Yaşar Sökmensüer

Bakış sanatı

26 Aralık 2010
YILMAZ Güney’in her fırsatta “Çirkin Kral” lakabıyla anılması hoşuma gitmez. Ne çirkin nitelemesini, ne de kral kelimesini oturtamam yerine. Çünkü oradaki “kral” vurgusunun, “Kral adamsın” türünden ve aslında ona daha çok uyacak bir niteleme olmadığını biliyorum.
Ve bu lakabın yönetmenliğinden önceki, avantür oyunculuğuna dair olduğunu da...
Güney ile ilgili bir başka lakap ya da tanımlama yakalamıştı beni. “Güzel bakan adam...”
“Hah, işte”, dedim duyduğumda... Belki Yılmaz Güney’in bendeki tüm albümü, o fotoğraflardan ibaretti.
Güzel bakıyordu, sahiden. Hüznü, tebessümü, stilinde bütünleştiren gözleriyle.
Bakarken, ne oyuncuydu, ne yönetmen.
¡ ¡ ¡
Bakabilen, güzel bakabilen, gözleri konuşan, pırıldayan insanlara rastlıyorum elbet.
Ama sokaklardaki yalnız kalabalıkların selinde değil.
Belki ben yaşlandım, göremiyorum...
Yahut, bedeninden önce bakışları yaşlanan insanlarla doldu ortalık.
¡ ¡ ¡
Bakma, bakış deyince... Kadınlara bakan erkekler, sıradan sokak manzarası.
Kimi ürkek, hatta kovalanmış Çomar bakışıyla, kaçamak. (Ki tenzih ederim, köpekler gerçekten güzel bakar)
Kimi sabit, gözünü ayırmadan. “Göze yasak mı var” atasözünü, tek maddelik Anayasa eylemiş.
Kimi yılışık, yapış yapış... Baktığı “şey”in gözü değse gözüne; başka tür temas fırsatı sayacak.
Kimi, aynada prova edilmiş Clark’ıyla, hafif şehla...
Kimi “Al gözüm seyreyle Salih” gibilerinden daha masum, daha dalgın... Az sonra aynı bakışla, ağacın dallarını budayan belediye işçilerini seyredecek.
Kimi günlük koşuşturma içinde, caddede aniden çırılçıplak bir kadın görmüş gibi şaşkın.
Kiminin menzili sadece belden aşağıya. Kiminin göğüs hizasına...
Bazı bakış küfreder gibi, bazısı küfründeki eylemin hevesinde/peşinde gibi...
¡ ¡ ¡
Ve sokaktaki bu telaşlı, doymaz, ısrarlı, sabit, donuk, tacizkar bakışlara karşı gardını önce gözlerinde alan kadınlar.
İlgisiz, bazen tehditkar, ya da çoğu kez sadece önüne, kaldırıma ayarlı... “Bak hiç bakmıyorum” sığınağında.
Havalar ısınsa da, güneş gözlükleri sarsa yine caddeleri.
Sen sağ, ben selamet.
Yazının Devamını Oku

Tat ruleti

25 Aralık 2010
BİLİYORUM hijyenik. Pratik de üstelik.
Ötesi, alım ve “gıdım” elektrik dışında işyerlerine maliyeti yok.
Ama tuvaletlerdeki, bazı restoranlardaki el kurutma makinelerine oldum olası soğuğum.
Sıcak hava üfleseler de...
Sıcak havaya el açıp/yakarıp, önce elin içinin, ayasının, sonra çevirerek dışının, yeniden grilleyip yanının/yamacının kurumasını beklemek, bana saniyeler değil saatler geçiyor hissini verir.
Hele başka bekleyenler de varsa...
Masaya döndüğümde, “Yahu nerelerdeydin” esprilerine, ciddi ciddi “El kurutma kuyruğunda bekledim” yanıtını versem. Espri sansalar kötü, ciddiye alsalar beter.
O nedenle, 4-5 dakika boyunca herhangi bir “tokalaşma durumu” ile karşılaşmamayı dileyerek, ellerim nemli çıkarım dışarı.
Neyse ki kağıt havlu artık “işletme maliyeti”nin zorunlu bir parçası gibi görülmeye başladı.

Bir “skeç”i andıran bu sıradan ritüel, ikinci perdesini yine restoranlarda başka sahneyle açar.
Tuzluk-biberlik seremonisiyle...
Sanırım bizim millete has özelliklerden birisidir.
Yemek servisi yapıldığında, yan masalara bir bakın.
Smokini sollayan koyu takım elbiseli adam, daha tabak masaya değer değmez uzanır masada tuzluk olduğunu umduğu delikli nesneye...
Ve yemeğe değil eline serpeler önce.
Çünkü tuz mu vardır içinde, yoksa zeytinyağlı fasulyesine karabiber mi dökecektir. Denemeden bilemez...
Ben öyle serpeleyerek sınama-yanılma da yapamam, çünkü kurutma makinesinde sabırsızlığım nedeniyle ellerim nemli...
Ha bir de nemli tuz meselesi var, hani serp serp akmaz.
Ya da neme karşı içine prinç koy, o tıkasın deliği...

Neyse, konuyu dağıtmayayım. Hemen her restoranın kendi ekolü vardır, tuzluk-biberlik muammasına karşı.
Kimi alaylıdır, “Tek deliklisi tuz, çok deliklisi karabiber” geleneğinden gelir.
Kimi mektepli; “Çok deliklisi tuz, tek deliklisi biber”...
Kimi ortayolcu, tuzluk da biberlik çok delikli. Hani yanlış dökersen, “Kabahat benim değil abi” meselesi...
Ben ikinci ekoldenim ama üşenmedim, bir daha araştırdım.
Antik “Adab-ı Muaşeret” kitaplarını da karıştırdım elbette.
Derin araştırmamın “ampirik” safhasında, şeflerin deneyimine de başvurdum.
Ve edi ile büdü’nün çok deliklisinin tuzluk, tek deliklisinin biberlik olduğu kanaatine vardım.
Derim ki, artık restoranlar da tuzluk-biberliğe bir standart getirsin.
Hatta karabiberin değirmenlisi marketlerde 6 lira, misal ondan koyun. Değirmenlisi biber, direkt döküleni tuzluk, içinde kaşık olan pul pul kırmızısı da kırmızı biber mesela.
Olmadı, şeffafını kullanın içini görsün kullanan, gereksiz tansiyon yaratmayın.
Yazının Devamını Oku

Genç Nota

24 Aralık 2010
GEÇMİŞ bir zaman dilimi olarak “gençlik”e dair konuşmak, yitirilen her şeyin arkasından mırıldanmak kadar kolaydır da... “Gençler”e dair konuşmanın, epey çeki-düzen gerektirdiği kanısındayım. Gerçi o da kolay bazıları için.
Girizgahı “Ben sizin gibi gençken...”den yayıp, “Bizim zamanımızda...” kısmını konuşmanızın “gelişme” bölümüne yerleştirirseniz, “sonuç”a ulaşmanız bir ömür sürebilir.
Ama ilk yanlışı, daha “giriş bölümü”nde yaparsınız.
Çünkü, “sizin gibi gençken” nitelemesi baştan yanlıştır.
Gençlik, bir yaş aralığı aritmetiğinden ibaret değil ki sadece.
Senin 17 yaşın başka, onun “Daha 17”si başka...

Ankara Hürriyet Genç Nota Liselerarası Müzik Yarışması, bu yıl 4. yaşını kutluyor.
Dört yıl oldu, keşke “Liseli müzisyenlerin dünyasına değen bu ‘öğrenim’ sürecinden mezun olduk” diyebilsem.
Çok şey öğrendik. Hele biri, “şarkısı”nı değiştirdi bizim kuşağın.
Hani çok severiz. Orson Welles’in, o bildik şarkısını...
Klibi de hoşuma gitmişti, “yurttaş”ın. Welles birisiyle satranç oynuyordu, “I Know What It Is To Be Young” eşliğinde.
Ama alınan her taş, küçük, bir shot kadehiydi. Tekilaydı belki... Rakibinin taşını alan, kadehi de dikiyordu kafasına. Ve şarkı devam ediyordu fonda:
“Ben gençliğin ne demek olduğunu bilirim
Ama sen yaşlılık nedir bilmezsin...”
Sitemkardı azıcık, şarkıyı söyleyen ihtiyar.

İşte Genç Nota bana o şarkının artık “yaşlı”, eksik kaldığını öğretti.
Çünkü hiç bir yetişkin, yaşlı, gençliğin ne demek olduğunu bilemez. “Ben de sizin gibi gençken” cümlesini kuramaz.
Çünkü ya o yaş aralığıdır kendi gençliğinden anladığı. Ya gençliğinde yaşadığı olayların, satırbaşlarına dairdir tüm bilgisi.
Ama o başlıklar da değişti zamanla, her dönemde. Yaşanan/yaşanmayan olaylar da...
Ve gençlik asla satırbaşlarında değil, satır aralarında gizlidir.
Her kuşakta, her mevsimde kendi toprağında ve farklı yeşerir.
O nedenle biz yetişkinler, Orson Welles’in o şarkısını ille söyleyeceksek... Sadece şu dizesini ünletelim, hep birlikte:
“Gel seninle şarkı söyleyelim
Ben yaşlılığı anlatırken sana, sen gençliği çal bana...”
Yazının Devamını Oku

İtirazım var

23 Aralık 2010
TÜRKİYE Yeşilay Cemiyeti, yıllardır kötü alışkanlıklara karşı mücadele verir. Gönüllü çabalarla, özverili çalışmalarla...
Ama Genel Başkan Muharrem Balcı’nın son çıkışlarıyla aynı noktada değilim.
Balcı, İstanbul’da 31 bin öğrenci ile yapılan bir araştırma-nın sonuçlarını kendince yorumlayarak, kanımca “ölçüyü kaçıran” bir açıklama yaptı.
Araştırmanın, “14 ile 18 yaş arası gençliğin giderek uyuşturucu bataklığına saplandığını gösterdiğini” savundu.
Ve ekledi:
“Uyuşturucu kullanma yaşı 14’e kadar indi. Bir gramı 150 dolardan alıcı bulan kokain liseye kadar girdi...”

Önce en son cümlesinden başlayayım.
İsimleri lazım değil, emniyet müdürlerinin, deneyimli valilerin ortak bir görüşü vardır.
“Uyuşturucu piyasası”, esrarın, hapın, şunun-bunun fiyatı üzerinde ne konuşur, ne açıklama yaparlar. Ne de bültenlerinde yer verirler.
“Esrarın zerresi, kokainin gramı şu kadar lira” diye, haber de göremezsiniz bu yüzden.
Çünkü bu işi “onlar” bilir, biz de uluorta konuşmaz, yazmayız.

Şimdi ilk cümleye gelelim.
Gazeteciliğe akademisyenlikten ayrıldıktan sonra başladım.
Öncesinde beş yıl üniversitede, hem birinci sınıfların, hem son sınıfların bir çok dersine girdim.
İki dönemdir de Çankaya Üniversitesi’nde öğrencilerle bir aradayım.
Eşim de öğretmen.
“Uyuşturucu batağındaki gençlik” bir yana, uzak istisnalar, marjinal grupçuklar dışında çok fazla örneğe de rastlamadım. (Bu beni rahatlatır mı, ayrı mesele)
Hatta, sigara ile mücadelenin gençler arasında daha fazla rağbet gördüğüne dair bir “önyargım” da var.
Elbette sigara tiryakisi gençler var.
Ama sanki benim, senin, Balcı’nın kuşağı, bu konuda daha beter.
TBMM Araştırma Komisyonu’nun iki yıl önce 23 bin lise öğrencisiyle yaptırdığı araştırmayı da hatırlıyorum.
Uyuşturucuyla tanışan gençlerin oranı yüzde 2.9’du. Az mı değil. Böylesi korkunç bir istatistikte küçük de olsa bir oran olarak yer almaları bile ürpertici.
TBMM Uyuşturucuyla Mücadele Komisyonu’nun AMATEM’de tedavi gören uyuşturucu mağdurlarını dinlediğinde ortaya çıkan dramlar da aklımda.
Bir nefeste, bir zerrede yok olan çocukların, kavrulan ailelerin hikayeleri de...
Uyuşturucu büyük bela. Uyarmak, önlem almak, bu konuda her an dikkatli olmak elbet şart.
Başkan Balcı’nın iyi niyetinden, gönüllü gayretinden de zerre kuşkum yok.
Ama Alexander Dumas’nın çok eskilerden gelen uyarısı da aklımda:
“Tüm genellemeler tehlikelidir, bu yaptığım dahil...”
Ölümden servet kazananlar olduğu sürece, uyuşturucu bataklığı da var kuşkusuz... Ama Altındağ’daki “temizlik” de aklımda.
Ve ben bataklık mikroplarına değil, gençliğe güveniyorum.

NOT
Dün gece saat tam 03.55’de polis ekipleri Emek eski 60. Sokak’ta içinde 20 yaşlarında 6 gencin olduğu siyah station Kartal’ı çevirdiler. Kimlik, GBT sorguladılar, nazikçe... Sonra bıraktılar. Biz de sanki bazı yorumları öncelikle, “uzman”ına, yetkilisine bırakmalıyız. “Panik atak”, özellikle kurumların yenmesi gereken bir illettir.
Yazının Devamını Oku

Muhabbet ölmesin

22 Aralık 2010
NEREDE okuduğumu hatırlamıyorum. Genç bir kızın Muhabbet Kuşu hastalanıyor.
Hemen her gün kafesini temizliyor.
Onu yaşatabilmek için...
Sürekli konuşuyor onunla.
“Cici kuş, cici kuş...”
Muhabbet kuşu hasta da olsa, muhabbete uzak durmuyor.
Yanıt veriyor hemen hemen sahibinin aynı ses tonuyla:
“Cici kuş, cici kuş...”
* * *
Kafesi temizlerken, zarar görmesin diye kuşu eline alıyor.
Avucunda minicik bir tüy yığını.
Ve cüssesine oranla dev bir tıpırtıyla kuşun kalbinin atışı...
Elindeyken kalbi duruyor küçük kuşun.
Birdenbire...
* * *
Genç kız günlerce kurtulamıyor o anda yaşadığı duygudan.
Avucunda duran, sönen o kuşun minicik hayalinden.
Uzun yıllar bir daha hiç bir hayvana dokunamıyor.
Ne de tüylü eşyalara, giysilere...
O kuşun cinsi muhabbetti.
Adını bilmiyorum ama, mutlaka kendisi tekrarlıyordur sahibiyle birlikte.
Küçücük bir yaşam kıpırtısıydı.
Küçücük bir nabız tıpırtısı...
Bir ses, nefesti.
* * *
Her yıl, kış gelmeden hayvanseverlerin de kıpırtısı başlar.
Karın, ayazın örtüsünde yaşama mücadelesi veren sokak hayvanlarına, bir tas su, bir kap yiyecek için...
Çabalarlar, insanların diğer canlılara yönelik muhabbeti ölmesin diye.
* * *
Geceyarısı sokağın kuytusuna bir tas su, bir kap yemek bırakan hayvan dostlarıyla karşılaşırım bazen.
“Pisi pisi” diye mırıldanarak kedileri, “Gel yavrum, gel kuçu kuçu” diyerek usulca köpekleri çağıran fısıltılarını duyarım. 
Aklıma hemen, avucuna aldığı minicik canlıyla konuşan, onu usulca okşayan genç kız gelir:
Muhabbet ölmesin diye...
Yazının Devamını Oku

Koku

19 Aralık 2010
DETERJAN, yumuşatıcı meselesi ciddi bir iştir. İsmi bende saklı kalsın, geçenlerde bir sitede rastladım.
Yakınmış üyelerinden birisi, “Yumuşatıcı kullanıyorum ama kokmuyor”.
Tüm markaları denemiş, çamaşır makinesinin gözüne ölçüsüne göre koymuş Ama olmuyor... Kokmuyor!
Bir başka siteden:
“Yıllardan beri çamaşırlarım mis koksun diye denemediğim yöntem, kullanmadığım yumuşatıcı kalmadı. Sonuç hüsran. Kayınvalidemin çamaşırlarında haftalarca kalıyor koku, dolaplarını açınca burnuma çarpıyor.”
Bir kayınvalide kıyaslamaca sendromu kokuyor satırları. İki dolap karıştırmaca... Belki de kaynananın kokusu, uzaktan hoş geliyor.

Baştan söyleyeyim. Bizim yumuşatıcımız kokuyor, en azından yıkananları giyerken. Bizim bol kokuşlu yumuşatıcının markasını bilsem söylerim, ama reklama girer.
Hem kokmasa, benim de bozulurdu elbet kimyam.
Patrick Süskind’ın “Koku”su, biraz da koku peşinde seri cinayet romanı değil midir?

Kimyası bozuk deterjanın kokmaması kimya bozunca, “kanlı” sonuçlar bizde de çıkıyormuş.
Geçen gün çıktı haberi. Antalya’da 32 yaşındaki Engin Ş. 23 yaşındaki zevcesi Ayşe Betül Ş.’ye diklenmiş:
“Çamaşırlarım hiç güzel kokmuyor...”
Kokusu çıkmış münakaşalarının: Eh çamaşırlar mümkün de, evlilik “ilk günkü gibi bembeyaz” olamıyor.
Engin Ş., bıçak çekmiş. (Ki bıçak da muhtemelen mis gibi bulaşık deterjanı kokmadığı gibi, bulaşık makinesinde hassas mamül kullanılmadığı için çizik çiziktir)
Yıkadığı çamaşırları güzel kokutamayan Ayşe Betül Ş., çamaşırları güzel kokmadığı için dellenen eşinin elindeki bıçağı kapmış.
Kocasını karnından bıçaklayarak yaralamış. (Garibandırmuhtemelen, garip-gureba hastanesinin koğuşunda çarşafı da sakız gibi değildir)

Kokusunu bilemem ama, “yumuşatıcı” kesin gerekli bu topluma.
Yumuşatıcı gözüne, ölçüsünden epey fazla koyaraktan...
Yazının Devamını Oku

Kaldırım mühendisi

17 Aralık 2010
GOOGLE’a girin, solda “görseller”i tıklayın. Ekrana “walkway” yazın, çıkan Batılı kaldırım fotoğraflarına bir göz atın.
Hepsi ayrı sanat eseri; inanmazsanız bir de “kaldırım sanatı” yazın, görün.
Sonra aynı ekrana “kaldırım” yazın aratın, bakın bizdeki enkaz görüntülerine...
* * *
“Canlısı”nı isterseniz, çıkın sokağa bakın kaldırımlara.
Dörtköşe ya da dikdörtgen bir taş değil mi sonuçta.
Sadece taş...
Tamam kaldırımın da taşı-döşenmesi filan elbet bilgi, ustalık ister.
Ama ne atomu parçalıyorsun, ne de çöle Keops, Kefren dikiyorsun sonuçta.
Dayanıklılık, maliyet, işlevsellik, estetik açıdan bir bilene seçtirir, döşetirsin.
O kadar.
Ama bir kere yapacaksın, ömrü senden uzun olacak.
* * *
Nerede!
Değil her ay, her yıl; her an sorun kaldırımlar.
Bazen bakarsın, neredeyse 1 metredir.
Bazen 15-20 santim.
Kimi kırılır en baştan.
Kimi karda pusu kurar, ayak kırar engebesi.
Bir kaldırıma bunca sorun nasıl sığar, onu da anlayamıyorum.
* * *
Hemen her gazetede, “Kış geldi, kaldırımlara dikkat... Kolunuzu, bacağınızı kırmayın” türünden uyarıları okurken...
Ankara Hürriyet’in deneyimli habercisi Eray Görgülü’den geldi haber.
Bir genç kaldırımda köpeğiyle yürürken, elektrik çarpmış.
Ve oracıkta ölmüş Ladie’si...
Veteriner gelmiş, onu da çarpmış elektrik.
* * *
Argoda işsiz anlamına gelen “Kaldırım Mühendisi”, Ankara’da gerçek bir uzmanlık alanı, uzmanlık ihtiyacıdır artık.
Hatta alt branşı “Kaldırım Elektrik Mühendisi”....
Değil mi?
Yazının Devamını Oku

Kelebek ömrü

16 Aralık 2010
HER kelebeğin ömrü gerçekten bir gün müdür bilmiyorum. Kelebeklerin ölümünü araştırmaya ne gönlüm, ne de hevesim var. Ama bizzat bildiğim bir “kelebek ömrü”nden bahsedebilirim. İpek böceklerinden...
Sonra da, bazı okurlarımızın ısrarlı iletilerinden hareketle, bir yerel gazetenin bir günlük hikayesine geçebilirim.
Çocukken, evde ipek böceği beslemiştim. Dut yapraklarıyla halılanmış, bir kutuda... Evde bir canlı beslemenin, eve bir köpek yavrusu almanın “alıştıra alıştıra” bir yolu olduğunu hesaplamıştım belki.
Ama bilindiğinden/sanıldığından çok öte bir “hayatı” vardı o küçük ipek böceklerinin.
Dut yapraklarını “kırp kırp” yiyerek evde el ayak çekildiğinde “ses” olan ve ince ince kozasını ören tırtıllar... Kozasını “ipeği” ile kapattıktan sonra, bir gün bir başka kıpırtı yayılırdı eve.
Kozasını delip dışarı çıkmaya çalışan ipek böceğinin çabası... (Endüstride o kozaları -ipeğini delmesin, bozmasın diye- kaynar suya attıklarını öğrenmiştik... “Zalim” sözcüğü öyle öyle, ufaktan girdi lügatimize)
Kozasından çıkardı ve tırtıl değildi artık. Bembeyaz bir kelebekti. Kanatları koca karnını taşımaya yetmese de, “bir şeyler” için kanat çırpan bir kelebek...
Yumurtlardı sonra, yeni “hayatları”. Ve o gün ölürdü, peşisıra yeni hayatlar ve yeni günlerini sıralayarak.

Gazetenin bir günü/images/100/0x0/55eae865f018fbb8f89e6002

Kısa bir süredir Ankara Hürriyet Gazetesi, tümüyle burada, yerinde, Ankara’da yapılıyor.
Kendi kutusunda, kendi dut yapraklarıyla; tümüyle, tüm haberleri, tüm sayfaları, mizanpajı, baskısıyla...
Herşeyi, her satırı, her milimetrekaresi ile bu kentin gazetesi...
Her sabah genç, sayıca çok az, ama varlığı gölgesinden, başarısı yaşından, ufku bugünden büyük muhabirler getirir gündemle ilgili haberlerini... Eray Görgülü, Deniz Gürel ve kardeşleri Hande Başpınar, Fatih Aktimur...
Özlem Liman telefondan, fakstan, e-mail’den akan istihbaratı ulaştırırken bize...
Geceyi-gündüzü tek başına yürüten Haşim Kılıç’ın rengarenk magazin/cemiyet haberleri düşer ekrana... Binbir gece masalları. (Mecaz değil, iki-üç yılda siz hesaplayın 365 günden)
Ve Özgür Şahiner’in kovaladığı spor haberleri... Bazen bileğini, kolunu incitiyor sahalar. Bazen yüreğini...
Haber Müdürü Levent Seğmen yönlendirir, kozalar günün haberlerini. Gelen onlarca haberi, dokusu, başlığıyla yeniden yaratır.
Yazıişleri Müdürü Ateş Yalazan, her sayfanın kozasını ayırır, tasarlar ardından... Haberler iskelette vücut bulmaya başlar yavaştan, sayfalara kan gelir. Ve fotoğraf aranır, haberin görsel teması için...
Kaan Aksulu görüntüsünü verir her haberin, fotoğrafları sayfalarına yollar. Sayfa yapımına da uzatır genç omzunu yeri gelince, herşey imece.
Herkes, her işe el verir. Her el taşın altında... Ama elimizi taş değil, sadece tutmaya kalkışan acıtır. Ve sonra, sadece o utanır.

Perde ve manşet

Sıra, deneyimli tasarımcılarımız Hikmet Uçar, Mustafa Doğan ve Barış Kaya’nın sayfa büyücülüğüne gelir. Bu mevzuda Harry Potter filan dünkü çocuk...
Planlanan haber-fotoğraf puzzle’ını ekrana yerleştirirler. Ortak “ruh”umuzun renkleri, stiliyle... Sütunlar, renkler, fotoğraflar, başlıklar, spotlar kanat çırpmaya başlar sayfalarda.
Birinci sayfanın kozası, ham “ipeği” belirir. Ve her akşam sanki bir tiyatrocunun “Perde!” demesine benzer bir heves/heyecanla 6-7-8-9 sütuna çığlık atar, kanatlanır bir tek haber:
“Manşet!...”
Sayfalar matbaaya geçer nefes nefese, basılır o günün gazetesi.
Bir tek harf sürçse, ekranın camında öylece kalır kelebek. Baskı koyu düşse bir gün, kelebeğin kanadı da düşecek...
Her sabah sıfırdan başlayıp, her akşam örülen koza... 365 gün/gece.
Ertesi gün kanat çırpar haber kelebeği gazete bayilerinde. Ankara’da yarım milyon okura ulaşır. Etkisiyle, tepkisiyle, katkısıyla hep vefalı, uzun ömürlü, bazen de belleği/takibi bizden güçlü okurumuza...
Ve -takibi gerekenler dışında- sayfalarda kanatlanan bir çok haberin ömrü, aynı gün/o gün tükenir.
Kelebek ömrü, işte.
Zaten gazeteciler de erken ölür, hep öyle söylüyor haberden değil ama haberciden uzun ömürlü istatistikler.
Ama her gün, hatta her an... Yani bir günlük ama tüm ömrünce hiç usanmadan, yılmadan, heyecanını yitirmeden kanat çırpan kaç canlı var?
Yazının Devamını Oku