Yaşar Sökmensüer

Kayıp mektup

26 Eylül 2010
ANKARA’da “Şiir Günleri” başladı. Bu yıl dördüncü düzenlenen etkinlik, CerModern’de “İstanbul Onuruna İstanbul Şiirleri, İstanbul Şarkıları” ile başladı.
Edebiyatçı, şair Mustafa Şerif Onaran ve tiyatro sanatçısı Rüştü Asyalı’nın nefesi-sesi, Suat Kılıç’ın konseriyle...
Şiir mevsimi, haziran ayına kadar sürecek.
* * *
Açılış şiirle “İstanbul’a selam” olunca, “Ankara şiiri”ne dair en duygulu, en “hemşehri” yazıların öndegeleni ve o yazıda tek cümleyle özetlenen “şehir ve şiir halleri” geliyor aklıma. 
“Ankara: Benim şiirim, İstanbul: Herkesin şiiri, İzmir: Bazılarının şiiri...” diyor Şair Haydar Ergülen.
Ve “Şiir ile Ankara” yazısında usulca okşuyor, boz, kır saçlarını kentin:
“Ankara kendine mahsustur, eskiye mahsustur, eski çocuklara mahsustur. Ankara’da vefa diye bir semt yoktur, Ankara baştan aşağı bir vefa semtidir, onda vefa vardır, bizde vefa yoktur.
Hem vefa böyle bir şey değil midir, aşk gibi, birimizin aşkı ikimize de yeter de, gün gelir insan yorulur. Ankara’nın yorulduğunu sanmıyorum.
Vefa aşktan da beterdir, aşkın bile bir sonu varken, vefa’nın hiç sonu yoktur, vefasızlar oldukça vefanın sonu olmayacak!
* * *
İstanbul, Ankaralılar için bir buluşma yeri değildir. Ankara, İstanbul’a gönderdiği herkesi ayrı semtlere, ayrı kaderlere yerleştirmekle vazifelidir sanki. Aynı trene bindirse de, yolculuk beraber geçse de, tren Haydarpaşa’ya geldiğinde sanki herkes başka Ankara’dan geliyormuş gibi kendi İstanbul’una doğru tek başına yürür.
Onları Ankara’da buluşturan, birleştiren, bir arada tutan şey neyse, tıpkı sudan çıkmış bir balık gibi, o şey İstanbul’a kadar dayanır ve İstanbul’da alçı dağılır, Ankara paydos, burası İstanbul olur.
Ankara’nın yalnızca şiirleri değil, mektupları da meşhurdur. Elbette zarfsız oldukları ve puldan başka bir şey taşımadıkları için. Şimdi işim zor: Hem o şehri bul, hem o şairleri bul, hem o şiiri bul, mektubu bul, pulu bul, pul bul pul bul pul bu, ve anla Ankara ben sana göreyim, gitme başımdan...”
* * *
Ergülen yazısında, şair, yazar Ali Cengizkan’ın “Ankarası”nı da aktarıyor:
“Ankara bir düşler kentidir, kentin kendisi insanları düşler dünyasına taşıdığından değil:
İnsan Ankara’da düş kurmadan yaşayamaz da ondan...”
Farkındayım, bir kent yazısından çok, vefalı, hülyalı, hala düş kurabilen eski çocuklara mektup oldu bu.
Belki Aragon’dan mülhem bir “kayıp mektup”, “Adresi mi yanlış, nedir”...
Yazının Devamını Oku

Oyun

25 Eylül 2010
DÜN “Mahalle” yazımın ardından okurlarımızdan Vedat Yılmaz “mahalle”nin yitmesiyle oyun anlayışının da tümüyle değiştiğini, birlikte oynanan o nostaljik oyunların kalmadığını vurgulamış iletisinde. Doğru oyunlar da değişti.
Ama mahallenin yitmesi mi oyunları değiştirdi. Yoksa oyunların da değişmesine neden olan toplumsal gelişmelerle, “mahalle”nin de mi ömrü doldu?
* * *
Seksek, kukalı saklambaç, köpe kapmaca, uzun eşek,  birdirbir, elim sende, yakan top, istop, karpit patlamak, misket, topaç, 5 taş, çelik çomak, tilki tilki saat kaç...
Bu oyunların tümü dışarda, yani sokakta ve mutlaka birlikte oynanırdı.
Kendini sokağa atan, sokağa akan çocuklar, çok şey öğrenirdi hayata ve özellikle kendine dair.
Mızıkçı, oyunbozan mı, şıp diye hükmünü verirdi çocuk meclisi, koyardı adını:
Mızık İhsan.
Çok mu halim-selim, evcimen:
Kuzu Nevzat.
Ad takma da etiketlemenin çocuksu versiyonu muydu, “stigma”ya giden yolun hazırlık sınıfı mıydı, tartışılır.
Ve bence bereketli bir tartışmadır.
Çünkü “otorite”nin üretildiği her yerde, etiketleme, “öteki”leştirme de farzdır.
Yoksa nasıl hükmedersin?
Ya “otorite”nin bir parçası olur yönetirsin “oyun”u.
Ya otoriden yana olur, oyunda terfi, kovboyculukta şeriflik, kızılderilicikte şeflik beklersin.
Ya katlanır, boynunu eğer, ebelenirsin her fırsatta.
Ya da atılırsın oyundan, “öteki”leştirilirsin...
Yalnızlık büyük cezadır, çocuklukta.
* * *
Şimdi ise hayat oyun kaldırmıyor.
Daha doğru artık oyunlar farklı.
Değişti...
Artık saklambaç, Can Yücel’in şiirindeki gibi. “Ekmek diye bağrışırdı bebeler
elma derler ben ortaya çıkardım...”
Yazının Devamını Oku

Mahalle

24 Eylül 2010
“MAHALLE” kavramı orta yaşlı bir çok insanı içlendirir. Özellikle bizim kuşaklar için “nostalji”nin belki de açıklamalı-izahlı en kolay tanımıdır.
“Bizim mahallenin kızı”ndan başlayın, mahalle takımı, mahalle bakkalı, mahalle delikanlısına/kabadayısına kadar, onlarca hikaye kopar gelir geçmişten.
Yitip giden, sonrasında iç geçirilen hayat kesitleri...
Acaba “mahalle”, sadece bundan ibaret midir?
Adile Naşit benzeri “mahalle çocuklarının anası” teyzelerden, bahçesindeki ağaçlara dalıp meyve yiyen veletlere bıyıkaltı gülümseyen Hulusi Kentmen amcalardan, muzırlığı, bazen ölçüsüz şımarıklığı bile hoşgörülen Zeynep Değirmencioğlu Ayşecik’lerden ve bütün bunların bir Kemalettin Tuğcu hikayesinde bir araya gelmesinden mi...
* * *
Değildir, görüyoruz da öyle olmadığını...
Geleneksel bağlılık, komşuluk, yardım, kardeşlik gibi değerlerin yanısıra, “otorite” üreten bir yanı da vardır “mahalle”nin.
“Ahlak”ı da, “otorite”leri de...
O keyifli mahallenin tarihinde, “mahalle kızı” ya da “mahalle takımı” gibi “masumane” nedenlerle girişilen toplu kavgalar da vardır.
“Mahallenin -kendi- kuralları”na uymayanlara yönelik anında şiddete dönüşebilen, tedbirler de.
“Mahalle” yitse de yadigar kalan, “Bekara ev verilmez” türünden yazılı olmayan ilkeler de...
Zamanında, az genç kızı, çocuğu damgalamamıştır “mahalle ahlakı”.
“Mahalle”nin ötesi-berisi, “Öteki”si piyangodan mı çıkmıştır?
* * *
İstanbul Tophane’de yaşanan planlı şiddete, elbette ve asla “mahalle kavgası” cürmünde bakmıyorum.
“Yaratılan” ve zamanla benimsetilerek, meşru görülen/gösterilen “otorite”yi işaret etmek meramım.
Sanat galerilerine saldırıların ardından Tophaneli esnaf, “Sanat isteyen Şişli’ye gitsin” buyurmuş.
İyi de...
Sanatçılar da, “Burada o ne kadar otoriteyse, ben de o kadar otoriteyim” deyip, “Esnaf Samanpazarı’na” sloganıyla toplaşsa...
* * *
“Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, ama bu arada çok basit bir sanatı unuttuk: kardeşçe yaşamayı...”
Bu sözün sahibi Martin Luther King’i, “mahalleli” kaçak bir mahkum öldürmüştü değil mi...
Yazının Devamını Oku

Mezarlık da ölür

23 Eylül 2010
KENT haberleriyle gündem yaratan Deniz Gürel, dün haberiyle bir katliamı önledi. Üstelik mezarlıktaki bir katliamı...
Karşıyaka Mezarlığı’ndaki arazi düzenlemesi sırasında hafriyat nedeniyle çam ağaçları yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış.
Ancak Ankara Hürriyet’in uyarısı üzerine Büyükşehir Sağlık İşleri Dairesi Başkanı Fatih Hatipoğlu hafriyatçılara müdahale ederek ağaçların zarar görmesini önlemiş.
Hafriyatçılara cezai işlem uygulanacağını da vurgulamış.
* * *
Ağaç ve mezarlık, hazin ama bir o kadar da büyülü, derinlikli tablolar yerleştirir hayata.
Çünkü Ludwig Wittgenstein’ın dediği gibi, “Ölüm yaşam olaylarından biri değildir. Kişi ölümü yaşamaz”...
Ama mezarlıklar yaşar.
Sık, yüksek ağaçları; dört mevsim yeşil servileri, çam, akasya, çınar, kavakları, “arazi”yi kuşatan mazıları, lüküstürümleriyle, “hayat” bir yerdir, hissedene.
Kuş cıvıltıları süren hayatı hatırlatır, o sessizlikte rüzgarla fısıldar ağaçlar:
“Ah kavaklar, ardımdan ıslık çalar”...
Bir çok insan, yitirdiklerinin ardından orada temize çeker yaşamla ilgili defterlerini...
Ve herşeyiyle “Ölümü hatırla” dese de, standart cenaze törenleri.
Orada, mezarlıkta ölümü değil, aslında hayatı yaşar.
* * *
Mezarlıklar, anılarla randevu yeridir.
Yüzyüze yaşanan “an”ların, artık sadece hayallerde, rüyalarda yaşanacak “anı”lara dönüştüğü bir randevunun mekanı...
“Ölüm ve zaman daima bir yardımlaşma içindedir. Zaman yavaştan alırken, ölüm çarçabuk bitirir işini” dese de John Berger....
Saniyeleri daha uzun, daha dolgun hisseder insan, mezarlıkta.
Ayak izi değmeyen avuç içi bahçeleriyle, anıların arazileridir.
Hüznün de mutluluk kadar değerli olduğunu öğretir.
* * *
Bu nedenle, ağaçları, mazıları, çiçekleri, sessizliği, özgün atmosferi, bakımı, temizliği, düzeniyle yaşar mezarlıklar.
Yoksa, mezarlıklar da ölür.
Yazının Devamını Oku

Hangi tecavüz daha “güzel”

22 Eylül 2010
İTALYAN yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin yazdığı-yönettiği Salo, sinema tarihin hem en tartışmalı, hem de hiç tartışılmadan “iğrenç, seyredilemez, rezalet” damgasını yemiş nadir filmlerinden birisidir. Pasolini filminde Marquis de Sade’nin “Sodom’un 120 Günü”nü, İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerine uyarlamıştır.
Ve Salo’da çok sert bir sinema diliyle, “faşizm”in nemenem bir şey olduğunu cinsellik üzerinden anlatmaya çalışır.
Seyredenler için tahammül edilmesi çok zor sahneler birbirini izler... Öyle ki, bir çok sinemasever, filmin tümünü izle(ye)meden salonu terk eder.
Şiddetin uç örneklerinden tecavüz bile filmde sergilenen cinsel faşizmin uvertürüdür sadece.
* * *
Usta yönetmen Pasolini elbette bu durumun farkındadır.
Seyircinin faşizmi anlatan filminden zevk almasını, sanatsal da olsa bir haz duymasını, bilinçli olarak engeller.
Sinemadan çıkarken, “Ne hoş filmdi” diye huzurla iç geçirmesine izin vermez seyircinin.
İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanı ırkından, siyasi hatta cinsel tercihinden ötürü inanılmaz işkencelerle katleden faşizmi de belki öyle anlatmak gerekir zaten.
* * *
Buradan bizim son günlerdeki, en popüler ulusal tartışmamıza gelmek istiyorum.
“Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisindeki tecavüz sahnesine...
Bir anda kendimizi “Hangi tecavüz daha güzeldi; Hülya Avşar versiyonu mu, Beren Saat’inki mi” tartışmasının göbeğinde bulduk.
İşte Pasolini’nin izin vermediği, engellemek istediği insanlık durumu buydu!
Bu hal!
Hatırlayın, Tecavüzcü Coşkun’un adını biz koyduk, biz sempatize ettik onu.
Bir buçuk Adana kebaba iştahla saldırır, kuzu tandıra elleriyle dalarcasına seri tecavüz eden, trajikomik bir tiplemeyle sunduk bu insanlık suçunu yıllarca...
“Tecavüzcünüz Coşkun” dedik hatta, yerli bir eğlence unsuru olarak kahramanlaştırdık utanmazca.
“İnsanlık suçu”na, “Ne yapalım insanlık hali” diyecek kıvama getirdik bir kısım milleti.
* * *
Fatmagül’ün suçu nedir bilmiyorum ama asıl bizim suçumuz ne ki, hala böyle “tartışma”lara şahit oluyoruz.
Yazının Devamını Oku

Behzat Ç.

21 Eylül 2010
DİZİLERİ pek izleyemediğim için yanılıyor olabilirim.

Ama eşe dosta sordum, Deniz Yıldızı dışında Ankara’da geçen bir dizi yok öğrendiğim kadarıyla.
Pazar günü ilk kez bir diziyi, programımı o saate göre yaparak taammüden izledim.
Emrah Serbes’in “Her Temas İz Bırakır” romanından uyarlanan “Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi”nin ilk bölümünü...
Hangi akla hizmeten dizinin ilk bölümü Fenerbahçe-Beşiktaş derbisiyle aynı saate kondu bilemiyorum ama dün akşam STAR’da tekrarı vardı.
* * *
Televizyonun başına merakla ve hevesle geçtim.
Merakla çünkü, Türkiye’de başarılı bir polisiye film hele ki dizi çekilemeyeceğine inancım kuvvetli.

Yazının Devamını Oku

Hikaye anlatıcısı

19 Eylül 2010
TELEVİZYON, internet, bilgi teknolojileri, yaşadığımız çağı kavramlaştırmaya yönelik adlandırma çabalarını da çeşitlendiriyor. Birisi de, İletişim Çağı...
Ancak bu gelişmelerin “iletişim”e getirdiği kadar olmasa da, götürdüğü bir şeyler de var.
Hele yitip gidenlerden birisi, hala kare kare gözlerimin önünde.
Hikaye anlatıcıları...
* * *
Dedelerin efsanelerle içiçe hatıralarından, “Bir varmış, bir yokmuş” ninelerimizin masallarından söz etmiyorum yalnızca.
Yaşantıları(nı) öyküye dönüştürenler, gördüklerinden/duyduklarından hikayeler kuranlar vardı eskiden.
Ve anlatırlardı, uzun uzun.
Belki de TV, internet yani her gün önümüzden akan ekranlar olmadığı için, hayatın tek aynası sohbetti.
Mesela, arkadaşlığımızın neredeyse “ömründen uzun” olduğu Reha Mağden.
Herşeyi hikaye eder, her “an”ı öykülerdi.
Ordu’daki fındık bahçesini, Ankara’daki sardunya çiçeğini, Burgaz’daki iki kediyle, bir köpeği...
Fındık bahçesinde bir aşk, sardunyada bir ibadet, kedilerde bir ayaklanma imkanı bulur, anlatırdı.
Paylaşacağı şey de çoktu belli ki, paylaşacağı insan da...
Asıl onlar mı azaldı?
* * *
Şimdi arada rüyalarını, ama kurduğu değil gördüğü düşleri anlatan insanlar görüyorum.
Kimi -belki “tabir”inden de medet umarak- uzun uzun ayrıntılarıyla, kimi özetleyerek usulca...
Ya yaşananlar hikaye kurmaya yetmiyor.
Ya da saklanıyor, yaşanan hikayeler.
Düşler kalıyor geriye, olsun.
Coen kardeşler, “No Country for Old Man (İhtiyarlara yer yok)” filminin o hazin repliğinde, “Rüyalar her zaman görenler için ilginçtir” de deseler...
Siz yine de anlatın rüyalarınızı.
Hayra yoran da varolsun, yormayan da...
Yazının Devamını Oku

Çıkınağıl’a selam olsun

18 Eylül 2010
GENÇ çoban, köyün en güzel kızına sevdalanır. Kızın da yüreği alevlenir çobana...
Ama ağa kızıdır, mümkün değildir biraraya gelmeleri.
Çoban bir gün “Kap çıkınını gel ağıla” der genç kıza.
O da çıkınını alır gelir, tam kaçarlarken ağa ve adamları basar ağılı.
Ve iki genci de öldürürler.
İçinden “kara” sevda geçen köy, adını da bu olaydan alır:
Çıkınağıl...
* * *
Çıkınağıl köyü Hirfanlı Barajı’nın suları altında kalınca, 1957’de taşınır, yerinden olur.
12 Eylül darbesinin ardından da isminden...
Artık kasaba olan Çıkınağıl’ın içinden sevda geçen adı, dönemin belediye başkanının darbeci generale yaranma sevdasıyla Evren oluverir.
Kasabanın girişine dev bir tabela asılır:
“Evren kasabasına hoşgeldiniz...”
Ama kasaba halkına, çevredeki komşularına hiç de hoş gelmez bu zorlama isim.
Öyle ki, hepsi 1990’da ilçe olan kasabayı gerçek ismiyle, Çıkınağıl olarak anmaya devam eder.
* * *
Dün Anadolu Ajansı (A.A) muhabiri Tolga Özenç’in haberinden öğrendim.
İlçe halkı, 12 Eylül’ün 30. yılında referandumun rüzgarıyla toplaşmışlar ilçenin kahvesinde:
“Eski ismimizi istiyoruz...”
İlçe sakinlerinden Emekli Osman Özçelik ne güzel anlatmış:
“İlçemizin eski ismi, içerisinde sevda olan bir isimdi. Yağcılık nedeniyle Evren ismini verdik. Evren ismini çevre de kabullenemiyor, değiştirmek istiyoruz”...
Şakir Demirci de, “Biz aslen Çıkınağıllıyız. Evren ismi lakaptır, isim değildir” diye katılmış sohbete. Arif Yalçın da yakınmış, “İsmimizden dolayı bizi hep küçümsüyorlar, yağcı diyorlar”....
* * *
Yıllardır, değil bir kasabanın, ilçenin, küçücük bir sokağın bile isminin değiştirilmesine karşı çıktım.
Buyrun bakın, Emek Mahallesi’ne... İsimleri/numaraları değiştirilen caddelerin, sokakların tabelaları, karılıp yeniden dağıtılmış iskambil destesi gibi duruyor ortada.
Oysa hafıza mekanları o sokaklar, caddeler....
Neyse... Belli ki, Çıkınağıllıların hafızası hala diri. Yirmi sekiz yıl sonra, sanıyorum alacaklar asıl isimlerini geri.
Eminim, alacaklar.
Yazının Devamını Oku