7 Ekim 2010
ETİK felsefesi Profesörü Raimond Gaita’dan dün özetlediğim yaklaşım, “hayvan hakları” ile ilgili sağlam bir zemin oluşturuyor. Bir insana ırkına, rengine, soyunu-sopuna göre davranmak ırkçılık, onu cinsiyetine/cinsel tercihine göre etiketlemek “cinsel ayırımcılık”tır.
Ve bu tutum vicdanen de, hukuken de “suç” alanına girer.
Aynı çerçevede, hayvanlara bizden farklı oldukları için kötü davranmak, onların haklarını görmezden gelmek de tür ayırımcılığı suçudur.
Ki, bir canlının en temel, en doğal hakkı hiç bir anlamda “acı duymama” hakkıdır.
* * *
Dün yazımda örnek verdiğim gibi tür ayırımcılığı suçunun sadece bireysel manzaralarını değil, “toplumsal” açılımını da yaşıyoruz sık sık.
En tipik örnekleri de maalesef, her yıl “Kurban Bayramı”nda yaşanır. Maalesef diyorum, çünkü adı üstünde “bayram”...
Tüm önlemlere/uyarılara karşın koyunların, danaların çocukların önünde kesilmesi mi dersiniz. Bahçelerin, caddelerin, kaldırımların kan gölüne dönüşmesi mi...
Bakarsınız, koca bir danayı tek ayağından iş makinesine asmışlar, çırpınıyor dakikalarca.
Bakarsınız, kaçan hayvanı durdurmak için böğrünü bıçaklıyorlar. Alelen, herkesin, kesim yerine toplanan kalabalığın gözü önünde.
Susmak bazen en güçlü onaydır.
* * *
Ayşe Arman’ın Dünya Hayvan Hakları Günü’nde “acısız kesim” ile ilgili yazı ve röportajları, “tür ayırımcılığı”nın belki en hazin yansıması.
Hazin çünkü, hayvanların şoklanmadan, uyuşturulmadan, çoğu kez sadece bayramda eline bıçağı alan insanlarca boğazlanması, toplumsal, geleneksel olarak kabul görüyor.
“Dinsel” olarak da onay görüyor diyemiyorum. Çünkü başta Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fetvası olmak üzere bir çok din adamı kurbanın değil kesiminde, “nakli”nde bile acı çekmemesi gerektiğini her bayramda hatırlatıyor.
* * *
Ama olmuyor.
Çünkü hala kuzu, koyun, dana, inek, boğa “mal” olarak görülüyor.
Oysa önümüzde duran AB yasalarından birisi, 13 yıl önce hükme bağlamış konuyu.
Hayvanları “mal statüsü”nden çıkartıp, “hissedebilen canlılar” olarak düzenlemiş.
Her kurbanda “mal pazarlığı” için uzun uzun buluşan eller, bu kez o canlıların acı çekmemesi için tokalaşamaz mı...
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2010
İNSANOĞLU senede bir günü de kendisi dışındaki canlılara, hayvanlara ayırmış. Ve Dünya Hayvanları Koruma Günü ilan etmiş, 4 Ekim’i...
Ama bana Dünya Hayvan Hakları Günü kavramlaştırması, daha uygun geliyor.
Çünkü aslolan insanların dışındaki canlıların da “haklarının” olduğu kabul etmek.
Ve toplumsal hukuk sisteminde bu “hak”kı her yönüyle kayda almak.
Ki hayvanları korumak, sadece hayvanseverlerin “şefkat”i ile değil, bir “hak” olarak da toplumsal yaşamın olağan gerekleri arasında yerini alsın.
Merhamete dayalı, sadece etik bir refleks değil, bir “hukuk meselesi” olarak da...
* * *
Bu yaklaşım, başımızın bitmeyen belası “ayırımcılık” açısından da gerekli bir adım.
Ve “İnsan haklarını hallettik de, hayvan hakları kaldı...” gibilerinden küçümsenmemeli, ötelenmemeli hiç.
Çünkü canlıları “bizden biri /bizim gibi” gibi görmemek, insanları da “bizim gibi olan” ve “olmayan” biçiminde ayırmanın ilk(el) reflekslerindendir.
Etik felsefesi Profesörü Raimond Gaita, “Filozofun Köpeği” kitabında şöyle yazar:
“Nasıl ırka, renge göre davranmak bir ırkçılık suçu ya da cinsiyete göre davranmak cins ayırımcılığı suçuysa, bir canlıya yalnızca onun bir köpek olduğu gerçeğiyle kötü davranmak da bir tür ayırımcılığı suçudur.”
Ki, tarihte hemen tüm katliamların, zulümlerin altında, “biz” ve “onlar” ayırımının özenle örgütlenmiş ve doğası gereği “sapıtmış”, hatta toplumsal cinnete dönüşmüş biçimleri yatar.
* * *
Televizyonlarda artarda iki ayrı olay izledik geçenlerde.
Şanlıurfa’da motosikletli iki manyak, zincirinden tuttukları bir köpeği de peşlerinden sürüklüyor.
Kahkahalarla...
Köpeğin ayakları kan içinde, dili dışarıda ayakta kalmaya çalışıyor.
Diğerinde tablo yerini, bu kez otomobilin açık camından uzanarak tuttuğu köpeği sürükleyen başka bir manyağa bırakıyor.
İşte bu fotoğraflar, meselenin vicdana, merhamete bırakılamayacağının binlerce kanıtından sadece ikisi.
Dünya Hayvan Hakları Günü’nde, sevgi pencereniz herkese, her canlıya açık olsun.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2010
HER gün görüyorum, her an... Bakıyorum etrafıma, bir muhabbet, bir sohbet. Laf lafı, konu konuyu açıyor.
Direksiyondaki hemcinslerimin hemen tümü, cep telefonu kulağına yapışık geziyor otomobiliyle...
İç kulak, orta kulak, dış kulaktı eskiden.
Şimdi en dışta, cepçekulak.
Bir el direksiyonda, diğeri kulağa kapaklanmış.
Değil yoldan/trafikten, serden de geçmiş, kendinden de... Öyle gidiyor.
* * *
Nasıl özeniyor, kıskanıyorum... Ya merakım?
Kimbilir neler, ne meseleler konuşuyorlar.
Belki ülkenin hal-i melali, önümüzdeki hayati dönemeçlerle ilgili düşüncelerini paylaşıyorlar.
Olur a, barıştan, kardeşlikten, özgürlükten açılmış muhabbet, yarınları konuşuyorlar belki de...
Belki hayata, aşka, sevdaya dair coşkulanıyor yahut dertleşiyorlar.
Belki sevgiliyle, yarenlikteler...
* * *
Bilmiyorum ama “mevzu”su olmasa da “söz”ü bol herkesin.
Gerçi yüzlerde öyle derun ifadeler yok ama, kimbilir.
Bir Allah bilir elbette, bir de rastgelirse “dinleyen”ler.
Onlar da sıkılıyor mudur, acaba.
“Ulan ne boş konuşuyor bu millet, laf olsun torba dolsun” gibilerinden geliyor mudur isyanlara...
“Kolluk kuvvetlerini lüzumsuz yere meşgul etmek”ten alsalar içeri, o da olmaz.
Eh, hattı düşen ağlamaz.
* * *
Hani trafik cezası da var bu hususta ama.
Hangi birine keseceksin.
Çevirse trafik polisi, “Abi ekmek çarpsın, asfalta kör bakayım ki konuşmuyorum, bak kontur da yok zaten. Alışkanlık olmuş öyle koymuşum kulağıma” diyecek yarısı zaten.
Bazısı ise diklenecek hemen:
“Sen kiminle konuştuğumu ve benim kim olduğumu biliyor musun?”
* * *
Kadınlara gelince...
Otomobil kullanırken telefonla konuşan kadın görmüyorum pek.
Ya “sohbet”i, “konuşma”yı ciddiye alıyorlar. Ya da trafiği...
Yanlış mı?
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2010
SOKAK sokak gezerdi çocuklar, eskiden. Şimdilerde ise çoğu “gezen” değil “gezdirilen” nesiller olarak büyüyor.
O da “gezdiren” bulursa...
Bulamazsa, geziyor internette. N’apsın.
* * *
Bu yıl başlayacağı anaokulu öncesinde, “bir şıklık” yapmak istiyor dede torununa. Belki “meşguliyet terapisi”...
“Lunapark’a mı götüreyim seni, Hayvanat Bahçesi’ne mi?” diye soruyor, ana kuzusu olma keyfiyetinin son evresinde ne koparsam kar” gözleriyle bakan küçümene.
Henüz okuma-yazma bilmeyen, dünya yüküne -iyi ki- ortak olmayan gözleri, bir an ışıldıyor çocuğun:
“Lunapark’a...” diye atılıyor.
Oysa dedenin gönlü Hayvanat Bahçesi’nde; yarım asır önce Süveyda ile elele güldükleri maymunların şaklabanlığını, yarine benzettiği ceylanları özlemiş.
“Yok, yok bugün Hayvanat Bahçesi’ne gidelim, Lunapark soğuk olur şimdi” diye ısrarlıyor torununa.
Sonuçta dede kendi projesinde baskın çıkıyor ve gidiyorlar Hayvanat Bahçesi’ne.
Tabi ki eğleniyor torun, her an zıp zıp, ama dönüşte döküyor yüzünü...
Çünkü Lunapark, -yani kendi isteği- olmadı.
* * *
“Oğlum, çok güzeldi Hayvanat Bahçesi değil mi?” diye soruyor ana-babası.
“Çok çirkindi, çok kötüydü...” diye yanıtlıyor, çocuk.
“Fillere de gittiniz mi, nasıldı filler?” diye ajite ediyor annesi.
Çocuk tereddütsüz yanıtlıyor:
“Gördüm filleri de; minnacıktı, serçe parmağım kadardı...”
* * *
Memnuniyet, mutluluk, çocuklarda bile yüzeyde değil.
Gezmek başka şey, gezdirilmek başka...
Yoksa niye, “Her çocuğun kalbinde, kendinden daha büyük bir çocuk vardır” desin ki Ece Ayhan?
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2010
ANKARA Hürriyet’de 20 ay önce yayınlandı bu yazım. 18 Ocak 2009’da... O gün doğan çocuklar, bugün yürüyor, konuşuyor.
Rafa kaldırılan Disneyland ise yeniden yatırımı gerçekleştirecek “ebeveyn”i arıyor. (Ki -içtenlikle- dilerim, bulunsun)
Yeri-zamanıdır diye düşündüm, özetleyerek ama aynen aktarıyorum 20 ay önceki yazımı:
“Disneyland 3 yıl önce (şimdi 4.5 yılı geçti) vaat edilmişti. Hem de “Görüşmelerde son aşamaya geldik, tamam” denilerek...
Yeri de açıklandı, Eskişehir Yolu...
Üç ay geçmedi, taşındı aniden.
Başkan Gökçek, “Eskişehir Yolu’ndan kesinlikle vazgeçilmiştir” dedi, ekledi.
“İstanbul Yolu’nda Susuz Köyü ile Kazan arasında yapacağız...”
Aynı açıklamasında arsanın yerinin belli olduğunu ama fiyat spekülasyonlarına karşı gizli tutulacağını da vurguladı.
Susuz Köyü ile Kazan arasında olacak, en az 3-4 milyon metrekareyi kaplayacak, ama yeri gizli!..
Haydi bu kez de oralardaki arsalara nur yağdı.
* * *
Aylar geçti. Disneyland Kazan’dan, kesinlikle vazgeçilen eski yerine döndü...
Bu kez adresi de verilerek, Disneyland’in Eskişehir Yolu’nda Ballıkuyumcu yakınlarına inşa edileceği açıklandı. Hani Büyükşehir’in yeni uydukent projesi alanına...
Muhtemel Disneyland arsaları, “bugi bugi”ye binmişti sanki: Çık-in, çık-in...
* * *
Sonra bir baktık...
Disneyland çalışmalarını yürüten Ortak Girişim Grubu, yatırımını askıya almış.
Girişimin 6 milyon metrekarelik arazi talebinin yarıya indirilmesi ve ayrılan arazinin yatırım konseptini bozacak şekilde yerleşime açılması gerekçesiyle...
Onların da mı başı döndü bilemem ama, geçen Kasım’da TOKİ Disneyland projesi için düşünülen araziyi ihaleye çıkardı.
Ama tek alıcı çıkmadı...”
İşte size Disneyland teknolojisinin yanında demode kalsa da başdöndüren, eski bir dönmedolap hikayesi...
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2010
BİZİM mahallede pazar her salı kurulur. Emek’te...
Komşuluk kalmasa da, özellikle yaşlı müdavimleri tanır birbirini.
Hatta “pazar arkadaşlıkları” kurulur, “yabancılaşma”ya inat.
Her hafta aynı saatlerde, aynı pazarcılara giderler mesela.
Domatesi hakiki Ayaş olduğu için değil sadece.
Fiyatı uygun olduğundan da değil.
Yaşlıları nazlatıp, domatesi seçtirdiği için...
* * *
Pazarcıların, pazara giden yaşlıların hikayeleri fırından çıkmış somun sıcaklığındadır.
Sait Faik tadında, bazen...
Geçenlerde dinledim birisini, ilk elden.
Seksenini çoktan deviren yaşlı bir kadın, hikayenin anlatıcısı.
Almış küçük pazar arabasını, her salı olduğu gibi gitmiş Emek Pazarı’na.
Mecburiyetten değil, daha çok hayatında kalan ender meşguliyetlerden birisi olduğu için.
Pazardan elleriyle seçerek taze fasulye, patlıcan, dolmalık biber alacak.
Kurutucak onları, sonra.
Hem çocuklarına/torunlarına Halep dolması yapıp yedirecek.
Hem de -onlar uğraşamazlar- kızlarının mutfağına kışın pişirmeleri için erzak ekleyecek.
Ve “Yaşıyorum, kendime yetiyorum, üstelik hala bir işe yarıyorum”un huzurunu duyacak belki, içten içe...
* * *
Pazarda yapmış alışverişini.
En son radika, nane, maydonoz tezgahına yanaşmış.
Bir bakmış, pazar arabası yok yanında...
Sağa bakmış yok, sola bakmış nafile.
Gözlerinden yaşlar boşanmış, çökmüş-oturmuş, küçümen bedeniyle bir köşeye.
Şivelerinden anlamış, iki Doğulu pazarcı koşturmuş hemen yanına:
“Noldu ana, hayırdır?”
“Pazar arabam kayboldu, belki de çaldılar” diye mırıldanmış ağlayarak.
“Ana senin bir gözyaşına pazarı yakarım” demiş pazarcı, seslenmiş arkadaşlarına.
Dağılmışlar etrafa, “dakkasında bulmuşlar” pazar arabasını. Yaşlı kadın, tezgahları gezerken bir köşeye bırakmış, sonra unutmuş orada.
Ne diyeyim, o yaşlı kadına hasoğulluk yapan “hemşehrim” pazarcılara.
Sizi emziren anaya kurban...
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2010
BANA mı öyle gelir, bilmiyorum. Ama Ankara’da bahar da, sonbahar da pürtelaş mevsimlerdir sanki. İkisi de sombahar olmaz hiç.
Ya “Baharı görmeden yaz geldi geçti”dir, hüzzam makamında.
Ya sohbaharı ağız tadıyla yaşamadan, ayaza döner bozkır havası...
Ama gelişi öyle değildir sonbaharın.
Patricia Barber’ın yorumuyla Autumn Leaves gibidir, usul usul...
Attila İlhan’ın dizeleri misali:
“Ben akşam olmuşum /yapraklarım dökülüyor /usul usul /adım sonbahar.”
Gidişi öyle değildir oysa, yani bir ömrün, bir vaktin, bir baharın daha -hızla- geçişi.
“Ömür, kaç mevsim, kaç bahar daha?” diye sordurur adama, bazısını soldurur masada...
* * *
Herkese başka gelir çünkü sonbahar. Farklıdır herkesin hazan mevsimi.
Kos helvacı için sonbahar, yakası sıkıca iliklenmiş gömleğinin üstüne, imitasyon yelek giymektir. Ve artık “kestane kebap” tezgahını hazırlamak.
Simitçinin yün beresini başına iyice geçirip, perçemini dışarda bırakmasıdır. Milli Piyangocu’nun daha çok kahve dolaşması...
D.J. için radyoda daha sık, “Ayrılık da sevdaya dahil” çalmak.
Liseli aşıklar için gözden uzak, terk edilmiş bir park.
Orhan Veli için, “efkaftaki memuriyet”e girmek. Sakarya’da masaların içeri alınması....
Ve yaşlı değnekçinin arka cebindeki “kanyak”tır. Ki, Cep Kanyağı için, yavaştan vitrin zamanı...
* * *
Uzun yağmurluğuyla Batman’e dönüşen trafik polisi için, zor zamanlardır.
Gecekondu bahçelerinde, su baskınının ardından havalandırılan yorgan...
İlkokul bahçesinde göçen kırlangıçlardan nöbeti devralan çocuk cıvıltısıdır.
Sokak köpeklerinin gözlerinde açlığın hazin korkusu...
Kokoreççinin mangalında daha çok odun kömürüdür, sonbahar.
Ve apartman boşluğuna alınan sardunya.
Bir de kedi...
* * *
Yaşlılar için hatıralar sonbahardır artık. Ve “bir bahar daha” umudu...
Sonbahar kiminde hüznün güzelliği, kiminde güzelliğin hüznüdür. Bu denklem fark edildiğinde, belki biraz da aşk.
Doğanın geri çekilme zamanıdır. Sonbaharın bol, kıpırtılı eteğinin altına... Çekilip, bekleme zamanı.
Ankara, en çok sonbaharda duyumsar yalnızlığını.
Geçen sonbaharları mı hatırlar? Eskiyi mi özler...
Ve gözleri hep ıslak mıdır, hafiften?
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2010
TAM Ankara’da “Şiir Günleri” başlamışken, tam dönmüşken havalar sonbahara. Gri mi gri... Tam da pazartesiyken, haftanın ve yazmanın en zor olduğu günlerin önde gideni.
Ve şair Wystan Hugh Auden 27 yıl önce tam da bugünlerde ölmüşken...
“Başka türlü bir şey benim istediğim, ne ağaca benzer, ne de buluta” diyen Can Yücel’in Auden’den çevirdiği, daha doğrusu “Türkçe söylediği” şiirin de tam zamanıdır:
“Kimine göre ufak bir çocuktur aşk,
Kimine göre bir kuş,
Kimi der, onun üstünde durur dünya,
Kimi der, kalp kuruş;
Ama komşuya sordum, nedense yüzüme
Manalı manalı baktı,
Karısı bir kızdı bir kızdı, sormayın,
Aşkedecekti tokadı.
* * *
Şıpıtık terliğe mi benzer yoksa
Yoksa kandil çöreğine mi,
Hacıyağına mı benzer dersin kokusu
Yoksa leylak çiçeğine mi?
Çalı gibi dikenli mi, batar mı eline,
Andırır mı yoksa pufla yastıkları,
Keskin mi kenarı yoksa yatar mı eline?
Alla’sen söyle nedir aşkın aslı astarı!
* * *
(...) Ona rastladığı zaman duyduğu şeyleri
Kabil değil unutamazmış insan,
Yolunu gözlerim bacak kadardan beri
Ama o geçmedi bile yanımdan;
Merdiven dayadım otuz beşine,
Öğrenemedim gitti bir türlü,
Nemene mahluktur bu düşerler peşine
Bunca insan geceli gündüzlü?
* * *
Gelsin ya, nasıl, pat diye gelir mi dersin
Ya tutar yatakta bastırırsa sabahleyin?
Talih bu ya, otobüste nasırıma basmalı!
Gelişi yoksa havalardan anlaşılır mı,
Selamı efendice mi yoksa gider mi aşırı,
Değiştirir mi dersin bir kalemle hayatımı?
Alla’sen söyle nedir aşkın aslı astarı!”
Yazının Devamını Oku