesmiş, sepserin”...
Muharrem’in ölümünden önce çekilen ömrü kadar kısacık görüntüleri de var DHA’nın yüreğe işleyen haberinde... Eline oyuncak yaptığı çorba kaşığıyla, anneciğinin Kürtçe küçücüğüm anlamında sevgi sözcüklerine, “Bak sen şu yavruma” babından kıkırdayan “Vıyyy” nidalarına, küçümen çığlıklarıyla karşılık veriyor.
Ardında, kaba taştan bir duvar ve plastik su bidonu seçiliyor.
Oradan da aynı iki erin gözetiminde, bir yük vagonuna... Sürgüne...
Dersim’in 67 kilometre kuzeydoğusundaki Pülümür’den Bilecik’e, günlerce sürer yolculuk.
Ardından da “atarlar” hepsini bir köye; “tarih öncesi”nden havlayan köpek sesleri eşliğinde...
Altı ay geçmeden anneciği, 23 yaşındaki Gülbeyaz’ı yitirir, sürgünde:
“Annem çok küçükken öldü /Beni öp, sonra doğur beni...”
Yıllar geçer, anneciğine dair hatırladığı tek şey kalır geride:
“Gözlük taktığını anımsıyorum...”
Yirmi altı yaşında da, sürgündeki babasını kaybeder, bir trafik kazasında...
Hasan Cemal T24 internet gazetesindeki yazısında Radikal yazarı Orhan Kemal Cengiz’in benzetmesini örnek verdi mesela:
“Bir Yeşilçam filmi izler gibiyiz. Hükümet, gazozuna ilaç koyan melek yüzlü bir şeytanın kendisini kötü yola düşürdüğünü söylüyor. Demokrasinin gazozuna ilaç konuyor ama senarist bizi asıl mağdurun kendisi olduğuna inandırmak istiyor.”
Ve ekliyor:
“Orhan Kemal’in bu sözlerine başka ne ekleyebilirim ki?..”
Aslında eklenecek şeyler var gibime geliyor...
Demokrasi çok şeye benzetildi... Şişirilmiş bir botta seyahate, hedefine gidene kadar bindiğin, sonra indiğin tramvaya, binicisine göre kişneyen ata (hatta Demirkırat’a), yani türlü “araç”a, ne niyetle yersen o tadı veren “muz”a, batan “Titanic”e, doğan “güneş”e, organizmaya, kalbe, kan dolaşımına...
Ama demokrasinin gazozuna ilaç konması, yepyeni bir benzetme.
Zaten twitterda kendisinin de programları hakkında bilgilendirme yaptığı hesabı var.
Sözü, twitterı “sabahta akşama” durmaksızın kullanan partililere...
Ama konuyu biraz açmak lazım.
Teknoloji kullanıma göre, yarar ya da zarar getirir.
Atom fiziğinin başta tıp olmak üzere bir çok alanda sağladığı yararlar açıkken, o teknolojinin bomba olarak kullanılıp 100 binin üzerinde insanı yok ettiğini de gördük.
Sanırım twittera da bu pencereden bakmak olanaklı.
* * *
Yurt dışında ünlülerin twitterdaki takipçi sayıları uçuyor... Kırk milyon takipçisi olan Barack Obama’yı, Justin Biber 48 milyon, Lady Gaga 41 milyonla solluyor.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın twitter tutkunu partililere yönelik “Bu öyle bir hastalık haline geldi ki, çıt çıt çıt, sabahtan akşama kadar bunlarla uğraşıyorlar. Danışman sıfatı taşıyan insanlar çıt çıt çıt, şu kadar tweet attım, şu kadar retweet aldı, elinin körü oldu’’ eleştirisindeki “çıt çıt” gibi...
“Çıt çıt”ın bu kullanımı, bu bereketli, “neşeli” nitelemeye yeni ama etimolojik açıdan tartışmalı bir katkı sanki.
Önce “çıt çıt”ın neşeli hikayesine bakalım.
Ankara’da alkollü içkilerin gecenin bir saatinden sonra bulunmadığı, büfe ve bilimum satış yerlerinin belediye mevzuatıyla en geç 23.00’de kapandığı zamanlar...
Eh, sevenine, muhabbetin orta yerinde içkinin bitmesi dert tabi.
Senaryosunu Paul (Benjamin) Auster’in yazdığı Smoke filminde William Hurt’ın canlandırdığı yazar Paul Benjamin, elindeki sigarayı tartar önce.
Sonra yakar, içer; ardından izmariti, tüm külleri de teraziye koyar, yeniden tartar.
Aradaki fark, dumanın ağırlığıdır.
Amerika’da 106 yıl önce Dr. Duncan Macdougall’ın yaptığı araştırmaya dayanarak ruhun ağırlığının 21 gram olduğunu iddia etmesi gibi...
O koskoca, upuzun gibi gelen ama duman gibi uçuşup giden ömürde, kısacık “an”ların, 21 gramlık ruhların, yaşamdaki ağırlığını düşünüyorum.
“Ömür” denilen aritmetik dizin, yılların toplamı aslında.
Büyük harfle “Hayat” ise, sadece ömürden çalınan “an”ların...
Her gün, hemen her saat Eskişehir Yolu’nu, fahri trafik müfettişinden beter gözlüyorum.
Gün, saat, yağmur-çamur çok fark etmiyor.
Trafik hep adım adım.
Meşhur cuma, cumartesi trafiğini saymıyorum.
O zaten her dem beter.
* * *
Aynı hatta dip dibe AVM’lerin yarattığı “alışveriş” trafiği, merkezlerin “dinlenme”, eğlenme, yeme-içme, seyreyleme filan mekanlarına dönüşmesiyle neredeyse herkesi o karambole sokuyor.
Hani bir ara emlakçıların gözde vurgusuydu “manzara” meselesi:
“Ankara manzaralı daireler...”
Üşenmeyip aramıştım birisini:
“Nerede?”
Yanıt pürüzsüzdü önce:
“Hangi semtten istiyorsunuz? Bahçelievler’de de var, Maltepe’de de, Ayrancı’da da...”
“Yani nasıl bir manzaraya bakıyor ev?”