7 Ocak 2011
İLK “çocuk gelin-güvey”i, çocukken gördüm. Kızın adı Güldane’ydi.
Kapıcının kızıydı, 14-15 yaşında...
On yedisinde bir çocukla evlendirdiler.
Ve kapıcı dairesine onlar da sığdı.
İçgüveysinden hallice...
Sonra damadı sık sık oyunlarımızda gördük.
Arada kayınpederi ile atışıyordu, ekmek-gazete servisinden kaçıp, bakkala gitmeyi sallayıp misket oynadığı için.
Sonra bir gün Güldane’yi gördük, mosmordu gözü.
Çocuk damadın dövdüğünü öğrendik.
Belki misketleri paylaşamadılar.
Belki Güldane şakalaştı bakkal çırağıyla...
Sonra ayrıldılar mahalleden.
Bir daha hiç görmedik onları.
Güldane’ye düğününde gelinlik yerine beyaz bir elbise giydirmişlerdi.
Ama başındaki duvak benzeri çiçekleri hatırlıyorum.
Bir de içini çeke çeke ağlayışını...
Davullu-zurnalı düğününde, mahallenin çocuklarının avuçlarına da kına yakmışlardı.
Heves ettik.
Yıkayınca çıkar sanıyordum, yaptırırken.
Bir hafta, ellerimiz kınalı gezdik.
“Çocuk gelinler” ile ilgili manşetimizi hazırlarken, Uçan Süpürge’nin fotoğraflarına baktım.
Sonra arşivde Batı’dan apartma “çocuk nedimeler”in fotoğraflarına, minnacık ama “tıpa tıp” gelinlikleriyle salınan çocuklara...
“Büyümüş de küçülmüş”ün tersi bir vaziyet.
Çocuk “giydirilen” bir şeylerle büyümüyor.
İster giydirilen gelinlik olsun, ister töre, ekonomi, gelenek.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2011
“BİR gül takıp da sevdalı her gece saçlarına<br>çıktı mı deprem sanırdın kara kız kantosuna...” Attila İlhan’ın şiirindeki, Timur Selçuk’un şarkısındaki Despina’nın uzun süre “karantina”da, yani ayrı tutulan bir kadın olduğu için, o lakapla anıldığını sanmıştım.
Sonradan İzmir’in bugün Küçükyalı olarak bilinen Karantina semtinde yaşadığı için öyle anıldığını öğrendim.
Ama ben hala, onu ayrı tutulan, “öteki” görülen manasıyla, “Karantinalı Despina” olarak anıyorum.
Dört yıl önce dünyaya veda eden bir adaşı daha vardı.
“Akşamcıların kraliçesi” Madam Despina...
İstanbul’un en eski meyhanelerinden Kurtuluş’taki “Despinanın Meyhanesi”nin kurucusu Despina.
Onu da Meral Okay’ın sözleriyle, Sezen Aksu şarkısına aldı:
“Kur masayı Madam Despina
Kirli beyaz muşamba örtüleri ser
Çek sediri asmanın altına
Yanında bir ince Müzeyyen Abla
Yine mi güzeliz yine mi çiçek...”
Ve bugün manşetimizdeki fotoğrafta Meral Okay.
Beynelmilel filmindeki gazino sanatçısı rolüyle...
Manşetimizde yüzlerce Despina, Mehtap, Melek, Cazibe, Gülgün var.
Ve hepsi, bu devirde hala “vesikalı yarim”...
Hepsi zührevi olarak da, sicil olarak da “karantina”da...
“Vesika”, çocuklarına bile miras kalıyor.
Özellikli bir işe girmek isteseler, onlara içinde “Senin annen...vesika...” geçen cümleler kuruluyor.
“Vesika”... Telaffuzu bile bir hayatı karartabiliyor.
Benim aklımda ise, yine “Karantinalı Despina”.
“Gemi sinyallerinin gece bahçelere yansıması
havuzda samanyolunun hisarbuselik şarkısı
demlendikçe yalnızlığı aydınlanıyor
olmayacak şey, bir insanın bir insanı anlaması...”
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2011
“DÜNYANIN tüm yılbaşıları birleşin...” Taraf Gazetesi’nin arka kapağının manşetiydi, bu cümle. Hayal ettim, imkansızlığına boşverip gülümsedim.
“Dünyanın tüm yılbaşılarını birleştiren” haberde, New York’taki kutlamaların milyonlarca insanı biraraya getirdiği, Kızıl Meydan’da milyonların sabahın ilk ışıklarına kadar eğlendiği, Brezilya’da iki milyon insanın plajda toplanıp dans ettiği ve daha bir çok ülkenin yılbaşı gecesi özetleniyordu.
Zihnimde, tek kelimede birleşti dünyanın tüm yılbaşıları:
O gün eğleniyordu insanlar, gülüyordu. Birbirlerine hediye alıp, belki yılda bir-iki kez görebildiği yakınlarını kucaklıyordu.
* * *
Kimi yaşam tarzına, kimi olanağına, kimi geleneğine, çoğu da keyfine göre kutlamıştı yılbaşını.
Bizim yılbaşımızı kutlayan haberlerden/manşetlerden ilki ise, Taksim’deki geleneksel tacizci avı oldu.
Şükür ki, Noel Baba kisvesine bürünen, hatta mini etek giyip, kalabalığa “taciz edilmeye müstahak dişi” kılığında dalan sivil polisler sayesinde, halloldu mesele.
* * *
Bizim yılbaşımız, aybaşımız (maaşımız/sancımız) niye böyle değil, muhabbetine girmeyeceğim elbette. Herkesin yılbaşısı kendine...
Ancak yeni yılın ilk bebeğinden bile önce doğan, bir de “Yeni yıl hutbemiz” oldu, nurtopu gibi...
Ankara’daki camilerde okutulan hutbede, Noel Baba’nın adı verilmese de, “Yılbaşı” hedef alındı.
Hutbede Yılbaşı kutlamalarının, “esasen” bizim milletimiz yönünden, “dini, ahlaki, kültürel ve geleneksel hiçbir temele sahip olmadığı” vurgulandı öncelikle.
Ardından da “yılbaşı”nın aklı ve sağlığı tehdit eden içki tüketimini, aile bütçesini tahrip eden kumarı, savurganlığı ve cinsel taşkınlıkları; dini, milli ve ahlaki değerlerimizle bağdaştırmak asla mümkün değildir” denildi.
* * *
Hutbe, “esasen” yılbaşını kutlama gibi bir “hayat tarzı”na sahip olanları eleştiriyor.
Ki ben üstüme alınmadım.
Aile arasında yılbaşı kumarında, tombalada, “salonda at yarışı”nda kazandığım/kaybettiğim servetler, çok gerilerde kaldı.
Cinsel taşkınlıklar ise zaten “Taksim geleneği” imiş, öyle okudum gazetelerden.
İçki derseniz, keşke yılbaşı ile sınırlı olsa, değil mi mirim.
Savurganlık ise “bayramlar”da da şahlandırılan “tüketici gazı”.... (Bu yıl Şeker Bayramı’nda baklava/su böreği bulamadığımı yazmıştım. Ve derin dondurucudan hala bayramdan kalan börekleri ısıtıp servis eden haneler az değildir eminim)
* * *
Kurban Bayramı misal.
“Esasen” milletimiz yönünden, kültürel-geleneksel yeri/önemi açık ama ben “bu tarz”da kutlanmasını benimsemiyorum. Ve o nedenle “kurban kesme” kısmına katılmıyorum.
Ama... Bir günde milyonlarca kurban kesmenin savurganlık, bahçede, çocukların gözü önünde boğazlamanın zalimlik, kan-revan içindeki sokakların ilkellik, eti senin-derisi kimin tartışmalarının ideolojik, çıkarcılık filan olduğundan manifesto çıkartıp, “öteki”leştirmiyorum da bu geleneği...
* * *
Ben katılmıyorum, o kadar.
“Hayat tarzı” tartışmalarından pek de “akıllar-fikirler” çıkartamamış, hoşgörü üretememiş, yaşam biçimi-demokrasi-insan hakları müsellesini/meselesini kuramamış bir toplumda, böyle hutbelerle yeni yıla girilmesine de katılmadığım gibi...
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2011
SENEDE bir gün... Şarkısı değil, ama temposu uyuyordu eskiden Ankara’ya.
Bir çok insan, yılbaşı gecesinin özetine tek kelimeyle başlardı:
“Sabahladık...”
Şimdilerde, bir çok kentlinin “senede bir gün” için de olsa, sabaha eren bir geceyi denediğini bile düşünmüyorum.
Belki sadece tattığını...
Kadehten bir yudum alan, fakat dibini -asla- görmediği için, şarabı sadece dilinin ucunda “bir an” hisseden tat turistleri gibi.
Tadın, damakta bile kalmadığı bir “deneme” sözünü ettiğim.
Günübirlik. (Gecebirlik değil)
Yılbaşı, yani senede bir gün bile olsa, gece, yine geceyle geçinemeyenlerin sırtını yere getirecek.
Ve forması yine pijama olacak, gece milli takımının.
Oysa gece güzel, gece farklı, gece sadece sizin.
Sizsiniz gecenin, ecesi.
Uykuyu yaşanan/yaşanılası saatlere “düşman” görenler bilir, ömrü hayata bölen bu denklemi.
Ömür hayata bölünürse, bilir ki, çıkan tam sayı değil, elde var kısmı kıymetlidir. “Hayat”tır.
Misal ömrü 70 yıl olan bir insana, giderekayak sorsan:
“Gerçekten kaç yıl yaşadın, ömrünün ne kadarını ‘hayat’ olarak geçirdin...”
Gelen yanıt, “yürek enfarktı” olacaktır.
Oyba gece, zamanın iştahının azaldığı, bir demdir.
Saatlerin doyasıya yaşandığı saklı bir bahçedir.
Ankara’nın “volume”u aşama aşama kısılan ve bir an için sessizliği giyinen anlarının yaşandığı o “bahçe”, aslında serasıdır insanın.
O nedenle gece her mevsim tazedir. Gece, kışın yenilen taze çilektir.
Yazın, çok eski, geceleri kendi kendine zangırdayan bir buzdolabının, kar tutmuş “deepfreez”inden alınan kara gömülen bir kadeh rakıdır.
Onun için ezber bozar, gece.
Yılbaşında gecenin erken ya da -sizce- geç bir saatinde yattınız. Ve sabah oldu yine.
Gece size yenilen zaman, büyük bir iştahla sıyrıldı kınından.
Sabah, yanında iş-güç telaşı/mesai, okul, trafik vs.. çetesiyle sardı etrafınızı.
Boşverin yılbaşını o geçti; bugün pazar yarın mesai de olsa, iyi geceler.
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2011
DÜN geceniz, senede bir gününüz güzel geçmiştir inşallah. Geldi işte, Yeni Yıl. Yılları Ayarlama Enstitüsü 1 yaptı sondan iki haneyi.
Avunacaktım da, geçen yılı eskittik mi sanki... Sürmanşetimizdeki “Bu yıl da böyle geçti” makamından, neleri bırakabildik ki geride?
Artık başparmak ucu delinmiş, ortopedisi yerle-bir olmuş eski bir terlik gibi köşeye bıraktık da, yenisi mi geldi.
Yoksa -ayağımızla bire bir bütünleştiği için- aynı “terlik”le mi yine yeni yıl?
Hani o rahat, yorgun alışkanlıklarımızla, uygun adım:
Aynı yolları yine, şıpıdık şıpıdık...
Peki, saat 00.00’ı vururken, 10’dan geriye doğru saniyeleri bile sayarken....
Bırakın saniyeleri, tepe tepe kullandık mı 2010’un dakikalarını, saatlerini, günlerini, haftalarını, aylarını.
Hatta mevsimleri?
“Yazın güneye, değil de kuzeye gidelim” hayali, ilkbaharın molalarını mı kaçırttı.
“Baharı görmeden yaz geldi geçti” mi, oldu marşımız.
Marşları unutup, türküler mi söyledik de dağlarda... O nedenle mi “yeni yıl”.
Yeni yıl demeyelim o zaman.
Yılbaşı diyelim, peki.
Hani aybaşı gibi ya maaşı hatırlatsın, ya o malum sancıyı.
O da uymaz, sanki...
Misal, yeni yılın ikinci yarısından itibaren kapıcılara 30 lira zam yapılacakmış.
Yaşasaydın da, ağız dolusu söyleseydin fikrini Kapıcılar Kralı Kemal Sunal.
Yılbaşı gecesi, dansözden daha “meşajlı” olurdu. Değil mi?
Ne yeni yıl, ne yılbaşı... Bir başka yıl diyelim, belki de.
Yaşamının yarım asrını devirenler için, “Ne tırtıklarsam kar”...
Daha yaşlılar için geriye sayım, “Bir bahar daha görebilsem”.
Gençler için, “Önce üniversite bitsin”.
Çocuklar için, ya sobe, ya körebe...
Yaş almayı, yaşlanmayı, “yaşınca yaşamayı” bir kenara bırakanlar içinse:
Delilik...
Yeni bir yılın (hatta “an’ın) gerçek tadını, bir tek deliler çıkarır zaten...
Değil mi?
Yılın, yenisi/eskisi, yinelenmesi/yenilenmesi bir yana...
Ama “milat” olsa keşke. Bir şeylere başlamanın, bir şeyleri geride bırakmanın miladı...
Sigarayı, İsveç dietini, protein rejimini filan kast etmiyorum, elbette.
Geçim/seçim yılınız, güzel günler getirsin.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2010
MADEM yeni yıl, biz de “kenTest”i Noel Baba ile yaptık. Yüz yüze konuştuk. Belki AVM’deki suretiyle, belki kapıdan-bacadan ayaküstü... Evi Demre’de ya, biz de onu “At martini Demreli baba” diye karşıladık.
Hangi doğaüstü güce sahip olmak isterdiniz?
Geyiklerimin çektiği kızakla gökyüzünde uçabilmeme karşın, evlere sadece bacadan paldır-küldür inerek konmamı çözecek bir yetenek. Bıktım artık, “Uçmasını biliyorsun da, konmasını...” geyiklerinden.
Sizce 2040 yılında neleri göremeyeceğiz?
Sizleri... Ben göreceğim.
Kimin yerinde olmak istemezsiniz, neden?
AVM’lerdeki yoldaşlarımın. Bir-kaç saatliğine baba olunmaz.
Mutsuz olduğunuzda nerede, ne yaparsınız?
Sakalımla oynarım, göbeğimi kaşırım.
Yeniden dünyaya gelseniz ne olmak isterdiniz?
Gerçek olmak isterdim, efsane değil...
Ankara’nın en sevmediğiniz yönü nedir?
Baca temizliği, ters rüzgar nedeniyle zehirlenmeye dayalı hala ölümlerin olması. Ha bir de beni karşılamak için yapılan süslemelere maydanoz olan belediyelerden.
Bir özelliğinizi değiştirmeniz elinizde olsa, hangisini değiştirirsiniz?
Genç olmak isterdim, sakallarım da siyah olsaydı. Ne güzel, yerinde söylerdi Yurttan Kızlar Korosu; “Kapıdan bacadan düş de gel” türküsünü.
Bir dövme yaptırsanız, ne tür bir şekil, figür, yazı vb. isterdiniz?
‘NO EL’... Yani beni her gören ellemesin, dokunmasın, sakalımı çekiştirmesin.
Yaptığınız ya da yapmayı düşündüğünüz en büyük çılgınlık.
Bir hafta erken, bir ay geç gelmek. Hicri, Rumi takvimler mesela...
En çok hangi aletle ya da makineyle geçinemezsiniz?
Bacalara denk getirilen paratoner, anten, rüzgar gülü vb... sivriltiler.
En büyük korkunuz nedir?
Etnik kimliğimin kurcalanması.
Sağlık açısından kilo, kolestrol vb. olumsuz etkileri olmasa, öncelikle ve doyasıya ne yerdiniz?
Doyasıya yiyiyorum zaten, göbeğime baksana; Ho, ho, ho...
Sizce Ankara’nın en önemli eksiği nedir?
Bu soruya, eksikler açısından önem sırasına göre sıralama gerekli, 2012’de yanıtlarım.
Bir saatliğine belediye başkanı olsanız ne talimat verirsiniz?
Söylesem tesiri yok, sussam gönü razı değil. On altı yıl geçmiş, HO HO HO...
Asla yapamayacağınız meslek?
Politikacı... Geyiği iyi yaparım da, pek muhabbet getirmiyor.
En sevdiğiniz espri?
Bir gün Nasreddin Hoca, Noel Baba olmuş... Ya tutarsa!
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2010
ATATÜRK’ün Ankara’ya gelişinin yıldönümü kutlamaları, medyada her sene yer alır. Ama dün farklı bir tartışmayla gündeme geldi.
Ankara Valiliği kutlamalar kapsamında yapılan Garnizon Koşusu’na ve “Seymen Alayı Yürüyüşü”ne bu yıl vize vermedi.
Valilik gerekçesini, 10 Aralık’ta kutlamalarla ilgili yayınlanan genelgeye dayandırdı:
“Kutlamalarda Ankara halkının günlük yaşamında mağduriyet yaratılmaması ve genel hayatı olu msuz etkilememesi esastır.
Önemli arterler ile ana caddelerde genel hayatı olumsuz etkileyebilecek yaya-motorize herhangi bir program yapılmayacaktır.”
Düellodan “Düet”e
Başta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere, bu karar tepki yarattı.
Geleneklerin, ortak heyecanların önemli olduğunu vurgulayan Kılıçdaroğlu, “Törenleri caddelerden alıp odalara hapsetmek doğru değildir” dedi.
Ve Kılıçdaroğlu’nun sözleri beni 2.5 yıl öncesine, 2008 Nisan’ına götürdü.
Başkan Gökçek’in Ses TV’de yaptığı açıklamalarına:
“Ben bayramların hep halkla bütünleşerek kutlanması gerektiğini savundum. Hatta en son bir kaç bayramızda devlet büyüklerimize, başta sayın cumhurbaşkanımız, başbakanımız ve genelkurmay başkanımız da vardı. Dedim ki artık biz 23 Nisan’ı, 19 Mayıs’ı, 30 Ağustos’u sokaklara taşıyalım. Hipodroma, statlara hapsetmiyelim. Ben bu coşkuyu doğrudan doğruya halkın içerisine, sokaklara, caddelere aktarmak istiyorum...”
Bugüne kadar sadece “TV’de düello” çağrışımına neden olan Kılıçdaroğlu-Gökçek ikilisinin, bu konudaki görüşlerinin bir “düet”te buluşması, hoş rastlantı.
Elbette iki açıklamanın “içtenlik katsayısı”, “ideolojik hareket noktası” farklı olabilir. Ama onu bir yana bırakalım.
Yaya mı trafik mi
Kendi görüşümü, şöyle “sokağa” çıkartabilirim:
* Törenlerin duraklarda, yollarda iş-güç, mesai için koşturan kentlilerin gününü -kutlamadan ziyade- eziyete çevirdiği az görülmemiştir. Coşku, heyecan, birlik için heryerin trafiğe kapanması şart mıdır. Bence değildir. Eğer şartsa, önce az zahmetle trafiğe kapalı yaya mekanları, caddeleri yaratın, deneyelim.
Öte yandan, yaya öncelikli değil, otomobil-otobüs öncelikli bir kent yarattıysanız, bu yıl karşılaştığınız sorun bir kaç yıl sonra karşılaşacaklarınız yanında hiç kalır.
* Seğmenler, Efeler, Dadaşlar töresi/töreni, folklorü ile mirastır, tarihtir. O tarihi renkleri dışarıda tutarak bir kutlamanın/anmanın, hatta bayramın her yıl aynı (tıpatıp) seromonilerle yinelenmesi, heyecandan çok kanıksama da yaratabilir. (Misal, bir kaç yıldır “düşman işgalinden kurtuluş törenleri”nde, yöre sakinlerinin “Türk ve temsili düşman birlikleri” biçimindeki rol paylaşımları, bir çok örnekte “parodi”ye dönüşmüştür)
* Kutlamalardan öte, başka “kalabalık”lar üzerine kafa yormanın zamanıdır. Haklarını arayan, sesini duyurmak isteyen yurttaşların eylemleri ya orantısız karşılık bulmaktadır. Ya da “dar alanda kısa paslaşmalar”a dönüştürülmektedir.
Anladığım kadarıyla, kahkaha atmak, alkışlamak, eleştirmek, yuhalamak, yıldönümü, yılbaşı kutlamak “mekansal” bir sorun olarak görülüyor.
Madem öyle, bu kentin meydanları (Kızılay, Ulus, Tandoğan, Sıhhiye, Gar, Opera, İtfaiye, Zafer) tek tek yok edilirken...
Biz her meydanın yok edilişine, 16 yıldır manşetlerden çığlık atarken neredeydiniz.
Daha önceleri neredeydiniz?
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2010
“TÜRK Dili Konuşan Ülkeler” meselesi, artık her yıl, zirvesi, konseyi, herşeyiyle heyecanlandırıyor beni. Merakla, heyecanla bekliyorum. Acaba Türkiye, ne zaman bu ülkelerin arasına girebilecek diye...
Baştan söyleyeyim.
Arı/ari, yaşayan Türkçe’de yer eden kelimeleri “yabancı” diye ayıklanmış bir dilin peşinde olmadım hiç.
“Öz-be-öz Türk” arayışı kadar uzak, hatta nafile gelir bana...
“Yaşayan Türkçemiz” ise ünitemiz, kalabalık olmasından yanayım biraz.
* * *
Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonnası’nı okurken, Raif Bey’in dilinde, uçsuz-bucaksız bir dilin mevcudiyetine de seyahat ederim.
(Mevcudiyet yerine varlığına diyebilirim, seyahat yerine gezi düzenlerim ama ya Sabahattin Ali’nin melodisi) Konuştuğumuz/yazdığımız dilin olanaklarını genişleten sözcükleri, -eğreti-yama-yapay değilse- değerli bulurum.
Mezhebine filan bakmam.
Dilde de biraz geniştir mezhebim.
* * *
Uzun yoldan girdim mevzuya. Ki dil bilimci de değilim. Yazdıklarım, hissiyatımın tercümesi...
Derdim, dilimizi doğru konuşan/yazan, engin kelime haznesinden (sözcük dağarcığından) faydalanan bir ülke miyiz meselesi.
MSN, chat kısaltmalarından, argolarından dem vurmayacağım hemen.
Argonun da, dil zenginliği olduğuna inanırım.
Küfrün, bedduanın da...
Bir ara TDK kadını aşağılayan “kaşık düşmanı”, “eksik etek” gibi deyimleri sözlüklerden çıkarmak istemişti.
Hayat o deyimleri, “dil”den, “erkek ağzı”ndan çıkarmadıkça, sözlükten çıkmış ne ola...
Kullanıl(a)mazsa, zamanı gelir tedavülden kalkarsa, o zaman da sadece sözlükte solsun ama kalsın. Ki, “yazılı ayıp müzemiz”, geleceğe de ders olsun.
* * *
Dili kullanmak, deryasınca kullanabilmek deyince aklıma hemen Ahmet Hamdi Tanpınar gelir.
“Ölmek istemiyorum” demişti, “Kullanamadığım o kadar kelime varken...”
Dil bilimciler, -sayı beş aşağı/beş yukarı değişse de- bizim kendi dilimizi ortalama 150 kelime kullanarak konuştuğumuzdan yakınır.
Aynı günlük dağarcık, Batı’da 700’ün üzerindedir.
Benimse merakım, Türk dili konuşan ülkelerin Türkçe’yi kaç kelimeyle konuştuğu.
Misal, bizden fazla çıkmış.
O zaman olimpiyatın yeri değişmeli seneye...
Yazının Devamını Oku