Yaşar Sökmensüer

Biz sıkılmak istiyoruz

28 Kasım 2010
İNGİLTERE’de Cambridge Üniversitesi bir arama motoru geliştirmiş. Adı “True Knowledge”, yani “doğru bilgi”...
“Doğru”nun da “bilgi”nin de hem hasretle arandığı, hem de “doğru bilgi”yi pek hazmedemediğimiz için kolayca rafa da kalktığı ülkemiz için enteresan bir “motor” öncelikle...
Yakında gelir bize de... Motoru tüple çalışanını yapar, çığır da açarız.
Neyse...
İngiltere’deki cimcimeyi salmışlar “net”e, “Yüzyılın en sıkıcı günü”nü cımbızlamış: 11 Nisan 1954...
Öyle ki, “o günde önemli bir kişi ölmemiş, hiç büyük bir olay olmamış ve 20. yüzyılın dikkate değer birçok insanının doğumgünü olmamasına rağmen sadece bir Türk akademisyen o gün doğmuş”.
Bilkent Rektörü Abdullah Atalar.
* * *
Elbette hepsi bir ironi.
O nedenle, Prof. Dr. Atalar’ın Ankara Fen Lisesi’ni birincilikle bitirip, aynı yıl Üniversite Giriş Sınavı’nda da birinci olduğunu, sonra ODTÜ’den de bölüm birincisi olarak diplomasını aldığını, ardından akademik başarılarını filan pankartlayıp, İngiltere elçiliğine kara çelenk bırakmayı düşünmedik.
* * *
Gülümsedik. Ama yaban-yabancı bir tebessümle...
Hiç kimsenin ölmediği, hiç büyük bir olayın olmadığı bir günün “sıkıcı” olarak tanımlanması, bizim üç yanı derya gezegenimiz için yeni bir kavram. Tedavüle girmesi de kısa vadede zor.
Çünkü biz hiç sıkılmıyoruz. Bizim “sıkıcı” hiç bir günümüz yok.
Her gün birisi/birileri, yüzlercesi ölüyor misal.
Bugün birinci sayfamızda “soba gazından”... Dün “koca gazabı”ndan. Önceki gün yüzden fazlası “bayram”dan...
Olay derseniz her gün onlarca, hepsi vakayı ad(l)iye...
* * *
Yabancı meslektaşlarımız bizi ziyaret ettiğinde, hep ortaya “ironik bir iltifat” gibi aynı cümleyi yuvarlarlar:
“Sizin ülkenizde bir haftada tanık olduğum ‘haber’leri, ben gazetecilik mesleğimin neredeyse tümünde yaşamadım...”
Uzun lafın kısası, biz artık sıkılmak, kimsenin ölmediği, hiç olay yaşanmadığı “sıkıcı günler” istiyoruz.
(Bu sıkıcı yazı boyunca en çok noktalama işaretlerine dikkat ettim)
Yazının Devamını Oku

İnci ve istiridye

27 Kasım 2010
WILLIAM L. Randall’ın, “Bizi ‘Biz’ Yapan Hikayeler”ini okumadım. Ancak yazılarında kelimeleri melodisiyle, anlattıklarını “hikayesi” ile veren hukukçu, yazar Mithat Sancar’ın o kitaptan aktardığı iki cümle hep belleğimde kalacak:
“Her birimizin sahip olduğu en değerli şey, benzersiz kişisel hikayemizdir.
Hikayemiz varlığımız için gereklidir, tıpkı bir incinin istiridye için gerekli olması gibi...”

Sancar Ankara’nın da geçmişinde “sahici hikayeler” olduğunu, ama bugünün “kurmaca Ankarası”nın onlarla bir alakasının olmadığını yazıyor.
Başkalarının hikayelerinin yasaklandığını, bastırıldığını, insanların “incisiz istiridye”lere dönüştürülmek istendiğini...
Ve yazısının yoluna, yolunun sık düştüğü Ayrancı Antika Pazarı’ndan devam ediyor.
“Pazarın Ankara’ya inat alabildiğine sahici” olduğunu vurguluyor.Porselen kahve fincanları, Çekoslovak yapımı kehribar sigara ağızlıkları, Ermeni ustaların parmaklarından süzülmüş savatlı gümüşten işlemeleri, Anadolu’nun isimsiz veya ismi silinmiş zanaatkarlarının hikâyelerini anlatan muhtelif madenden ufak eşyaları, hatıralı çakmaklarıyla....
O pazara her ay Bursa’dan gelen Ahmet’i, Karslı İbrahim Usta’yı, dostlarını okuruyla da tanıştırıyor.

O satırları okurken daha önce bir yazımda aktardığım, “Emek semt pazarı”nda yaşanan “sahici” bir hikayeyi hatırladım.
O pazara ta uzaklardan, memleketin doğusundan gelip de, tanımadıkları yaşlı bir kadına “oğulluk” yapan pazarcıları...
“Uzaktan gelen dostlar yakın dostlardır” der ya, Çin Atasözü... Oydu benim, o yazımdaki “hikayem”.

Sancar’ın sık uğradığı, bir fincanın, bir çakmağın temasında “hikayesi”nin izini sürdüğü öylesi mekanlar yok denecek kadar az artık.
Oysa onlar hikayeleriyle, hatıralarıyla kentin “hafıza mekanları”.
Bazen o pazara giden sokağın bizzat “ismiyle” de...
Oysa sokakların bile isimleri değiştirildi.
Misal, her mevzu açıldığında yazdığım Angora Sitesi’nde...
Sevdalı Patika, Taşplak, Öykülü, Sırvermez, Sakız Hanım, Akşam Simidi gibi hepsi bir “hikaye imkanı” taşıyan sokak isimlerini değiştirmeye kalktı Büyükşehir.
Yargıdan döndü, belki “topluca”, abartılı bir girişim olduğu için.
Ama asıl nedeni, o sokaklarda yaşayanların “incisine tutunan istiridye” misali, gücünü fark etmesi ve yargı yoluyla kullanmasıdır.
Sahi, kişisel hikayemizden sahici, değerli, benzersiz başka ne var ki...
Yazının Devamını Oku

Katil de biliyor mu

26 Kasım 2010
DÜN kadına yönelik sosyal, psikolojik, cinsel ve ekonomik şiddetin ortadan kaldırılması için “uluslararası mücadele ve dayanışma günü”ydü.<br>Ve bugün sayfamıza düşen başlık, “Katilimi biliyorum”... Öldürülen kadınların çoğunun katili kocası...
Şiddete uğrayan kadınların yüzde 75’i de, dayağı, hakareti, tekmeyi-tokadı yine ondan görüyor. Bir bölümü de oğlundan...
Konfüçyus’un bilgeliğini kadınlardan esirgediği o ünlü “nasihat”ındaki trajedi gibi mesele yani:
“Çocukken abilerine, babana bakacaksın.
Evlendiğinde oğluna/kocana.
Ve yaşlandıklarından yine babana/kocana...”
Hayatın başkalarına bakmakla geçecek.
Ve dayağı, şiddeti, hakareti de onlardan göreceksin, hatta ölümün onların elinden olacak.

Bu nasıl bir “dünya”dır, ülkedir demek yetersiz bu fasılda.
Şiddet gören, dayak yiyen, binbir hakaretle yaşayan çoğu kadının tüm “dünyası” da zaten suç mahalli...
Yemeği yapan o.
Tuzu unuttuğu için tabağı suratına yiyen o.
Sofradan sessizce kalkıp, tuzluğu getiren, yemeğe ekleyen de...
Akşam aynı yatağa büzülen de...
O. Ve yaşadığına “hayat” deniyor.

Ayrıca her dört kız çocuğundan birisi cinsel şiddete uğruyor.
Cinsel şiddeti uygulayanlar da, o saldırganların yüzde 75’i de “tanıdık”.
Kız çocuğu babasının terliklerini getirip, abilerine meyve soyarken...
Komşuları, amcaları, dayıları, bazen bizzat babası...
Kadın katillerini biliyor. İlle öldürmese de, hayatını, tüm yaşamını katledenleri...
Peki ya katilleri?
Yazının Devamını Oku

Sıra hocalarda

25 Kasım 2010
İLKOKUL’da, sınıfta parmak kaldırırdık, bir şey sormak ya da öğretmenin sorusuna “Ben, ben, biliyorum” demek için. Az büyüyünce parmak zayıf kaldı, şişmanlayan egomuzun yanında.
El kaldırmaya başladık, genellikle itiraz etmek için...
Ya da:
“Hocam çıkabilir miyim?”

Bu yıl Öğretmenler Günü’nde ise sıra hocalardaydı.
Kimi protesto alkışı için ellerini kaldırdı.
Kimi hazırladığı pankartı...
Kimi de oturma eylemiyle, “oturarak” baş kaldırdı. Çünkü öğretmen o, öğretecek, olgunluğu, zerafeti, farklı stiliyle...

Saymaya 10 parmak yetmez, sorunlarını.
Yoksulluk sınırı altında maaş.
OECD ülkeleri ortalamasının yılda 180 saat üstünde mesai. Ama o ülkelerden daha az maaş/ücret.
Öyle ki “ücretli öğretmen” adı altında, ayda 400-600 liraya çalışanlar, sınıflara sığmaz.
Bir kısmı kadro bekliyor, işsiz. 350 bini aştığı söyleniyor sayılarının...

Bir bölümü ek iş yapıyor.
Yüzde 65’i ise ek iş yapmayı düşünüyor.
Artık şoförlük mü,
Türk Eğitim-Sen’in araştırmasına göre öğretmenlerin yüzde 80’isinin kredi kartı borcu var.
Yüzde 68.8’i ise bankadan kredi çekmiş.
Öğretmelerin yüzde 55’inin “5000 TL üzerinde”, yüzde 22’sinin “2000-5000 TL”, yüzde 9’unun “1000 TL’den az” borcu bulunuyor.
Hiç borcu olmayanların oranı ise yüzde 14.
Yüzde 60’ı kirada oturuyor, yüzde 6.5’u ailesiyle...
Yüzde 65’inin ev, araba, arsa, tarla gibi bir varlığı yok
Ve yarısı öğretmen olduğu için pişman...

“Geçmiş” Öğretmenler Günü’nüz kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku

Psikolojik direksiyon

24 Kasım 2010
BAZI haberler insanın hayatına doğrudan temas eder. Okuduğu anda aklına, yaşamından, çevresinden bir dizi örnek getirir. Mesela dün yayınladığımız Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Sekreteri Doç. Dr. Burhanettin Kaya’nın açıklaması...
Kaya, 30 bin sürücüyle yapılanraştırmaya dayanarak cümleyle özetliyor durumu:
“Kişi otomobilini yaşadığı gibi sürer...”

Yapılan araştırmaya katılan yüksek kaza yüzdesine sahip sürücülerin “hayatı” incelenmiş. Diğer sürülere oranla, ağır ailesel-toplumsal sorunlar yaşadıkları ortaya çıkmış.
Kaya, saldırganlık, duygu denetim eksikliği, öfke, depresyon, itibar, otorite ve güç arayışı gibi kişilik özelliklerinin de “otomobil kullanma biçimi”ni etkilediğini vurguluyor.

Haberi okurken, aklımdan karşılaştığım onlarca “tip” geçti.
Doç. Dr. Kaya’nın açıkladığı araştırmayı “yarı dökümanter” film yapsak. Gerilim filmi mesela... Hepsi başrole yarışır.
Figüranlar için önceden hazırlığa gerek yok, sokakta-caddede çekimler başlasın...
Kendiliğinden düşerler.

Misal, sabah otomobiline binmeden, çevresinde iki tur atan.
Gözlüğünü düzeltip, çizilmiş mi, tozlanmış mı inceleyen...
İşten döndüğünde otomobili kilitleyip, yine de kapı kolunu iyice çekiştiren...
Eve girmeden, otomobilin çevresini iki kez daha turlayan...Çevrede kimse yoksa, bir de eğilip altına bakan...
Bir “rol modeli”nin, evinde yemekteki tuz miktarı ile maraza çıkarmaması mümkün müdür acaba?

Hadi onun zararı keskin sirke misali, önce kendine. Sonra ev ahalisine...
Peki ya vites geçirirken, şanzumanın omurgasına yüklenen...
Tek eli hem klaksonun üzerinde, hem sol pencereden sarkık... (Nasıl yapıyorlar bunu, bilemiyorum)
Nazarlığın üstündeki aynadan, arkaya öfkeli nazarlar atan...
Gözleriyle aranan/araştıran...
Sık korna çalan, ama kendisine çalınan kornaya asla tahammül edemeyen...
Yani “pimi çekili” bomba sürücüler.
Evinde TV kumandasıyla nasıldır acaba?

Evet kişi yaşadığı gibi kullanır, kullandığı gibi yaşar. Dur, diyen çıkmadıkça...
Yazının Devamını Oku

Nasıl öğrettiler

20 Kasım 2010
“ÇOCUKKEN, ufacıkken” sirke hiç gidemedim. Hemen tüm mahalle arkadaşlarım gibi...
İp cambazını, palyaçoyu şimdilerde Tusso Blokları’nın yükseldiği Emek 8. Cadde’deki -o zamanlar- boş arsada gördük.
Cambaz, yerden 5 metre yüksekte “nefes kesen” gösterisinin ardından kasketini “bahşiş” için dolaştırdığında...
Kalabalığa saklanmamız mümkündü o mekanda.
Saklanamazsak da kasket menzilinde değildik zaten; biz mahalle veledi, o bizden “sokak” çocuğu...

Hiç unutmam, Medrano Sirki gelmişti Ankara’ya.
Babalarımıza “Biz de gidebilir miyiz” desek, sırtında götürür... Bilet fiyatı bütçeye trapez geldiği için belki yakın bir tepeden omzuna çıkartıp, izletirdi de...
Öyle durumlarda susardık biz. Pantomimciydi hüzünlerinde, bizim neslimiz.

Orta sondaydım, ilk sirke gittiğimde.
Trapezci kızların bacakları çok güzeldi. (Zürafalarınki, sönük kalmıştı)
Ve gösterileri sunan kızın, pul pul yanan kırmızı tuvaletine sığmayan göğüs dekoltesi...
İlgim artık oralardaydı.
Yani geç kalmıştık palyaçonun esprilerine, şempanzelerin “dişli” gülümsemelerine.
Feleğin çemberinden geçmiştik. Çember alevli, biz aslan olmasak da...

Büyükşehir Belediyesi 12. kez getirdi Büyük Ankara Sirki’ni.
Gidiş ücretsiz, giriş ücretsiz, dönüş ücretsiz...
Kimbilir kaç çocuğun, önce rüyası, sonra gerçeği/mutluluğu, ardından anısı oldu o gösteri.
Tam bir kitlesel hizmet.

Ama manşetimizdeki fotoğrafa bakın.
Kurban Bayramı’nda pompalı tüfekle vurulan, kamyon damperine tek bacak asılan, boğazı zincirlerle sıkılıp hayata diz çöktürülen o hayvanlar, o “güç”, sirkin yıldızı!
Kamçı, mizansen de olsa ayı pençesi, altında!
Bakın fotoğrafa, ne Nazım’ın şiirindeki “ayın altında” cepheye cephane taşıyan öküzler.
Ne, ayaklandığında, dikildiğinde onun “yaban”lığına ve kendi korkuna hayran kalacağın ayılar.
O ayılara, sığırı-öküzü pençelemeyip de, kamçılı sahibine masaj yapmayı nasıl öğrettiler acaba.
Yazının Devamını Oku

Biz kime benzeriz

19 Kasım 2010
“BENZERİ” kelimesi, bizim en terapik argümanımızdır. Aslını yap(a)mayız. “Benzeri”nin peşinde gönül, oy alırız.
O da vaat, vb.dir zaten, gerçekleşmez.
Yorgunuyuz, “benzeri” vaatlerin...
Başkan Melih Gökçek Çin gezisinden “yeni” projelerle döndü. Ama projelerin çoğu, bu kez de Çin’dekinin “benzeri”...
Hıdırlıktepe’ye Şanghay’daki Oriental Pearl Televizyon Kulesi benzeri bir TV verici merkezi yapılacak. Şanghay’daki bisiklet yollarının benzeri ise Çayyolu-Kızılay arasına...
Şanghay’daki aydınlatmayı beğenmiş heyet ama, Kızılay’a Amerika’dakine benzer ışıklandırma olabilir.

On yedi yıl vb...

Bu koltuğa oturalı 17 yıl olacak. (Kendimi, Hürriyet bürosunda oturduğum koltuğumu kast ediyorum)
En az beş-altı kez, hayallerimizin temelini Hyde Park benzeri parklarla attık.
O vaatle yattık kalktık, sayayım hatırladığımı:
1. Önce Bahçelievler Son Durak yakınındaki boşaltılan TUSLOG arazisi.
2. Hipodrom.
3. Mamak Çöplüğü.
4. Gençlik Parkı.
5. AOÇ.
Bu vaatlerin ilk dördü Büyükşehir’den geldi.
Sonuncusu önceki dönemin AOÇ yönetiminden...
Hangisi Hyde Park benzeri?

“Benzeri” parklar

AOÇ deyince... Başkan Melih Gökçek oraya Safari Park benzeri bir Hayvanat Bahçesi yapacağını açıkladı.
Ama aslan-kaplan hala voltada, kafeste...
Sonra sıra, Disneyland benzeri tema park meselesine geldi.
“Kazan’a yapılacak, yok Eskişehir Yolu’na...” derken, Disneyland’ın aslı “Bizim haberimiz yok bu işten” deyiverdi.
Şimdi Tema Park benzeri bir tema parka indirgendi mesele.

“Benzeri” otobüsler

Ardından Başkan Gökçek, 4 yıl önce metrobüs benzeri büyük otobüsler vaat etti.
Mutlu olduk.
Çünkü yıllarca kamyon kasası üzerine oturtulmuş otobüs benzeri “vasıta”lardan omurgası kalmamıştı, kentlinin.
Onun da aslı çıkmadı.
Son seçimden önce, tramvay benzeri vaatlere bindirildik.
O da askıda.
Oysa misal geceleri de çalışsa, biz o eski troleybüslere razıydık. Geç olsun da imkansız olmasın.
“Biz bize benzeriz” derdik ya, demek o da hurafe.
Yazının Devamını Oku

Anı cenneti

17 Kasım 2010
HER bayram yaşam kadar, ölüme de dair... Öyle ki, bayramlar dışında neredeyse ıssızdır mezarlıklar.
Sadece yeni kazılan mezarlarla... Taze acıların insanları...
Onlar da bir telaşı yaşarlar, acıdan öte.
Su bidonuyla koşuşturan çocuklarda da vardır aynı telaş, dua okurken yeni gelen cenaze arabasına göz ucuyla bakan bazı görevlilerde de...

Ölümle yaşam içiçedir.
Ve mezartaşlarında “uyarı vecizeleri”:
“Ben de eskiden senin gibiydim
Sen de birgün benim gibi olacaksın.”
“Ölümü unutma” der, her kuytusunda...
Kaygıyı, korkuyu, ürküyü, kaderi, boyuneğmeyi içerlere iyice yerleştirmek için.

Oysa mezarlıklar, hayata veda edenin ardından geriye kalan “yaşayan” şeyleri anımsatmalı.
Mesela komik hatıraları, kahkahaları...
Mutluluk gözyaşlarını, onunla paylaşılan.
Onun yokluğunun ardından, günün/gecenin, hayatın içinde sık sık ortaya çıkan o boşluğu...
Hani, “kesilmiş bir kol gibi omuz başımızdaydı boşluğun” der ya şair.
İşte tam onu, hatırlatmalı.
Hasreti, yaşamsal duyguları...

Yüzyüze yaşanan “an”ların, artık sadece hayallerde, rüyalarda belireceğini bilsek de...
Varsın hayalde, rüyada olsun.
Hala yaşayan bir şeylerin kalmış olması, az mı önemli?
Mezarlığı yaşamayı bilmek gerekli.
Yeter ki, böyle duygular yaratsın orası.
Böyle mesajlar versin, “anı cenneti”nden
Sonraki “ölüm”leri değil!
Yazının Devamını Oku