16 Kasım 2010
BELKİ beş, belki altı yıl önceydi... Internette şiirlerin yoğun olarak “dolaşım”a girdiği zamanlar.
Hem de ne dolaşmak; el klavyede, kulak cep’te, şairi, yazanı, şiiri doğruymuş-değilmiş hak getire...
Belki birbirine dolaşmak demeli.
Olsun, şiir dolaşsın, ihtiyacı olan kullansın “Il Postino” filminden mülhem...
* * *
Öyle de.... Biraz özen lütfen.
Mağdurların önde gelenlerinden birisi, Düşhekimi de olan diş hekimi Yalçın Ergir...
O günlerde yazmıştım.
“Mahalle” başlıklı yazısı Can Yücel imzasıyla dolaşıyor internette.
“Basit yaşamak” ise Nazım Hikmet imzasıyla...
Hani böylesi yanlış iç kıpırdatır, yürek oynatır, onur verir demeyin.
Ergir sadece sevgiye, doğaya, insana değil, emeğe de saygılı “mahalle arkadaşı”dır.
* * *
Ankara’yı yaşar/yaşatır. Ve temas ettiği her yeri, her şeyi...
Bazen Everest’in zirvesinden, bazen pedalladığı kuytulardan.
Nostaljinin “geçmişe özlem”den öte, bence mevzuatındaki değerleri araştırır.
Tam da o nedenle en çok “mahalle”dir mevzusu.
“Evvel zaman içinden, kalbur saman içine” savrulan mahalleler:
“Mahallelerin çocukları dışarıdan gelen parolalı bir ıslığa uçarak aşağı iner, beraber olacakları anları iple çekerlermiş.
Kavga da etseler kin tutmaz, her gün yeniden dünyalar kurarlarmış.
Herkeste sevgi, paylaşma ve arkadaşlarını kollama duygusu yavaş yavaş gelişirmiş.
O zamanlar, çocuklar evden okula servis ile değil, buluşarak giderlermiş.
Onların yolunu gözlemezmiş; evdeki bilgisayar, şehrin en iyi dershanesi, hazırlık kursları...”
* * *
Bugün haberimizden okuyacaksınız.
“Mahallelisi” soprano Leyla Çolakoğlu ile birlikte Uluslararası Kadınlar Derneği’nin etkinliğine katılmış.
Gitarda o, seste Çolakoğlu...
Ankara’yı dolaşan “düet projeleri”nin ismi yeter, düşlerini/menzillerini anlatmaya:
“Evet sevdik...”
“Evet” kelimesi kadar, “sevgi”yi de özletmiyor mu dolaşımdaki, sık sık ayağımıza dolaşan anlaşmazlıklar, inatlar.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2010
MADEM “Ankara Günleri” şu an Sanghai’da.
Ve Başkan Melih Gökçek, madem Çin’den bildiriyor...
Ben de Maçin’den, buralardan gireyim mevzuya.
* * *
Elçiliğin davetiyle Çin’de iki hafta kaldım, 14 yıl önce...
Benzetmek gibi olmasın, Gökçek’in Ankara’nın başkanı olduğu yıllardan az sonra. Çin henüz “ÇİN” değildi yani.
Pekin, Sanghai, Shenzhen’i iyice dolaştım.
Sanghai’yda Başkan’ın ilgisini çeken alt-üst geçitlerin bolluğu, “Çin manzaraları”mın arasına girmemiş ama...
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2010
AMBLEM, Bahçelievler 7. Cadde’de “içkili mekan” referandumları derken Büyükşehir Belediyesi Gençlik Parkı’na “dans eden fıskiye” için kentlinin oyuna başvurdu:
“Sizce fıskiye koyulsun mu, koyulmasın mı...”
Hediyesi 2.5, 3 milyon euro.
* * *
Kentlinin vergisi, kentin geliri ile yapılacak bir tasarrufda ona danışmak iyi de...
Yine de referandum, olur olmaz her konuda başvurulacak bir yöntem değil.
Bir yönüyle demokratik bir yöntem olarak “çoğunluğun arzusu”nu ortaya koyarken, diğer yönüyle de demokratik olmayan eğilimleri “çoğunluğun desteği” ile meşrulaştırabilir.
Çünkü “çoğunluğun eğilimi”, döneme/”devre” göre de değişiklik gösterebilir.
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2010
BAŞARISI yaşının çok üzerinde olan kent habercisi Deniz Gürel’in “Kızılcaham’a barınak” haberi önüme geldiğinde, dalıp gittim. Dört, beş yıl öncesine...
Masama bir patoloji raporu gelmişti.
Yine Deniz getirmişti, geceyarısı...
Mamak’ta köpeklere yönelik “mezalimin
otopsisi”:
“Erkek yavrunun sağ kulağı yerinde değil.
Dişinin dili yok.
Arka ayakları bağlı olanın sol göz yuvarı
yerinde değil.
Ve tecavüz edilmiş.
Boxer cinsi ikinci köpeğin de sol gözü
oyulmuş...”
¡ ¡ ¡
Bizim sokağın Bobileri ile ne zaman
karşılaşsam, aklımda örnek verdiğim
katliamlar.
Gerçi görmek de zordur onları, arayıp
bulmazsanız. Çünkü gözden-elden uzak
kuytularda geçer günleri.
Nadiren içlerinden en “şaşkın”ı öğleden
sonra düşer sokağa. Susamış mıdır, saklandığı
yerden kovanlanmış mı... Bilinmez.
Kıyıdan, sessizce ama son hızla dönmeye
çalışır saklı, başka bir mekana...
Taşlanmış, tekmelenmiş gibi bakan ürkek
gözlerini kaçırır sokaktaki insanlardan.
Ve bir bakarsınız, bir dahaki yaza
ulaşamamış, kışı çıkaramamış.
Soğuk mudur, zehir mi, açlık mı, bilinmez.
Zaten uzmanlar anca 3, bilemediniz 4 yıl
yaşabildiğini söylüyor sokak köpeklerinin...
¡ ¡ ¡
Yıllardır Çankaya Belediyesi tek başına
çabaladı sokak hayvanları için.
Bir kaç hayvan dostu dernek de...
Destek bir yana, her fırsatta el/dil uzattılar
çabalarına.
Biz de yıllardır, “Sokak hayvanlarını
korumak, birinci derecede Büyükşehir
belediyelerinin sorumluluğundadır” diye
yazdık.
On altı yıl geçti. Bobiler bir-iki mevsim
gözüktü sokaklarda, öldüler sonra.
Ardından yenileri belirdi; ürkek, tarazturaz
tüyleri, kalbi sıska bedeninin neredeyse
dışında atan sonraki nesiller. Sonra onlar da
yok oldu. Ardından üç, dört, beş nesil daha...
Büyükşehir’in barınağı 2011’de
tamamlanacak, yine bir gecikme olmazsa.
Dilerim olsun, bakımı, hizmeti, tesisi,
gösterilen şefkati ile iyi olsun.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2010
MİLLETVEKİLLERİ, hatta bir kaç istisna dışında bizzat “Ankara’nın vekilleri”, yaşadıkları kentin sorunlarına ancak “el değdiğince” değinir. Özellikle TBMM’nin geçen döneminde, Başkent’in sorunları neredeyse hiç bir milletvekilinin gündeminde olmadı.
Önceki dönem, iktidarın TBMM’de yer alan 17 Ankara Milletvekili, Ankara’nın sorunlarına ilişkin bir tek soru önergesi vermediler.
Ne yazılı, ne de sözlü...
CHP’den de 5 isim dışında 7 Ankara Milletvekili, seçildikleri kente duyarsız kaldı.
Öyle ki, soru önergesi bir yana, Ankara’da kentliyi mutsuz, rahatsız eden bir çok uygulamaya karşı itirazları bile olmadı.
Sesleri hiç duyulmadı.
Bu dönem, sayısal olarak araştırmadım ama “yerelliğin” tüm dünyada artan önemi ile birlikte, farklı bir kıpırtı var.
Bunu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın mesajlarında da görmek olanaklı.
Misal, Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık ile görüşmesinde, ana gündem Kızılay’dı.
Kızılay’ın yeniden Başkent’e yakışan bir merkez olması...
Tanık görüşmede Başbakan’ın bölgeyle son derece ilgili/bilgili olduğunu, sorunları gayet iyi bildiğini ve takip ettiğini vurgulamıştı.
Erdoğan’ın Kızılay’ın “yaya yaşar” bir bölge olmasını, meydanı ve meydanda yeşil alanları arzuladığını da...
Yine Başbakan’ın, TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar’ın Eskişehir Yolu üzerindeki “dev kafes” konusunda yakınmasına hak verdiğini de biliyoruz.
Başbakan Erdoğan dün de “Dünya Şehircilik Günü” dolayısıyla bir mesaj yayımladı.
Şehirlerin tarihi dokusuyla, mimari yapısıyla, içinde yaşayan insanların kültürel zenginlikleriyle medeniyetin gerçek mekanı, yansıması, aynası olduğunu belirterek, şu satırları kayda geçirdi:
“Bizim kirliliğe, gürültüye, çirkinliğe, estetikten yoksun çarpık yapılaşmaya tahammülümüz olamaz.
Bizim şehirlerimiz insan merkezlidir ve öyle olmak zorundadır. Bizler insan ile şehri bütünleştiren, bir şehircilik anlayışını benimsiyoruz.”
İç, dış politika, ekonomi, güvenlik, terör gibi derya meseleler, Başbakan’ın belediyecilik yönünü daha fazla öne çıkarmasına fırsat vermeyebilir.
Ancak dilegetirdiği ilkeler net.
Ankara Milletvekilleri bu dönem, bu yönde daha çok çaba gösterebilir.
Misal, kentli-yaya öncelikli bir refleksle, Kızılay’dan başlamaya ne dersiniz?
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2010
ÇOK istiyordum ama olmadı. Ankara’da ilk kez konser veren Yasmin Levy’i dinleyemedim.
Ama sanatçı, yazar İbrahim Karaoğlu’ndan dinledim onu...
Ve Karaoğlu’nun satırlarıyla, aynen paylaşmak istiyorum:
“Ruhlarına 500 yıl önce sürgün ateşleri üflenmiş, secereleri hüzünle mühürlenmiş bir halk, Sefaradlar.
15. yüzyıldaki İspanyol engizisyonu sonrasında bölük pörçük dağılmışlar dünyanın dört bir yanına... Akdeniz’e, Balkanlar’a, Anadolu’ya belleklerinden silinmeyen anılarla sığınmışlar.
Cervantes’in, Kolomb’un kullandığı en saf İspanyolca olan dilleri Ladino’yu göç yollarındaki başka dillerin, kültürlerin sözcüklerinden de etkilenerek korumaya çalışmışlar.
Köle tüccarları eliyle Amerikalı toprak sahiplerine satılan zenciler nasıl cazı yaratmışlarsa, Sefaradlar da kendi müziklerine cazın çeşnisini ,ritmini katarak etnik cazlarını yaratmışlar.
Ladino cazın dünyadaki en önemli temsilcisi olan Yasmin Levy, yürek teli gönüller yakan bir sanatçı.
Sefaradların dudaklarına, yüreklerine yapışmış hicran şarkılarını söylüyor dünyanın dört bir yanında.
En önemli caz festivallerinde konserler veriyor. Yitik Ladino dilinin en son emanetçisi.
İlk kez geldi Ankara’ya. Sefaradların geleneksel müziğini, flamenko şarkılarını ve Ortadoğu ezgilerini harmanlayarak büyülü bir şölen sundu.
Belleğimize mühürlendi o şarkılar.
Konsere son albümü “Sentir”deki şarkılarla geldi.
Leonard Cohen’in ölümsüz yapıtı Hallleujah’ı da söyledi.
Konserden bir gün önceki sohbetimizde; ‘Bu şarkı çok zordu benim için. Çok yabancıydı bana. Onu içselleştirebilmek için 40 kez farklı bir şekilde söyledim’ dedi ve mırıldandı şarkıyı:
İşte böyle bir şarkı oldu...
Naci en Alamo şarkısındaki dizeler hala belleğimde:
Adsız yerlerden geldim /toprağım yok /anavatanım belirsiz /ateşler yakıyorum parmaklarımla /ve sana şarkılar söylüyorum kalbimle /yürek telim gönül yakıyor...”
Böyle anlattı Karaoğlu, dinledim ve paylaşmak istedim.
Özellikle “Naci en Alamo”yu dinleyin, göç ettiğinde içinizden birşeyler...
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2010
ABD’de Prof. James C. Kaufmann 2 bine yakın şair ve yazarın hayatını incelemiş. Ve şu sonuca varmış:
“Şairler yazarlardan daha erken ölüyor...”
O da genç öldü, 58 yaşında...
Tam 26 yıl önce, 4 Kasım’da.
O günün gazeteleri “Acılı kalp durdu” diye vermiş, ölüm haberini...
Aşk acısı mıydı bilmiyorum, haberde söz edilmemiş bundan.
Belki de “Acıların çocuğu” gibi, hüzünlü aşk şiirlerinden üzerine yapışan bir yakıştırmaydı.
Ümit Yaşar Oğuzcan.
Şiirleri ya da tarzı bana pek hitap etmese de...
Kulağıma hoş gelen müzikal dizeleri var elbette.
Mesela önce Münir Nurettin, ardından Timur Selçuk’la geceye karışan o naif esinti:
“Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın...”
Ya Beyaz Güvercin:
“Süzülüp mavi göklerden yere doğru / Omzuma bir beyaz güvercin kondu
Aldım elime, usul usul okşadım /Sevdim, gençliğimi yeniden yaşadım
Bembeyazdı tüyleri, öyle parlaktı /Açsam ellerimi birden uçacaktı
Çırpınan kalbini dinledim bir süre /Ve uçmak istedim onunla göklere
Belki buydu sevmek hayat belki buydu /Işıl ışıldım, gözlerim dopdoluydu
Bir nağme yükseldi sevinçten ve hazdan /Bir nağme yükseldi, güzelden beyazdan
Uzattı sevgiyle pembe gagasını /Birden öğrendim hayatın manasını...”
Genç öldü...
Bir çok şair gibi.
Şairlerin erken ölmesi, belki de yaşadıkları hayatın manası ile ilgili.
Ve sadece yaşadığı değil, hissettiği hayatla da ilgili belki.
Hayatın, içevuran sesleriyle, kelimeleriyle...
Zaten o nedenle haklı Oruç Arıoba:
“Bir şairin gözleri kapanınca, dünyada görülecek şeyler azalır.”
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2010
ABD’de yayalarla ilgili bir araştırma yapılmış. Gözleme dayalı kapsamlı bir araştırma...
Western Washington Üniversitesi’nin araştırmasında, yayalar üç gruba ayrılmış:
1- Cep telefonuyla konuşarak yürüyenler.
2- Yürürken kulaklıkla müzik dinleyenler.
3- Yanındakiyle konuşarak yürüyenler.
Ve izlenen yayaların geçtiği yolda, sokakta nadir karşılaşılacak bir mizansen yaratmışlar:
Tek tekerlekli bisiklete binen rengarenk bir palyaço...
Sokakta telefonla konuşarak yürüyenlerin sadece dörtte biri palyaçoyu fark etmiş.
Sadece dörtte biri...
Gerisi, “istem dışı körlük” nedeniyle bisikletli (yani hareketli), rengarenk palyaçoyu bile görememiş.
Bu araştırmanın bir boyutu, daha önce yazdığım bir “sorun”un vahametini artırıyor.
Otomobil kullanırken, tek elini kulağına yapıştırıp telefonla konuşanların...
Telefonla konuşarak, ağır aksak yürüyenler bile göremiyorsa...
Hem konuşup, hem de hızla otomobil kullananlar nasıl görebilir?
Ya trafikteki, ani bir olayda...
Diğer boyutu ise, başka bir “körleşme” ile ilgili.
Hani herkesin sık karşılaştığı o durum:
“Her gün o yoldan, önünden geçiyorum ama, o binayı, işyerini, ağacı, o köpeği, köşedeki o satıcıyı hiç fark etmedim...”
Bizim kuşağa ilkokulda standart üniteler arasında sunulan, “bakmak ve görmek” arasındaki fark meselesi..
Kendi dünyasına çekilen, duyularının düğmesini kapatan insan, çevresinde olup biteni fark etmiyor.
Bu önce “körleşme”ye neden oluyor.
Giderek, “olan-bitene sağırlaşmaya”...
Sonra da “dilsizleşme”ye dönüşüyor.
Yolumuzda hep palyaçolar mı var, farkında değiliz.
Yazının Devamını Oku