Paylaş
Mahalle Kahvesi kitabında yer alan öyküsünde, babasının memuriyeti nedeniyle ilk gençliği tayinlerde geçen 12 yaşında bir çocuğu, belki de kendini anlatır Abasıyanık.
“Yaşı kırkı aşmış bir adamın mevsimler içinde ilkbaharı üzüntü ile duymamasına imkân yoktur” uyarısıyla başlar, “Bir İlkbahar Hikayesi”.
* * *
Mütemadi tayinler nedeniyle, anılarını kalıcı bir mekanla, arkadaşlarla eşleştiremeyen 12 yaşındaki kahramanımız, kasabadan devşirme bir Anadolu şehrindedir.
Bitmek bilmeyen kırkikindi yağmurlarıyla karşılar şehir ilkbaharı...
“Saat 11.00’de bir kara bulut peyda olur, on dakika sonra bardaktan boşanırcasına bir yağmur bütün gün tıkır tıkır, şakır şakır durmadan yağar”.
Öyle daraltır ki o grilik gönlü; çocuğun penceresinden karaçayır dedikleri ve göğün her rengini deniz gibi emen o koyu yeşil ovadaki renk oyunları olmasa, “evden bir deli çığlığı ile fırlaması işten değildir”.
* * *
Bir sabah yatağında -nihayet- görünen güneşin mahmurluğu içinde gözleri tavanda yatarken, birdenbire odanın içinden parlak bir kuş geçer.
Yer yatağının üzerine oturur, gözlerini oğuşturur...
“Kuş” parlak bir daire halinde titreye titreye, sanki duvardaki yerine yerleşmeye çalışmaktadır.
Birdenbire, odasına birisinin ayna tuttuğunu fark eder.
İlkbahara ve gençliğe “sürgünde” hazırlanan gönlü, bir kuş gibi çırpınır.
* * *
Pencereye fırlar ve karşıdaki evin avlusunda, pembe şeftali çiçeklerinin arasında bir hasıra oturmuş 16-17 yaşında bir kız görür.
Elinde ayna, pembemsi yüzünde utangaç bir gülümseme yanan bir genç kız...
Pencerede dimdik durur ve gözünü kırpmadan, aynanın keskin yansımasına “delikanlıca” bakarak meydan okur.
Ertesi gün o da bir ayna bulur ve her gün karşılıklı bir ayna oyunu, ayna flörtü yaşamaya başlarlar.
* * *
Genç kızın ince ince gülerek gözlerini aynanın aksinden kaçırmaya çalıştığı bu oyun, hiçbir zaman yarım saattan fazla sürmez. Kız bahçeden evine saçlarına yağmur damlaları dökerek girer.
Bu kıpır kıpır, tüm 24 saat boyunca beklenen yarım saatlerle günler geçer.
Bir sabah evlerinin önünde yeniden yaylı araba duruncaya dek...
Annesi odaya girer, onu ayna oyununda yakalar. Garip garip bahçeye, kıza, elindeki aynaya bakar. “Hadi giyin” der oğluna...
* * *
Yaylı arabayla iki yanı sık ağaçlı yoldan dörtnala geçerken, ilkbahar güneşi ağaçların arasından bir görünür, bir kaybolur, bir görünür...
Bu kez doğa, ağaçlar ayna tutuyordur çocuğa, elveda der gibi.
Başını annesinin çarşafına gömer, kirpiklerinde oluşan gökkuşağından kırkikindi sağnağı gibi dökülür gözyaşları yanağın...
Hüngür hüngür ağlarken, babası “Nesi var bunun?” diye soracak olur. Annesi herhalde eliyle, yüzüyle yaptığı anaç bir mimikle susturur babasını...
* * *
Otuz yıl geçer o günün üzerinden ve anlatır, artık “yaş alan” ruh halini Sait Faik:
“O zamandan bu zamana kimsenin yüzüne ayna tutmadım. Kimse yüzüme ayna tutmadı. Ama kazara bir ışık, bir ilkbaharda, odamdan parlak bir kırlangıç gibi geçse, o gün ne ettiğimi bilmem...”
* * *
Faik’in anlattığı gibi, herkesin bir ilkbaharı, yazı, sonbaharı, kışı oluyor.
Ve o zamanlarına tutulan aynaları...
İnsanı yol tutar, deniz tutar, bazen de ayna tutar işte.
Paylaş