5 Eylül 2010
UTANÇ ve insanda yarattığı “ar duygusu”, bazen toplumların tarihine, “özgeçmişi”ne siner. Acı verir, insanın başını önüne eğdirir, her hatırladığında, arına dokunan her hatırada...
O nedenle Almanya Başbakanı Willy Brandt, Nazilerin katlettiği Polonyalıların anısına yapılan anıtın önünde diz çöker, katliamdan çeyrek asır sonra.
Öyle özür diler, o “utanç anıtı”nın karşısında dizlerinin bağı çözülmüşcesine...
Ve ardından Nobel Barış Ödülü verilir, “toplumsal ar duygusu”nu o ülkenin başbakanı nezdinde diz çökerek ifade eden Brandt’a...
* * *
Devrimci 78’liler Federasyonu, Çankaya Belediyesi ve Ankara Sanat Tiyatrosu’nun (AST) katkılarıyla Çağdaş Sanatlar Mer-kezi’nde “12 Eylül Utanç Müzesi”ni açtı.
Müzede, darbecilerin işkence aletleri de sergilenecek.
Eğer engel çıkartılmaz da alabilirlerse, 12 Mart darbesinde Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın idam edildiği darağacı da... (Başını önüne eğmiş, nerede duruyorsa darağacı şimdi)
“Utanç Müzesi”ni gezeceklere, daha önce yazdığım katmerli zalimliği hatırlatmak boynumun borcu.
İnfazları izleyen Avukat Halit Çelenk’in açıkladığı zalimliği... Yusuf Aslan’a Gezmiş’in idamını izletmişler! Ardından Aslan’ın idamını Hüseyin İnan’a...
Zalimliğin bir boyutu, gencecik arkadaşlara birbirlerinin idamını izlettirmek. Katmerlisi, az sonra sehpaya çıkacak 23 yaşında iki insana, nasıl öleceklerini göstermek...
* * *
Hala tartışılıyor; Madımak, Diyarbakır Cezaevi müze olsun mu, olmasın mı...
Faulkner’in bir sözü belleğimde:
“Acı çekmek, kederlenmek bile hiçlikten, yaşamamaktan iyidir. Yaşamamaktan kötü sadece bir tek şey vardır, o da utanç...”
Müzelik olmalı, tüm uzantılarıyla artık bu duygu.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2010
ÇEVRE ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun “Herşeye burnunuzu sokmayın” heyheylenmesi, koca burnunu cesurca ama zarifçe herşeye sokan Cyrano De Bergerac’ı da getirmez mi akla? Onun ünlü “burun tiradı”nı... Belki en veciz karşılık da, orada, satır aralarında gizlidir.
“De Valvert: Burnunuz ne kocaman!
Cyrano: Evet, pek kocaman! Hepsi bu mu? Bu kadarı az mösyö, halbuki neler neler bulunmaz söylenecek.
Mesela bak, hoyratça: Burnum böyle olsaydı, mutlaka dibinden kestirirdim.
Dostça: Yana yatmaz mı burnun, senden evvel davranıp kadehine batmaz mı?
Tarifle: Burun değil, coğrafyada böylesine dağ denir, dağ değil, yarımada!
Mütecessis: Acaba neye yarar bu alet? Makas kutusu mudur, divit midir izah et!
Zarifane: Kuşları sevdiğiniz besbelli! Yorulmasınlar diye yavrucaklar, temelli bir tünek kurmuşsunuz!
Pür neşe: Birader, şu koskocaman burnunla tütün içince, komşu ‘yangın var’ demiyor mu?
Müşfik: Yaptırın ona küçücük bir şemsiye, yazın fazla güneşten rengi solmasın diye!
Nobran: Zaten bilirim, sen misafir seversin, bu, şapka asmak için ne mükemmel bir icat!
Şairane: Ey burun! Bütün cihana inat, seni baştan aşağı nezle etmeye kadir tek rüzgar bulunamaz, karayel istisnadır!
Hazin: Bir de kanarsa, Kızıldeniz, ne bela!
Hayran: Lavantacıya ne mükemmel tabela!
Safiyane: Abide ne günleri gezilir?
Köylü: Vış anam! Bu ne? Bilmem guş mu balıh mı? Yoksa tohuma gaçmış salatalıh mı?
Sivri akıllı: Bunu tombalaya koymalı! Kim elinden kaçırmak ister böyle bir malı?
(...) olsaydı biraz nükte, biraz malumatınız,
işte karşıma geçip bunları sayardınız.
fakat sizde nükteden eser yok zerre kadar,
neyleyim cenab-ı hak ihsan buyurmamışlar!”
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2010
PADİŞAH emsalsiz, çok değerli bir elmasa sahipmiş. Bir gün o elması boynuna asmaya karar vermiş. Çağırmış sadrazamı:
“Tez bu elmasın ortasına bir delik deldirile ve o delikten bir zincir geçirile.
Elması delerken, taşa en ufak bir zarar gelirse, yapan ustanın boynu vurula...”
Her yanına haber salınmış ülkenin. Yüzlerce kuyumcu ustası ile konuşulmuş.
Ancak kimse bu emsalsiz elması delmeye cesaret edememiş. Herkes elmasa bir zarar geleceğinden korkuyormuş.
Günler, aylar geçmiş. Bu işi yapacak bir tek usta bulamamışlar koca ülkede.
* * *
Günün birinde yolu bir hana düşmüş sadrazamın.
Cebindeki elması orada da göstermiş, son bir umutla.
Masasına 12 yaşında bir çocuk yanaşmış, “Ben delerim o taşı”...
Sadrazam bir çocuğa bakmış, bir de elmasa. Başka çaresi olmadığı için uzatmış elması çocuğa.
Çocuk aletlerini almış ve tek vuruşla delmiş elması.
Sadrazam şaşkınlıkla sormuş:
“Bu kadar kolay mıydı bu taşı delmek?”
Diğer masada oturan kuyumcu ustası yanıtlamış sadrazamı:
“O çocuk, o taşın o kadar değerli olduğunu bilmiyordu ki.”
* * *
İzmir Bergama’daki Allianoi antik kentinin üzerine baraj yapılması meselesi, oradaki 2 bin yıllık tarihi eserlere birilerinin “iki gavur taşı” dediği rivayeti, bu “masal”ı getirdi aklıma.
Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu sadece “Allianoi’nin korunması gerektiğine dair alınan hukuk kararının uygulanmıyor olmasına çok üzüldüm” diyen Tarkan’a çok kızmış:
“Sanatçı arkadaş sanatıyla ilgilensin. Herkes herşeye burnunu sokmasın...”
Bakan Eroğlu inşaat mühendisliğinin üstüne, biyografisine göre “tarihe ayrı bir merakı” nedeniyle “İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nde tahsil görmüş”. Bu nedenle bilmesi gerekir:
Sanat da, sanatçı da tarih boyunca toplumu, toplumsal hayatı/mirası ilgilendiren her uygulamaya, “burun sokar”.
Hele ki konu, tarihi “eser”lerse...
Ama sanata, sanatçının tepkisine burun sokarsanız, tarihe ya “masal/kıssadan hisse” babında mevzu olursunuz, ya da “hicviyyat”a...
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2010
“GÖRGÜ”nün, birlikte yaşama adabının kentsel hayata yansıyan kriterleri arasında “gürültü”nün müstesna bir yeri var. Özellikle bizde...
Yıllar önce okumuştum gazetelerden.
Denizli Horozu, strese girmiş gürültü kirliliğinden...
Uzun ötüşüyle ünlü horoz, kentteki patırtıdan ses tellerine nodül yerleşmiş tenora dönmüş.
Öyle ki, Denizli Tarım İl Müdürlüğü’ndeki çiftliği, kent dışına taşımayı bile düşünmüşler.
* * *
Kent yaşamı, çok yönlü bir kirliliğe mahkum ediyor insanı.
Hava-su kirliliğine, görüntü kirliliğine, en çok da sokakları çöp tenekesi gören insan kirliliğine...
Ancak ses kirliliği genelde gözden kaçıyor.
Ankara, son yıllarda giderek artan biçimde, bu kirliliğinin kuşatmasında.
Gürültü kirliliğinin en büyük kaynağı ise trafik. Denetimsiz eksozlar, öfkeli-havalı klaksonlar, yaşam alanlarının en kuytu odalarına kadar ulaşıyor.
Gürültü terörü, inşaat çalışmaları, menüsü fiks-desibeli alakart eğlence yerleri, seyyar satıcılar, megafonlu anonslar, elektrikli ev aletleri, ayarsız-teneke cami hoparlörleri gibi bir çok kaynaktan besleniyor.
* * *
Caddeler, her biri farklı bağıran arabalarla dolu. Havalı korna yasağı deliniyor.
Trafik tıkandığı, hatta duraladığı anda bir çok sürücünün ilk işi, kesintisiz korna çalmak.
Seyyar satıcıların megafonla eve ulaşan “çığrı”ları önlenemiyor.
Her inşaat, vurgulu çalgılarıyla kendi ritmini yayıyor sokağa.
Bağırıyor kentteki her şey.
Ama Ankara’nın hala “gürültü haritası” yok.
Varolan yasa ve yönetmelikler de ya uygulan(a)mıyor, ya da gürültü kirliliği ile ilgili yaptırımları yetersiz.
Ya bu konuda tutulmayan, unutulan vaatler?
Onlar da, birikmiş “söz kirliliği” aslında.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2010
DÜN “davul”un sadece bir ramazan geleneği olarak değil, siyasetten sokak düğününe, açılışlardan törenlere kadar gümbür gümbür hayata katılmasından söz etmiştim. Davul hem evrensel, hem de farklı yorumlarıyla yerel bir enstrüman.
Ve usta ellerde, tellileri, yaylıları, nefeslileri, vurmalılarıyla toplu bir müziğin bazen vazgeçilmez parçası.
Misal, Anadolu Ateşi’ni, doğudan batıya rengahenk halk danslarını davulsuz düşünebilir misiniz.
* * *
Ama davulun sadece uzaktan değil yakından da kulağa hoş gelmesi, tıpkı müezzinlik gibi “ehil olmayı” gerektiriyor.
Ve özeni.
Adabı...
Örneğin, arabeskleşmemeyi.
Bir kamyonetin arkasına ilişip nara atar gibi, yaşlanmış-ayarı-tonu kaçmış derisiyle neredeyse “patlak” davulu tekdüze patırdatmamayı.
* * *
Müezzinin sesi de, davul da bir “enstrüman”.
Bu nedenle, “bilmeyi”, “ehliyet”i gerektiriyor.
Ehil olmak, entrümanlardan çıkan sesin niteliğini de belirliyor.
Ya müzikal bir ritm çıkıyor ortaya.
Ya da gürültü:
Davulla “yort savul”...
* * *
Zaten bu nedenle mesela Altındağ, Yenimahalle Belediyeleri kurslar, “operasyon”lar düzenledi.
Zabıta ekipleri sokakları dolaştı.
İzinsiz çalışan, ehil olmayan davulcuları topladı.
Bu nedenle, “davulcu adayları”na 10 gün kurs verildi.
Kondisyon, Genel Kültür, Davul Çalma, Mani Söyleme gibi başlıklarda...
O dönem, kursu tamamlamak ve “sertifika” almak, bu nedenle şart koşuldu.
* * *
Amaç bir geleneği, sokakları dolaşan hoş bir sedayı yaşatmaksa bu şart.
Yok değil de, sadece sahurda uyandırmaksa...
Davula, tokmağa, “masraf”a ne gerek.
Teneke çalsınlar.
Zaten bazıları davulu teneke, tokmağını tek düze, ayarsız ritmiyle çekiç eylemiyor mu?
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2010
RAMAZAN geleneklerinden birisi de davul. Ama davul artık sadece ramazanda, sahurda değil dört mevsim sokakta.
On iki ayın sultanı...
Mahallede düğün olur, kargalar lokmasını çiğnemeden alırsın davulla haberini.
Sünnet düğününde çocuğun feryadından önce başlar; en garibanı iki gün iki gece...
Gençleri askere, bazılarını “savaş”a uğurlar mehter kıvamında.
Bazen dükkan, tesis filan açılışında, zurnayla birlikte...
* * *
Seçim zamanlarında ise, adayları davulla karşılamak adetten.
Sesi varoşlardan, “uzaktan” hoş gelir...
İzleriz televizyonlardan.
Hangi milletvekili adayı, nerede, hangi davulcuya kaç lira bahşiş verdi.
Hangi vekil, ramazan davulcusunu “euro manyağı” yaptı...
* * *
İşbu nedenle her seçim zamanı, siyasetin Başkenti Ankara iki kitle için çekim merkezi olur.
Ve geçici bir iç göç dalgası sarar Anadolu’yu.
Biri adaylar.
Diğeri davulcular...
Kalkıp gelirler, ta oralardan.
Tam bize özgü bir kent sosyolojisi değil mi?
Dum ta dum dum...
* * *
Aslında bazı politikacıları karşılarken değil, uğurlarken davul çalmak sıkı bir gelenek olabilirdi.
Hem onların TBMM’de sıra kapaklarıyla yaptıkları “Öçal sololara” da manalı bir yanıt olurdu, tellal misali.
Olurdu da...
Bizim örf ve adetlerimizde başkaldırı yoktur.
Sabır, tevekkül, biraz da ekzotermik miskinlik vardır.
* * *
Davulun “etrafa duyurulacak” her vesilede hayatı, sokağı, mahalleyi, kenti dumdumlamasında belki toplumsal özgüven eksikliğinin, ötesi paranoyanın etkisi de var.
Anlatamama, sesini duyuramama korkusu...
“Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” diyerek, ramazan davulu/davulcusu meselesine girecektim ama, yerim bitti.
Yarına...
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2010
“AVCI toplum”, “toplayıcı” güdüleriyle varlığını sürdürebiliyor. “İhbar toplayıcı”...
Dün yazımda söz ettiğim “dekolte avcıları” bunun tipik örneği.
“Dekolte” deyince, Küçük Sırlar dizisine değ(in)memek olmaz.
Dallas’ın dümen, entrika, aşk, para, macera tekmili birden “velet” versiyonu Gossip Girl, bize de gelecekti elbet.
Geldi de nitekim.
Küçük Sırlar adıyla, ABD yapımı “Dedikoducu Kızı” çağrıştıran bir buluşla.
Sır varsa, dedikodu da vardır değil mi...
Gerçi sırlar küçük değil büyük, sır sahipleri ise küçük, ama olsun.
Aslında oyuncuların yaşları da kuramsal açıdan “liseli”...
Son model spor arabalarıyla liseye giden, üniversite mezuniyet çağında gençlerden oluşuyor kadrosu.
Neyse, reytingde ilk sıraya yerleşti dizi.
Internette fan kulübü, hayran siteleri filan da kurulmuş...
Hemen ardından dizideki etek boyları mesele oldu.
İddiaya göre dizi yapımcıları “liseli” kızların mini eteklerinin boylarının uzatılması için uyarılmış.
* * *
Ne lisesi, ne liselisi “hakiki” olabilen dizi bir yana...
Bizde nerede aşk, flört, sevgi, ilişki/milişki varsa, anında örf, adet, gelenek ve bütün bunları “yemeyip yedirdiği” varsayılan “Türk aile yapısı” da ilişir mevzuya. Misal, 112 yıllık romanın Bihter’i, anında en güncel “iç tehdit”ler arasına yerleşir.
Neyse... Küçük Sırlar için küçük bir sır vereyim bari...
Çekime diz üstü eteklerinizle katılın. Çekimden çıkınca da, geçmişin nostaljik, gerçek liselileri gibi eteklerinizi kıvırın, kıvırdığınız bölümü iri tokalı, kalın kemerinizin altında toplayın.
İşte, konjonktüre uygun her an düzenleyebileceğiniz kısalan-uzayan etek formülü.
Hem az “reality”, fena durmaz dizde/dizide.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2010
UYGARLIK tarihinde, toplayıcılık-avcılık dönemi, 14 bin yıl geride, Paleolitik çağda kaldı. Ama insanda “avcılığın” derin izlerini, her gün görüyoruz çevremizde.
Hem de bize özgü, “çağ”a uygun, türlü biçimleriyle...
* * *
“Avcı”yız biz, sadece dağda-bayırda değil.
Şehrin göbeğinde de...
Süs kuğularını, ördekleri havuzundan “avlayıp”, Kahire mutfağının fırında güvercin dolması niyetine yememiş miydi hemşehriler.
Şehirlerarası otobüsler, rastgele yoldan aldıkları yolculara “ördek” adını takmadı mı...
“Kadın avcısı”, “kalp avcısı” terimlerimizi sevmez miyiz, “seni köftehor” diyerek sırtını sıvazlarken kankamızın.
Yılda kaç “define avcısı” gazdan zehirlenip ölüyor, dipsiz kuyularda?
Ya, magazinel “servet avcıları”...
Elinde profesyonel paparazzi kamerası ya da olmadı cep telefonunun kamerasıyla “fririk avcıları”.
Sigara yasağı ile birlikte, gönüllü “duman avcıları”, mesela...
Müzikde volume denetimi seferberliğinin ardınan, her bara, kafeye, restorana kulakkabartan “gürültü avcıları” çıkmadı mı, piyasaya.
* * *
Hepsi bol bol var, çevremizde.
Ama benim favorim, “dekolte avcıları”.
Ki, bazıları “dekolte muhbir”leri ile birlikte çalışır.
Muhbirler ellerinde televizyonun uzaktan kumandası, diğer elde telefon pusuya yatarlar.
Sonra bakarlar, sunucunun göğüs çatalına, eteğine-yırtmacına, sırt dekoltesine...
Geleneğe-göreneğe, toplumsal şehvet endeksine, yurttaş anomalisine göre ölçüp biçerler.
Ve ararlar resmi “İmdat dekolte” hatlarını:
“Edep ya medet...”
Dekolte avcıları da, o TV kanalını, programını sürek avına dahil ederler anında.
* * *
İlk insanlar için avcılık aklaziyan bir beceri gerektiriyordu aslında.
Dürbünlü tüfek bir yana, ne ok var, ne yay, ne ağ, ne olta... Av hayvanı desen, en makulu dinazor yavrusu.
Ama dekolte avcılığı beceri değil, sadece ruh, huy, “tabiat” gerektiyor.
“Huylu” olmayı, herşeyden, her sözden, görüntüden huylanmayı...
Açıldı mı saçılır dekolte meselesi... Yarın devam edeyim.
Yazının Devamını Oku