Yaşar Sökmensüer

Terbiyenin yumurtalısı

15 Aralık 2010
“HAYATTA ben en çok babamı sevdim. Karaçalılar gibi yardanbitme bir çocuk /Çarpı bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin, /O çapkın babamı ben öyle sevdim.
(...) Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti, /Öyle öyle ezber ettim gurbeti.
Sevinçten uçardım hasta oldum mu, /40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu, /Ohh, dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
(...) Hayatta ben en çok babamı sevdim.”
* * *
Can Yücel’in, Cebeci Asri Mezarlık’ta yatan babası, Hasan Ali Yücel için yazdığı bu şiir, babalarımızın kuşağı açısından hep hüzünlendirir beni.
Çok dinledim, o kuşağın insanlarından; varlığıyla da, yokluğuyla da yaşadıkları “baba hasreti”ni:
“Babamla çocukluğum boyunca hiç öpüşmedik, sımsıkı sarılmadık bile. Elini öperdim bayramda o kadar. Ayıp görülürdü o zamanlar bu tür yakınlıklar.
Mesafeliydi baba-çocuk ilişkisi.
Sonra yaşlandı, hastalandı. Hastanede öylece yatarken, ilk kez alnından öptüm onu.
İlk ve son defa...”
* * *
Yine bir çok insanın hasreti, yarım bile kalamamış hevesidir:
“Ailecek, hep birlikte o kadar az şey yapabildik ki...
Babama, anneme dair tüm hatıralarım, yarım yamalak.”
* * *
Ailede koyulan mesafe, her kuşakta aşılıyor da...
Bir de toplumun “mesafe, hudut koyucuları” var.
Misal, “Park Caddesi vukuatı”...
Polisin “vazife ve selahiyati”, restoranda ailesiyle birlikte oturan çocuğa kadar uzanıyor.
“Ailecek”, anasının-babasının yanında oturan çocuğa tutanak tutuyor polis. Sonra tutanakla yine onlara teslim ediyor.
Ve çocuğun annesi-babası, “büyükleri” ile yaşadığı “aşk oyunu”, bir tür “gözaltı”na dönüşüyor.
Oysa az önce hep birlikte gülüyorlardı. Ailecek...
* * *
Gerekçe “aile-çocuk ahlakı” filan ise, sevgiyi ahlak edinmeli insan.
Ben öyle büyütmeye çabaladım elden geldiğince; önce kendimi, sonra oğlumu... Sorana, danışana da, o tek maddeli “anayasa”yı önerdim.
Ve bu yaşta “ahlak”ı mevzuattan öğrenecek değilim.
Yok “çocuk terbiyesi” ise... “Terbiye mevzuatı” da anca sirkte, harada normal sayılır 21. yüzyılda. (Ki ben orada da normal karşılamam, her canlının kendi ortamında, özgürce yaşama hakkı vardır)
Ve ille “terbiye” ise mevzu, ailesinin yanında oturan çoluk-çocukla değil, terbiyenin yumurtalıysa ilgilenmeli derim.
Büyüyen çocuklar, kime, neden tepki duyar, nasıl tepki koyar... Susturulan, sınırlanan, hatta dövülen, “gazlanan /gaz verilen” çocuklar, rövanşı “büyükleri konuşturmamak” da mı arar.
Önce bir anlamak lazım, değil mi?
Bence bu fasılda bile, sevgi çok uzakta, imkansız değildir:
“Hatamla sev beni...”
Yazının Devamını Oku

Amelya’nın kızı

11 Aralık 2010
ADİLE Naşit 23 yıl önce bugün hayata veda etti. “Kaç yaşındaydı öldüğünde?” diye sordum çevreme...
Eşin-dostun tahmini 65’in üstünde, hatta 70’lere yakın oldu.
Oysa sadece 57 yaşındaydı, öldüğünde...
Ama Hababam Sınıfı’nın “Hafize Ana”sı olarak yerleşmişti belleğimize.
Yanılsamanın nedeni, “toplumsal bellek”ti yani.
“Ekran”ın yarattığı “ezber”di.

Pek bilinmeyen, “bellek” dışına atılan bir özelliği daha var.
Tiyatro oyuncusu Amelya Hanım’ın kızıydı “Hafize Ana”...
Babası ise ünlü komedyen Naşit.

Annesi Rum, büyük annesi Ermeni’ydi...
Ama genç ömründe hep, herkesin büyük akrabası, “ana”sı, yaşlı teyzesi, büyük annesi oldu. Öyle belledik.
Onun şefkati, sevimliliği, perdeyi-ekranı çınlatan kahkahalarının da etkisi var belki:
Biz yıllarca Türkiye’de bir Ermeni’nin, bir Rum’un, bir Yahudi’nin neler yaşadığını, hissettiğini düşünmedik.
“Öteki” sayılma, “azınlık olma hali”ni hissedemedik.
Farkında olamadık.

Vahi Öz’ün gerçek ismini bir Ermeni kralından aldığını, Vahe olduğunu es geçip, Horoz Nuri’yi sevdik. Öyle belledik.
Sami (Samuel) Hazinses’e güldük, naif karakterine şefkat gösterdik filmlerinde...
Nubar Terziyan “dede” ile ısındı içimiz.
Biraz, “kötü adam”, “zalim burjuva” Kenan Pars’a öfkelendik.

Kimi gerçek ismiyle yaşadı bu ülkede. Kimi ismini değiştirdi.
Kimini de biz Türkçeleştirdik.
Biz, “bize” tercüme ettik, gıyabında...
Olmadı lakap taktık.
Ve öyle “ezber”ledik.

Onno Tunç (Boyacıyan), Bülent Ortaçgil’in “Benimle oynar mısın” albümünde, bas gitar çalmıştı.
Hani, “Susulsam kusur olsam /Ağızdaki küfür olsam /Doğuştan esir olsam /Yine de oynar mısın benimle” diye soran o şarkıda.
Haylaz, Habamam çocuklarla oyunlar oynayan, onlarla birlikte koşuşturan Amelya Hanım’ın kızı, gözlerimin önünde şu an.
Kimbilir hangi kahkaha neye maskedir, hangi tebessümde ne tür kederler gizlidir...
Yazının Devamını Oku

Rüzgar ve şiir

10 Aralık 2010
ON beş yıl önce bugünlerde Ankara Atatürk Kültür Merkezi bahçesine, törenle bir heykel yerleştirildi. Dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın da katılımıyla... Nazım Hikmet’in heykeli.
Heykelin adı, “Rüzgara Karşı Yürüyen Adam”...
¡ ¡ ¡
O dönemin esintisi, bu girişimi mümkün kılsa da...
İsmiyle müsemma, aslında bakan da, tören de, heykel de “rüzgara karşı”ydı. (O heykelin isminde bir muziplik de var mıydı, bil(e)miyorum)
Netekim, Başkan Melih Gökçek’in o günlerde ilk seçim vaadi, o mevzuda esti:
“Partim iktidara geldiğinde Nazım Hikmet’in heykelini kesin kaldıracağım.”
Ama mevsim değişti, rüzgar değişti, Nazım’ın mezarı vasiyetine uygun olarak memleketine, çınar ağacının altına dönemese de...
Sanki o heykelin nezdinde, vatandaşlığı iade edildi.
¡ ¡ ¡
Derdim “rüzgar”, Başkan Gökçek filan değil.
Gökçek’in “heykellere dair biyografisi”nde, aktardığım Nazım Hikmet meselesi bence “vakayı adliye”dendir.
Neyse, 15 yıl önce tam da bugün o heykeli diken bakanı, CHP ihraç etti sonradan.
Derdim, Sağlar’ı savunmak, ihracını sorgulamak filan da değil. CHP’de de, ne ihraçlara aklım erer, ne ithallere...
¡ ¡ ¡
Niyetim, Nazım’ın heykelinin tuncu/bronzunda, o “zaman”a göz atmak.
MHP lideri Alparslan Türkeş ölümünden kısa süre önce yaptığı konuşmaya Nazım’ın dizesini eklemişti:
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür /ve bir orman gibi kardeşcesine...”
İnanmadım.
¡ ¡ ¡
Dönemin FP Genel Başkanı Recai Kutan da kongrede okudu Nazım’ın şiirini.
İyi okuyamadı elbet, aldırmadım. Şiiri de emanetti, makamı da...
Hemen ardından bir dönem solun ilk sıralardaki hedefi olan işveren sendikası MESS, tüm zamanlarda dünyanın en iyi 10 şairinden biri olarak niteledi onu.
Belki metal işverenleri açısından, “Trum trak tiki tak, makinalaşmak istiyorum” cımbızlaması..
¡ ¡ ¡
Siyaset, şiire artık yakın duruyor. Çünkü “konuşma/hitabet sanatı” açısından kuruyemiş. At bir avuç konuşmanın arasına, balık bilmezse halik (halk) bilir miydi o deyim?
Olsun, ben de Nazım’ın sevda şiirlerini severim:
En güzel söz, henüz söylenmemiş olanıdır, gibilerinden...
Yazının Devamını Oku

Sıradan manşet

9 Aralık 2010
BUGÜN manşetimizde, ilk bakışta “sıradan” gözüken bir kaza var. Bir taksi, yanlışlıkla merdivenlerden inmiş.
Allahtan ön takım, rot başları, amortisör, belki cant dışında ne örselenen var. Ne yaralanan...
Evet sıradan...
TV’de Polat ile Memati’nin kovalamacasını izlerken, duvarı yıkıp salonun ortasına giren otomobilin sürücüsüne aynı yorgun alışkanlıkla kolonya serper, su veririz biz.

Otomobiller kaldırıma park eder.
Biz asfaltta, arabaların arasında slalom yaparız.
Ama apartmanımızın önüne, belediyenin yani “herkes”in yoluna park etsin bir “yabancı”, hemen kaldırırız sileceklerini.
Apartmanın önünü/ardını, işyerindeki iki karış masayı, ağaçla kapanan “manzaramızı” sahiplenmeye gelince aslan kesiliriz de...
Yaşadığımız kenti sahiplenmek, yaya hakları filan deyince arabaların arasında zıp zıp tavşan.

Kızılay yaya geçişine kapatılır. Atlarız, zıplarız beton bariyerlerin üstünden.
Bulvarlar, otobüs durakları korsan taksi durağı olur, biz de tek gözümüzü kapar geçeriz.
Okul bahçesinde park eden araçların arasında, top koşturur çocuklarımız. Tekerlek boşluğunda sobelenir, saklambaçta...
Biz Cinnah’da, Atatürk Bulvarı’nda, alt geçitlerde iki karış kaldırımda “sek sek” oynarız.

Manşetimiz sıradan.
Taksi sürücüsü, o merdivenleri yol sanmış, sokak sanmış, sapmış.
Doğaldır, çünkü artık kaldırımı park yeri sanıp da yanaşmıyor sürücüler.
Kaldırımlar artık zaten “park yeri”...
Kaldırıma park etmeyi engellemek için yerleştirilen “babaları” taşınabilir-kaldırılabilir yaptı, otomobil öncelikli bu zihniyet.
Ötesi mesela Bahçelievler 7. Cadde’de, Tunalı’da filan sıralanırsan yol boyu.
Bir de belediye park ücreti alıyor, iyi mi!

Yaya geçidinde yeşil yandığında geçmeye teşebbüs eden kentliye, “Dur, ezerim” nidasıyla klakson çalıyor çoğu sürücü.
Önündeki otomobil karşıdan karşıya geçen bir yaşlıya yol verse, ona da “dat dat”...
Ve bir milyona yaklaşıyor, Ankara’daki otomobil sayısı.
“Her yerde, her zaman” karşımızda bir otomobil...
Ama bir orası kalmıştı otomobillerin giremediği.
Merdivenler...
İşte bu traji-komik kentte, sıradanlığı, farkındalığa dönüştürme hayali, aslında bizim -ironik- manşet.
Yazının Devamını Oku

Kent hafızası için ilk adım

5 Aralık 2010
YAZIMI iki haber tetikledi.

Birisi, bugün duyurduğumuz, yeni “Kent Hafızası” sayfamız.
Bu sayfayı gerekli gördük kent için, kentsel farkındalık için...
Manşetimize de, Zuhal Olcay’ın hem sitemkar, hem de asi yorumuyla söylediği şarkının nakaratını yerleştirdik:
“Unutulmaz denen günler, unutulur unutulur
Bu hayat böyledir dostum /Yaşanan gün mazi olur
Kalbini dağlayan yangın /Yavaş yavaş küle döner
Unutulur unutulur unutulur unutulur...”

Niyetimiz kent hafızasını diri tutmak, “hafıza mekanları”nı korumak, ötesi yenilerini yaratmak.

Yazının Devamını Oku

Usta ve çırak

3 Aralık 2010
NE ustayım, ne uzman. Ama epeydir evliyim, eğer “alaylı olmak” işe yarıyorsa bu mevzuda...
Dışkapı Yıldırım Beyazıt Hastanesi Psikiyatri Klinik Şefi Doç. Dr. Haluk Özbay’ın “tavsiye”sini çok tartışmalı buldum.
Özbay evliliği “usta-çırak” ilişkisine benzetiyor:
“Neyi ne zaman yapacağını usta söyler. Ustanın kim olacağını da toplumsal yapı düzenler.
Her iki taraf için de kayınvalidenin ya da kayınpederin ustalık yapacağını bilmemiz lazım”.

Özbay’ın satırlarını ve satır aralarını okurken, Nietzsche’nin “evlilik ve ustalık” nasihatleri geliyor aklıma:
“Gençsin ve çocuk sahibi olmak, evlenmek istiyorsun. Ben de soruyorum sana: Bir çocuk istemeye layık bir insan mısın? Muzaffer misin, duygularına hükmeden misin? Sürdürmekle kalmamalısın neslini, yükseltmelisin de!”
Üniversitede okurken evlendiğimde, neslimi sürdürmek, zaferlerimi evlilikle taçlandırmak filan geçmiyordu aklımdan.
Aşık oldum, evlendim. O kadar basit.
“Evlilikte usta, aşkta çırak” olanları da çok gördüm hayatımda. (Kayınvalideler-kayınpederler bu hususta içtihat olabilir belki, ne yazık)
Tersini de gördüm.

Erken evlendim. Özbay’ın belirleyici/düzenleyici yaptığı “toplumsal yapı”dan kaynaklanan lüzumsuz tabular nedeniyle...
Ve onları, maalesef onların kurallarıyla aşmak için.
O “yapı”ya kapımı kapatıp, bir oda-bir salon kendi “yapı”mızda yaşamak için...
Kimdi usta, kimdi çırak pek örnek gelmiyor aklıma ama. Menemeni ben iyi yapardım, karım pilavda çok usta...

Kayınvalide-kayınpederlerin evlilikte ustalığına gelince...
Hepsi iyi insanlardı bizim örnekte, ölene kadar birlikte yaşadılar, yaşıyorlar.
O kuşak öyle, çoğu örnekte... Ama gizledikleri, gerçek bir aşk hasreti ya da imkanı var mıydı.
İşte asıl mesele. Birlikte bir ömür geçirdi çoğu. Evlilik bir “ömrü” birlikte tüketmek midir? Birlikte “hayat”ı yaşamak mı...

“Evlilikte neyi, ne zaman yapacağını usta söyler” diyor, Özcan.
Acaba “Bize ne yapacağımızı kimse söylemesin” diyerek, üç kuruş maaşla kaç insan giriyor, açılır-kapanır kanapede gerdeğe?

Son olarak, evlilikte ustalığı toplumsal yapının düzenleyeceğini söylüyorsunuz ya...
Dede-baba-aile büyüğü talimatıyla “düzenlenen” töre cinayetleri, namus terörü, “domdom kurşunları” geliyor aklıma:
“Kirvem (ustam), hallarımı aynı böyle yaz /Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil /Domdom kurşunu, paramparça ağzımdaki...”
Usta, sahi ne diyorsunuz bu hususta?
Yazının Devamını Oku

Gökçebağ’ın paleti

2 Aralık 2010
RESSAM Yalçın Gökçebağ, renklerini paylaştı dostlarıyla. Resimlerini yaparken renkleri saldığı, yeniden ürettiği paletlerini...
Bana da verdi, armağan etti renklerini.
Sordum, “Hangi resme/resimlere renk verdi bu paletteki gökkuşağı?”... “Bu rengarenk boyalar, ‘rengahenk’ olup hangi tabloyu yarattı?”
“Kış resimleri” dedi.
Hemen çantasından 6 Aralık’ta Armoni Sanat Galerisi’ndeki yeni sergisinin davetiyesini çıkarttı.
Lacivertler-maviler gök olmuş, beyazlar yağmış mevsimine, gölgeler siyah. Paletindeki o renkler(le) kışı yaratmış.
Ve ağaçlar var, her mevsiminde... Çoğu yalnız.

Mecazen demiyorum.
“Renk yaratmak” nasıl bir şeydir yarabbi.
Mesela Van Gogh gibi fırça darbeleriyle, buğday tarlasını yeniden yaratıp... Van Gogh sarısını... Sonra bir kara karga bulutunu, kendi yarattığı tarlalara salmak.
Acaba nasıldı onun paleti?

Ya bizim her gün yaşamımızı, oradan aldığımız renklerle boyadığımız palet?
Bazı renklerini, bazen ana rengini, başkalarının, işin/eşin/mesleğin/devletin önceden yerleştirdiği...
Aradığımız eflatunsa, içine mavimizi katıp ama onun kırmızısından hareketle bulmak.
Turuncuysa; sarımızın, onların kırmızısına mahkum olması... Ne yaparsak yapalım, dışımızdaki renklerin üzerimize, tablomuza abannması...
Sahi, sizin paletinizde ne renkler var?
Ve o renkler kime ait...
Biz mutluluğun resmini, kendi renklerimiz olmadan yapabilir miyiz Abidin, Yalçın?
“Palet”in aynı zamanda, yüzmeyi/açılmayı kolaylaştıran bir gerecin adı olması, rastlantı mıdır, dil dumuru mu yoksa “umut” mu, arkadaşlar?

Gökçebağ ağaç seviyor.
Yalnız ağaçları daha çok...
Tek başına ayakta kaldıkları için mi?
Her ağacın rengini mevsime rağmen, kendisi, yeniden ürettiği için mi... Ve bu ikisi akraba mıdır; tek tabanca olup da, rengini yeniden üretmek?
Yanıtı paletinde gizlidir elbet.
Yazının Devamını Oku

Yanılsamaya övgü

1 Aralık 2010
HATIRALARINI da önce istifler, sonra örgütler bazen insan. “Yanılsama”nın hevesle beklediği hayallerinin ayarını kaçırırken, hatıralarının ayarını da yapabilir yeniden.
Özellikle, Edip Cansever’in Tomris Uyar’a doğumgününde hediye ettiği şiirdeki gibiyse bazı hatıralar:
“Duvarlara fotoğraf falan asma /ve konsol ve ayna çerçevelerine,
hele aile resimlerini hiç mi hiç, /baktıkça renksizliğe dönüşüveriyor,
olmayan bu zaman parçaları -sen ne dersen de-”
Hatıralarını bazısını solan fotoğraflarda bırakır, bazısını rötuşlar yeniden...
Ki, “albüm”üne yıllar sonra yine bakabilsin. Bazı hatıralarını, masal gibi anlatabilsin.
Murathan Mungan’ın, Lal Masallar’da kahramanına “Anlatsam inanmazlar oğul, masal derler; masala inanmazlar, masalı yalnızca dinlerler, sanki hakikati bilirmiş gibi, sanki hakikatin sırrına ermiş gibi, masala inanmayan gerçeğe inanır mı?” dedirtmesi, boşuna değildir.

Hemen her insanın “geçinebildiği masal”lar, yanılsamalar bunlar. Hatta bazen peşine düştüğü...
Kendi yarattığı bir illüzyon olduğunu sezse de, kaç insan karşı koyar mesela aşka.
Hem, karşı koyanlar mı makbuldür bu meselde, “ayaklanıp” gidenler mi...
Ve yaşam, yanılsama ise öyle ya da böyle, şu zaman ya da bu zaman. Dün ya da yarın...
İnsan yaşadıklarından mı pişmanlık duymalı abiler-ablalar, yoksa yaşamadıklarından mı...
Yaşadıkları karşısındaki duyduğu pişmanlık mı daha çaresizdir, yoksa hiç yaşamadıkları mı?
Ne desem, “yanılsama”.

Tabi ki, deliyiz biz.
Eğer, Einstein’dan mülhem, “delilik aynı şeyi tekrar tekrar yapıp, farklı sonuç beklemekse”...
Kişiliğimizin başköşesine kurulan “benlik beyi”ni yedirip-içirmiyor muyuz çoğu kez, aynı masalarda/masallarda.
Yaşadığımız hayatı değiştiremeyip, yaşadığımız hayatın bize yansımalarını bazen yalanlarımızla, -bazen daha masumu- yanılsamalarımızla değiştirmiyor muyuz.
Yanılgı diye bir şey var ama “sanılgı” diye bir kelime yok değil mi? Oysa olmalı şu andan itibaren. “Sanı”dan kaynaklanan koskoca hayat tasavvurları varsa...
Yanılsama, sanırım brütü gerçeklerin.
Darası, kabıyla birlikte...
Yazının Devamını Oku