21 Ekim 2010
ÇOCUKLUĞUMDAN beri hep Emek Mahallesi’nde oturdum. Ve bunu bir şans olarak görürüm herzaman.
Çünkü belleğimi yokladığımda, gözümün önünden geçip giden film şeridi hep gülümseten, sıcak karelerle dolu.
Son oturduğum ev ise, çocukluğumda kalan, unutulan sahneleri yeniden yaşatıyor bana. Komşuluğu...
* * *
Oturduğum apartmanın sakinleri, taşındığımız andan itibaren sadece “sakin”, medeni tavırlarıyla değil dostluklarıyla da gönlümüzü kazandı.
Taşınırken hiç tanımadığımız ama gülümseyen bir yüzün bize getirdiği çorba ile ısındı gönlümüz.
İki buçuk yıldır aynı dostluğun, aynı tebessümün ve nezaketin huzurunu, ısısını yaşıyoruz.
Ve “birlikte yaşama”nın gururlandıran, onurlandıran duygusunu...
* * *
Yan apartmandaki komşumuz Zeki Bey, eşi ve kızı da aynı haneden.
Her karşılaştığınızda güne onun selamı, nezaketi, gülümsemesi, iyi dilekleriyle başlarsınız.
Ve her gerektiğinde, içten yardım teklifiyle...
İşte o zarif, o iyi insanı kırdı bu şehir. Örseledi...
* * *
Küçük kızını spor salonundan almaya giderken, 64. Sokak’a ters yönden giren bir sürücüyle karşılaşmış.
Zarafeti o sürücünün “tavrı”nı, yaptıklarını anlatmasına izin vermiyor ama ben nemenem birisiyle karşılaştığını hissedebiliyorum.
Ve Zeki Bey’in trafikte “zaten dolan bardağı taşıyor”, otomobilini satıyor.
Bana gönderdiği iletisinde bu olayı aktarmasının nedeni, bir yakınmayı, bir sitemi paylaşmak değil!
Yan apartmandaki kendisine ait park yerini, ihtiyaç olduğunda bizim kullanabileceğimizi söylemek için!
* * *
Satırlarını okurken, benim de içimde birşeyler kırıldı.
Trafikte yaşanan kaosu ve “cinnet” geçiren/geçirten insanlıktan uzak sürücüleri düşündüm.
Başta metro olmak üzere, yıllardır ulaşım konusunda ötelenen çözümleri de...
O şarkıdaki gibi, artık “Bu şehir insana tuzak kuruyor /Bu şehir insanı uzak kılıyor /Bu şehir insanı hayli yoruyor”.
Ve bu şehir artık “Zeki Bey”leri hak etmiyor!
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2010
“BURADA vahşi haksızlıklar karşısında kalbi paramparça olan biri yatıyor...” Tepkisini, yüreğini acıtan zalimlikleri mezartaşına da kazıyan Jonathan Swift, tam 265 yıl önce 19 Ekim’de hayata veda etti.
İrlanda’da İngiltere’nin baskıcı politikalarına karşı mücadele etmekle geçti hayatı. Taşlamalarının yanısıra siyasi broşürleriyle de ulusal kahramana dönüştü.
Ama hepimiz onu “masal”ından tanıyoruz elbette... Gulliver’den.
Gerçeklerle değil, masallarla büyüdük ya...
Ahbaplığımız oradan.
* * *
“Masal” diye okuduk.
Oysa Swift politik alegorisinde, yaşadığı dönemi yerden yere vuruyordu.
Adaletsizliklere, haksızlıklara karşı durmaya çabalıyordu, “masal”ıyla.
Gemisi batan Gulliver’in düştüğü cüceler ülkesi Lilliput’da whig’lerle tory’lerin çatışması aslında, İngiltere’de liberallerle muhafazakarlar arasındaki çekişmeyi hicvediyordu.
Ve cücelerin, yani küçük insanların “gücü”yle de, Büyük Britanya’nın sömürgeciliğini, emperyal ihtirasını...
Tam 284 yıl önce yazdığı masalında...
* * *
Cüceler ve devler ülkesine gezileri, insanın bitmek bilmeyen iç-seyahatleri, mücadelesiydi aynı zamanda.
Karakter şarampollerinden, Freudian bir ivmeyle şahlanan atını dizginleyen şövalye egosuyla geçmeye çabalayan biçare insanın...
Ki bir bakıyordu “cüceler ülkesi”nde dev olmuş.
Öyle hissetmiş kendini.
Ardından bir anda, bir başka “ülke”de/”durum”da devlerin arasında minicik kalmış.
Öznel gerçekliği, çevresindeki nesnel gerçeklikle bazen şah olmuş, bazen şahbaz.
Oysa ismi de, cismi de aynı Gulliver’in.
* * *
Cüceler, devler.
Hepsi masal...
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2010
TRT’de yayınlanan Kuşak Farkı programında Oral Çalışlar’ın verdiği rakamlar beni gerçekten şaşırttı. Türkiye’de gayrimenkullerin sadece yüzde 4’ü kadınınmış.
Yüzde 96’sı ise erkeğin...
Şaşırmamın nedeni, “erkek”in gayrimenkul gücü değil elbette.
O zaten kendinden menkul...
Ama aradaki farkın bu kadar büyük, uçurumun bu kadar derin olduğunu tahmin etmiyordum doğrusu.
* * *
Gerçek hayat, hayatın içinden somut veriler, bazı erkek egemen deyimlerin, atasözlerinin raf ömrünü de dolduruyor artık.
Mesela “Yuvayı dişi kuşu yapar” meselesi...
En iyimser yorumuyla, bir “ev”i “yuva” haline getiren kadındır diyor atasözü.
Ama 100 “yuva”dan sadece 4’ü kadının mülkiyetinde...
* * *
Fellini’nin Amarcord filminde, aşağıdaki tiradıyla klasikleşen duvarcı kalfası Bobo’nun kulakları çınlasın:
“Dedem duvarcıydı, tuğla örerdi
Babam da tuğla örerdi
Ben de tuğla örüyorum
Binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce tuğla
Tuğla dağları, tepeleri...
Yaşasın tuğlalar
Ama benim hala evim yok...”
* * *
Ninem iyi bir dişi kuştu, yuva yapardı.
Annem de öyle...
Teyzem, halam, ablam da...
Ama hiçbirimizin “ev”i yok.
* * *
Evet, biri birinin yuvasını yapıyor ama, “ata”sözlerindeki gibi değil.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2010
“BİR kızıl goncaya benzer dudağın<br>Açılan tek gülüsün sen bu bağın<br>Kimbilir hangi gönüldür durağın...” Yıllardır ne zaman dinlesem, hem düşüncelerimi gezdirir bu şarkı, hem ezgisi hemen dudağımda gezinir. İçimden mırıldanırım...
Geçenlerde tesadüfen öğrendim, güftesi Melek Hiç’e aitmiş şarkının.
Internetten baktım, pek bilgi yok hakkında.
Ama Hiç’in kapağı solmuş bir şiir kitabına rastladım. Belli epey eski bir kitap. Adı “İçin İçin”...
Ve kapağında hala dumanı tüten bir yanardağ var! İçin için...
Adı Melek, soyadı Hiç...
Şarkının “hikayesi”ni düşündüm, biraz da hüzünle. Sonra Nursel Tozkoparan’ın şarkının bestecisi Amir Ateş ile yaptığı röportajda buldum “hikaye”nin izini.
Melek Hanım, o dizeleri Hazreti Muhammed’e ithafen yazmış.
Ardından Melek Hanım’ın belki de hiç yazılmayan, kayda geçmeyen, hiç bilinmeyen hikayesini düşündüm, dizeleri eşliğinde. Aklımda Hasan Hüseyin’in dizeleri:
“İncecikti, gül dalıydı
Dokunsam kırılacaktı, dokunmadım kurudu
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç...”
* * *
Bir şarkıdan yola çıkıp “hayatlar”ı gezmeme, “TRT Türk”ün “Müzik Serisi” CD’leri neden oldu.
Albümde gördüğüm, yıllardır dinlediğim o güzelim şarkının güftesinin altındaki “Melek Hiç” imzası çıkardı beni bu yolculuğa...
TRT Türk Genel Yayın Yönetmeni Ümit Sezgin’in koordinatörlüğünde gerçekleştiren seri, 300’e yakın eseri (hayat kesitini, geçmişten gelen “an”ları) bugüne taşıyor.
Karadeniz, Çerkez türküleri de var. Anadolu’nun türlü renkleri de...
Arada sözü-müziği Cem Karaca’ya ait “Düştüm Mahpus Damlarına” gibi sürprizlere yakalanıyorum.
Sözü Mahsuni’den, yorumu Neşet Ertaş’tan “İşte Gidiyorum Çeşmi Siyahım”lara...
Musa Eroğlu’na, Muzaffer Sarısözen’e.
* * *
Sonra, Melek Hanım’ın solgun şiir kitabının kapağına yeniden bakıyorum.
İçerlerdeki yanardağ, faal...
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2010
ON gün oldu olmadı. Trafikte cep telefonunu kulağına yapıştırıp günboyu öyle dolaşan erkek sürücülerden söz açmıştım.
Hani iç kulak, orta kulak, dış kulaktan sonra en dışta cepçekulak, gibilerinden...
Meğer geçen gün Guinness’e sızdığımız “Dünyanın en büyük omleti”nin ardından başka bir dünya rekoruna koşuyormuşuz haberim yokmuş:
“Alooo, cep’le konuşmada Dünya Şampiyonu olmuşuz...”
* * *
Dün okuduk gazetelerden.
Türkiye’de cep telefonu kullanıcıları, günde ortalama 76 dakika konuşarak “dünya lideri” olmuş.
Heybeden-haybeden Guinness’lerden sonra, bir şampiyonluk daha...
“Hey man, u know...”dan ibaret muhabbeti, bir film boyunca uzatabilen Amerikalıları bile sollamışız, 6 dakikayla...
Üçüncü sıraya ise “lasciatemi cantare (bırakın söyleyelim)” nakaratı bizim bile dilimize dolanan İtalya yerleşmiş.
Eh uyar...
Dördüncü sıradaki Endonezya’yı bilemedim ama, beşinci sırada Rusya da şaşırtıcı gelmedi.
Kuşaktan kuşağa birikmiştir tabi orada, rahatça “konuşma” özlemi...
* * *
Bu yılın başında da cep telefonuyla aylık ortalama konuşma süresiyle Avrupa üçüncüsü olmuştuk.
Demek ilerleme var.
Ne konuştuğumuza gelince...
Dün gazetelerde çıkan araştırmaya göre, günde 52 dakika “kişisel” konuşmuşuz.
Yirmi dört dakika ise, işle ilgili...
Ki ben bunca yıldır, Türkiye’de “iş” ile “kişisel”in ayrılabildiğine pek tanık olmadım/olamadım.
Onlar ayırmışlar, helal olsun.
Neyse, “kişisel”, “işsel”, koklaşa-konuşa aldık altın ahizeyi.
Vaktiyle ithal “cep herkülü” ile aldık madalyayı, şimdi de kulakta telefon dünyanın “cep lideri”yiz.
Eh bu kadar “konuşan” varsa, kimbilir ne kadar da “dinleyen” vardır.
Şimdi merakla, “telefonları en çok ve en farklı kanallardan dinlenen ülkeler” araştırmasını bekliyorum.
“Duyan” olursa, bana da bildirsin.
Ama asla, “telefon” ile değil... Olmadı, dinleme kaydını elden yollarsınız.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2010
KUĞULU Park’ın önünden her geçişimde, “elde var hüzün” babından bir esinti içimde... “Park” gitmiş. O kabus trafiğin ortasına park etmiş.
Bir avuç kalmış, bir kaç kuğusuyla...
* * *
Oysa parklar, trafikten, korna çığlığından-egzos homurtusundan uzakta ya da yalıtılmıştır gelişmiş ülkelerde.
Betonlaşma, hava-ses kirliliği, insan seli, ter, yorgunluk, yapaylık, stres, yani büyük şehir olmanın bilimum kaosundan bir an uzaklaşma, teneffüs, “sığınma” imkanıdır.
Bir an, bir an için bile olsa...
O nedenle Rousseau’da mutsuz bir aşık tutkularından parkta gezerken kurtulur.
Sait Faik’de parkta banka oturan adam bir an uzaklaşır çaresizliğinden.
Yağan yağmurda yıkanırken... Sessizliğe, yağmura tapınarak.
Ve benzer nedenle “Gül Bahçesi” parkı, Turgut Özakman’ın Romantika’daki “sır” aşkına, hocanın öğrencisiyle lüküstürümlerin sığınağında buluşmasına “yataklık” eder.
Çünkü her park, bir hikaye imkanıdır aslında.
Sadece kuğunun tanıklığında bir hikaye biter.
Karşıda, salkımsöğütün koruganında, yeni bir hikaye başlar.
“Sır”ların da mekanıdır.
Bir kente parlaklığını veren aynanın ardındaki yeşil sırrıdır aynı zamanda.
Sadece parkı değil, o kentin hayatını, dokusunu, kentlinin “tabiat”ını yansıtır.
* * *
Dost Kitabevi yayınlarından çıkan Hans Sarkowicz’in Bahçelerin ve Parkların Tarihi’ne yeniden baktım.
Meyer’in parklarda, bir çanaktan bir çanağa akan İtalyan çeşmelerini anlatışı gibi aslında parktaki “hayat”:
“Her biri alıyor ve veriyor aynı zamanda
ve akıyor ve dinleniyor...”
Alıp vermek, akmak ve dinlenmek.
Hayat başka nasıl özetlenebilir?
Eğer bir parka oturup, çimenine uzanıp, bir an, hayatın(ın) özetini düşünürse insan...
Eğer özet diye bir şey varsa, hayatta.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2010
GÜLDAL Kızıldemir anlatmıştı. Darülaceze’de çocuk yuvasını dolaşırken bir görevliyle konuşmuş.
Görevli “Burada yetişen çocuklardan sarışın ve güzel yüzlü olanları, yaşamlarında daha başarılı ve mutlu oluyorlar” demiş.
Ardından da eklemiş:
“Çünkü yuvayı ziyaret eden yabancılar, hep onları kucaklarına alıyor”...
İnsan sıcaklığının, küçük bir temasın, baş okşamanın ve bu yolla verilen anlık bir sevgi mesajının sonucuna bakın!
* * *
Erdal Atabek’in “İnsan Sıcağı” kitabında aktardığı anısını hatırlıyorum.
Atabek 12 Eylül darbesinin ardından 3 yıldan fazla yatar cezaevinde. Ve yaşadıklarını kaleme alır.
Bir gün yattıkları koğuşa, işkenceden geçmiş çocuk yaşta bir genci getirir gardiyanlar.
Bırakırlar ortaya...
Koğuştakiler hemen alır, ranzaya yatırırlar.
İşkencenin tüm izlerini üzerinde taşıyan genç, tek kelime etmez.
Ana rahmindeki gibi dizlerini karnına çeker, büzülür yatağına...
Aşırı, devamlı bir titreme, kasılma halindedir. Üstünü örterler, kesilmez titremesi...
Koğuştakiler gencin halini çaresizce izlerken, içlerinden birisi kalkıp gider yanına.
Ve hiç konuşmadan sarılır çocuğa, başını göğsüne yaslar.
Kısa süre sonra kasılmalar, titremeler durulur, uykuya dalar çocuk.
Ve koğuştakilerden birisi fısıldar o basit formülü:
İnsan sıcağı...
* * *
Kış geldi, yine “gripal tedbirler” saracak ortalığı:
“Ammannn tokalaşmayın, sarılmayın, hele ki öpüşmeyin...”
Bir yönüyle haklıdır bu uyarı; çünkü bizde tanıdık-tanımadık, “el-ense olsun, yanağa buse konsun, torba dolsun” gibilerinden “sahici olmayan samimi selamlaşma” yaygındır.
Hatta “her önüne geleni, tuttuğunu el-enseye getirip öpen” siyasetçileriyle de meşhurdur bu ülke...
Onları zaten yaz-kış boşverin. Hele mesafeli dursunlar...
Ama sevgiden, gönülden, ta içerlerden esen bir temas hevesi sararsa yüreğinizi.
Öyle hissederseniz dolu dolu, sarılın, sımsıkı kucaklayın derim.
O sıcak, sahici “an”ın, insan sıcağının yanında lafı mı olur nezlenin, nevazilin.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2010
ESKİ TİP Genel Başkanı Behice Boran 23 yıl önce bugün hayata veda etmiş. Boran’a dair canlı görüntüleri 1970’li yılların TRT’sinden hatırlıyorum.
İsmail Cem’in TRT Genel Müdürü olduğu dönemde yayınlanan açık oturumlardan...
Hep yaşlı, ama hep dinç bir siluet kalmış aklımda. Ve vatandaşlıktan çıkarılışı, Brüksel’de kalp krizini atlatamaması...
Ve onu vatandaşlıktan çıkaranlar, milletvekilliği yaptığı için TBMM’de cenaze töreni düzenlenmesini engelleyemedi.
* * *
Siyah pantolonu, siyah gömleği ve sazıyla Ruhi Su çıktı aynı dönemde televizyona.
Devlet televizyonuna:
“Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı kimimiz evli.”
Sonra öldü kanserden.
Devletten pasaport alabilseydi, belki yurtdışında tedavi olabilecekti... Ama vermediler.
* * *
O günlerde TRT’ye fon müziği gibi yerleşen yanık bir türküyü de konuşuyordu herkes:
“Kâtip arzuhalim yaz yare böyle...”
On iki, on üç yaşlarında bir köylü kızının söylediğini sanıyorduk.
Meğer Selda Bağcan söylermiş.
* * *
Yakılmaktan son anda kurtulan Aziz Nesin’in öyküsünden ekrana uyarlanan TV dizisi de aklımda:
“Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz.”
MC döneminde apar-topar görevden alınan Cem’in Türkiye’nin ilk kez Eurovision şarkı yarışmasına katılmasına karar vermesi.
Ali Rıza Binboğa’nın “Yarınlar Bizim” ile Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika”sının Eurovision için yarışması.
İlk kez naklen yayınlanan dünya kupası.
* * *
Sonra ekranda ilk arabesk.
TRT’de 35 yıl önce. Orhan Gencebay.
Ardından ilk canlı mevlit yayını.
Aralarda, arızalarda ekran beliren Osmanlı minyatürleri.
Ekran mizahına giren, o ünlü Necefli Maşrapa da o dönem miydi?
Hatırlamıyorum ama, bir şeyi biliyorum.
En renkli siyah-beyaz televizyon, sanırım o dönemdi.
Yazının Devamını Oku